bugün

kadın yazarlar

not: aşağıda bahsedilen "kitap yazan kadın yazarlar"dır.

Kadınların yazabilmeleri için kendilerine ait (anahtarı ve kilidi olan) bir odaya ve kendilerini geçindirecek gelire sahip olmaları gerekir. Yaşayabilmek için bir ‘beyefendi’nin himmetine muhtaç olmak ya da çocuklara alfabe öğreterek, dikiş dikerek kazandığı üç beş kuruşla iyi ısıtılmamış bir salonda, kötü yemekler yemek… Bir kadının kendine ait geliri ve odasının olması, bu seçeneklerden başkasını mümkün kılar ve işte o zaman, içindeki yaratıcı kıvılcımı tutuşturabilecek gücü kendinde bulacaktır.

Shakespeare’in muhayyel kız kardeşini bu yüzden tanımıyoruz, Charlote Brontenin dehasının engellenmişliğe duyduğu öfkeyle bulanması da bundandı.

1841’de bir kadın yazar, Harriet Beecher Stowe, kocasına yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Yazacaksam eğer, kendime ait bir odam olmalı, bana ait bir oda. Geçtiğimiz kış boyunca başımı sokabileceğim sessiz bir yere ihtiyacım oldu. Yemek odasında yazamıyorum, çünkü sofra hazırlanıyor, kaldırılıyor, çocuklar giyiniyor, yıkanıyor, bir sürü başka şey. Kendimi ne kadar zorladıysam da orada hiçbir zaman kendimi rahat hissetmedim. Senin bulunduğun oturma odasına geldiğimdeyse çalışmanı bölüyormuşum gibi geldi, zaten zaman zaman sen de böyle düşündün.”

Kadınların hayatları, edebiyat gibi kalıcı şeyler üretmeye uygun değildir, onlar gündelik olanı sürdürmek zorundadır; yemek pişirmek, tabak çanağı yıkamak, çocukları okula göndermek… Yaratmak için kesintisiz bir sessiz yarım saate ihtiyaç vardır. Gündelik hayatın ıvır zıvırının kirinden uzakta, som düşüncelerden damıtılmış güzellik yaratan büyük yazar imgesi, kadın yazarlar için bir gulyabanidir.
Kendine ait bir oda meselesini Ursula LeGuin şöyle tartışır:
“Oturma odasında yazmak, hem bebek hem kitap sahibi olmak… Süt ve mürekkeple ilgili tuhaf metaforlara (eğretileme) başvurmadan kadın olmak ve yazmak… Neredeyse imkansız!”
Jane Austen ; kardeşleri, ana babası ve misafirlerle dolu bir oturma odasında, yazdığı sayfaların üzerini kurutma kağıdıyla kapatarak, bir yandan sohbete katılarak yazmıştır. Erkek yazarların aksine, kendini çevreleyen her şeyin içinde nasıl yazabileceğini kendi kendine bulmak zorundaydı.
Margaret Oliphant, Jane Austen’i anarak şöyle der: “Herkesin uykuda olduğu geceleri saymazsak bütün yazı hayatım boyunca rahatsız edilmeden geçirdiğim iki saatim hiçbir zaman olmadı.”