bugün

Osmanlı devleti'nin ilk Washington büyük elçisi. Babası Polonyalı, anası ingiliz. Öyle de enteresan bir özelliği vardır kendisinin.
Yahudidir sonradan müslümanlığı seçmiş. Atatürkü düelloya davet etmiş.

ilhami hakkı'nın kaleminden okuyalım:

sivas'tan ankara'ya güç hal gelebilen heyet-i temsillye'nin parası pulu da kalmamıştır ve heyetin günlük yemek parasını bulmak bile sorun haline gelmiştir. işte böyle bir günde ankara müftüsü rıfat efendi (börekçi), ankaralılardan topladığı bir parayı getirir, heyetin mail işlerine bakan mazhar müfit'e teslim eder.

bunun üzerine mazhar müfit de, günlerden beri çorba ve bulgur pilavından başka şey yememiş olan heyete pirzola ve helva yaptırır. mazhar müfit (kansu), 'erzurum'dan ölümüne kadar atatürk'le beraber' adlı anılarında bu sahneyi şöyle anlatır:

"pirzola yenildikten sonra sofrada paşa'nın karşısında oturan rüstem alfred bey bir sigara yaktı. paşa: 'acele etme rüstem bey, pirzoladan başka daha neler var? bugün fevkalade' dedi.

Alfred rüstem bey: 'sizden müsaade almaksızın sigara içmeyi muvafık-ı adab ve muaşeret (terbiye ve görgüye uygun) görmeyerek bu ihtarda bulunuyorsunuz, halbuki yemek arasında sigara içilmesine siz ne vakitten beridir müsaade ettiniz ve hep içilmekte iken, bugün neden ayrıca müsaade almaya lüzum görüyorsunuz?' cevabıyla sertleşti.

paşa: canım, yemek sırasında sigara içilmesini, ancak iştihamızın kapanarak, az yemek yememiz için usul ittihaz etmiştik. bugün ise etten başka helvamız da var, onun için sigara ile iştaa kapanmaması için, sigara içmekte acele etmeyiniz, dedim cevabıyla şakada bulundu.

rüstem bey, bu cevapla iktifa etmeyerek hiddetle sofradan kalktı gitti. morfinoman olan rüstem bey her nedense bu gün o terbiyeli tavır ve hareketini ve sükûn ve sükûnetini kaybetmişti.

mazhar bey yemekten sonra rüstem bey'in odasına çıkar ve aralarında şu konuşma geçer: rüstem bey: monşer, işin şaka ciheti yoktur.

paşanın on-on beş kişilik bir sofrada beni, adabı muaşeretten bihaber farzıyla tahkiri, tahammül edilecek bir hal değildir. sizin namusunuza tevdi ediyorum. aramızda başka hiçbir arkadaş bilmemek şartıyla paşayı düelloya davet etmek ve bu suretle haysiyetimi muhafaza etmek mecburiyetindeyim. sizi vekil tayin ediyorum. paşaya iblağ ediniz.

ben, hayretle rüstem bey'in yüzüne baktım:

- düello mu?

- evet.

- paşayı öldürmek mi istiyorsunuz?

- hayır, bilakis ben ona zarar vermeyeceğim, ben öleceğim veya yaralanacağım. bu suretle haysiyetim muhafaza edilmiş olacak.

bunun üzerine yarım saat kadar münakaşa ettik. rüstem bey'i kandırmak mümkün olmadı. ben, derhal paşanın odasına gittim, akıl ve mantığın kabul etmediği, rüstem bey'in bu çocukça ve mecnunane teklifini şaka ve alay tarzında bir ifade ile paşaya anlattım, her ikimiz birer kahkaha salıverdik.

mustafa kemal paşa: ne oldu bu adama, çıldırdı mı?

ben: aklından biraz zoru var galiba, bugün ne olmuş bilmem.

mustafa kemal paşa: demek ben de şahitleri tayin edeyim, öyle mi?

- sade o kadar değil, silah intihabı (seçim) da size ait imiş, bunu da intihap ediniz. rüstem bey'e tebliğ edeceğim.

- acaba hangi silahı tercih etsek? bence modern bir silah olsun.

yani ne demek?

- süpürge sopası demek. uzun kahkahalarla bu görüşmeye nihayet verdik. odama geldim, rüstem bey bekliyordu.

rüstem bey: intihap ettiği silah nedir?

ben: modern bir silah, şimdiye kadar düelloda hiç kullanılmamış bir silah.

rüstem bey: neymiş o?

ben: süpürge sopası.

nihayet rüstem bey'e pek ciddi olarak dedim ki: rüstem bey, evvela sizi tahkir eden yok. saniyen, bu hareketiniz şayi olursa arkadaşlar arasında kazandığınız mevki ve hürmeti kaybedersiniz.

salisen, böyle bir firengane hareketler, sizi biz milliciler arasında fena bir mevkie düşürür ve hatta aramızdan geldiğiniz yere, yani istanbul'a avdetinizi icap ettirir."