yalnızlık

Aralık ayının sonlarına doğru... Kuru bir soğuk dudaklarımı çatlatırken baygın ama kuvvetli adımlarla ilerliyorum kaldırımda. Yer yer bıçak gibi keskin rüzgar beni tokatlıyor ve ardından bir de kahkaha çarpıyor suratıma. Ne büyük bir utanç kaynağı. Saçlarımın oradan oraya uçuşması rahatsız etmiyor ama bu keskin soğuk gene göz bebeklerimi yakıyor, deliyor ve geçiyor acımasızca. Atkımı ne kadar sıkı dolasam da olmuyor, üşüyorum tanrım. Ellerim öylesine buz kesti ki sıkmaktan tırnaklarım da kalbim gibi parça parça oldu artık, titriyorum. O kadar çok titriyorum ki içimdeki bu kırık parçalardan bir takım sesler geliyor kulağıma. Bir ağlayış, bir yardım çağrısı gibi çaresiz ve uzaktan geliyor. içimdeki en uzak kıyıda uğultulu rüzgarlar esiyor tekrar. Durdur şunu tanrım.
Her dükkan farklı bir yüz oysaki. Kastım vitrindekiler. Oradan bana gözünü diken eşyalar, bazense kapıdan dışarıyı süzerken beni farketmiş ve gözünü üzerime ucu sivri bir mızrak gibi dikmiş, saplamakta ısrarcı dükkan sahipleri. Kafalarındaki ''Kim bu ucube?'' düşüncesini görmezden gelmek kolay olsa da, yüzlerinden okunanları yok saymak o kadar da kolay değil benim için. Onlar bana bakınca göz kaçırmam gerektiği hissine kapılmak ve bu his ile savaşmak inan hiç kolay değil. Dükkan sahiplerinin tek sorun olduğunu söyleyen kim ki? Ve ya şu kenarda usul usul ney üfleyen kör ihtiyarın? Asıl bu sokakların sahibi o olmuş, her şeyi bilen ve insanlar tarafından kucaklanan o olmuş. Asıl kör ben olmuşum. Gözleri ne kadar iyi görse de önüne kalın bir perde çekilen kör. Kırılmış kalbiyle önüne ışık tutmaya çalışan garip, yorgun, yalnız kör ben olmuşum. Bu kaldırımdaki tek arkadaşı rüzgar olan ben. Belki de bu şehirdeki tek arkadaşı rüzgar olan ben, kör olmuşum.
Akşam saatleri kafaya vurunca ellerimden daha soğuk bir banka oturmamı fırsat bilen karanlık üç beş kara dostuyla beraber tepeme çökmüştü. Sigara yakmıştım az önce, kafamı kaldırdınca gördüğüm, o lanet ile bir bütün olmuş gökyüzünün bana kaşlarını çatıyor, gürlüyor olmasıydı. Umursamadım ve bir nefes daha aldım. O ise devam etti. Şiddetini git gide arttırarak bağırıyordu. '' Susmak erdemdir.'' derler ya, mühürledim dudaklarımı. Kocaman göz bebeklerimi onun derin, koyu maviliğine diktim ve sokak sessiz bir gürültüye gömüldü.
Pek uzun sürmedi kasvet, üç ya da dört sigara kadar olacak. Kara öfke çekip giderken ardında yıldızları ve akşamın huzurunu bırakmıştı. Bu kadar çabuk mu vazgeçmişti benden? Bundan on dakika sonra yanılmadığımı farketmiştim. Uzun zamandır oturuyordum ama zaman sanki suydu, ve bu su öylesine sıcaktı ki kalkmak istemiyordum. Geri dönen kara öfkeye kaldırdım başımı tekrar. O kadar öfkeli olmayacak ki gürlemedi bu sefer. Biraz mahçubiyet sezmiştim onda. Elimdekini söndürdüm ve bilinmezliğe ilk adımımı attım nereye gideceğimi düşünmeden.
Birisi yakandan düşmüyorsa aklına gelecek bir takım şeyler olacaktır illa ki. intikam, çıkar gibi şeyler mesela. Bunlar olumsuz emellerin sembolüdür gözümde. Ama şuan peşimden gelenlerin derdi bu ikisinden biri değil, hissediyorum. Bu bulutların derdi başka. Bana ulaşmak istiyorlar. Gönüllerinde bir iyi niyet, bir mahçubiyet saklı, tıpkı demin sözünü ettiğim gibi. Bu kadar kör olan ben, belki de bunu görebilen tek kişi olan ben, bu kaldırımda tekrar yalnızım. Demek ki görmek yetmiyor tanrım, sadece bilmek yetmiyor. Hatta bilen tek kişi olmak bile yetmiyor...
Rıhtım'a inmiştim. Kadıköy'ün akşam saatlerine ne derece hasta olduğumu en iyi kaldırımlar bilirdi. Neredeyse tüm halk oturmuş rakı içiyor, balık yiyor,hayatlarını zevklerinin peşinde koşarak sürdürüyor. Ben de huzurun peşindeyim ya, bulutlar da benim peşimdeler hala. Peki ya benim zevklerim? Onlar yok. En azından artık yok. Eskiden de olduğu pek söylenemezdi. Şanssız doğan her insan gibi ben de hayatım boyunca zorluklarla boğuşmuş, hırpalanmıştım. Rüzgar yüzümü kesip atmış, göz yaşlarımı dondurmuştu.
Denize bir metre vardı. istesem kendimi bir kaşık suda boğardım. Ama ''intihar kolaya kaçmaktır, bunu herkes yapar.'' lafını kullanarak yıllardır zor olandan kaçtığımı asla kabul ettiremezdim kendime. Kayaların üstündeki yosunlar kötülüğün rengindeydi, yeşil. Az ilerisinde, hemen önümde sonsuz bir ayna vardı, kusursuz. Ama baktım mı beni değil, anamı babamı, yahut içimden taşıp gökyüzüne doluşan o sonsuz umutsuzluğu yansıtan ayna. Baktım mı kendimi görmeyi dilediğim, ama göremeyince de suçu kör olmama attığım o yüca ayna.
Kötülüğü ayaklarımın altına alıp aynanın karşısında en büyük düşmanlarımı parmaklarımın arasındaki tek bir noktada toplarken düşünüyorum. Şimdi onlara hesap soracağım tanrım. Yalancı şahitleri süzüyorum bir yandan da. En yukarıdan izliyorlar bizi, hatalara nasıl hesap sorduğumu, suçluların can çekişlerini ve ölüşlerini. Tüm suçlular yanıp kül olduğu zaman cesetlerini denize atıyorum yüzümde bir zafer ifadesi ile. Gökler onların utançlarının dibini bulmasını izlerken gözyaşlarını tutamıyorlar. Tüm günahları tek tek aynanın üzerine çarpıyor. Son kez rüzgar esiyor suratıma doğru, bu sefer gözlerimi kapatıyorum derin düşüncelere.
Her günah bir göz yaşı getirir. Bu sefer yaşı akıtan acı çeken değil, çektiren. Bu sefer denizin dibini bulan benim yaşayan ruhumun cesedi değil, katili. Bu gece Rıhtım çok farklı. Çünkü bu kez ellerini günaha bulayan ben herkesin kör sandığı mahluğun ta kendisiyim.