bugün

tol

türkçe yazılmış en güzel roman. açıktan söylemek lazım: bu romanı okumayanlar çok şey kaçırıyor, çok.

Murat Uyurkulak'ın kaleminden tol'un doğuş öyküsü:

"Şahsiyetten yana siliktim, görüntüden yana vasattım, derslerden yana tembeldim, hayattan yana muhaliftim, ben yazmayacaktım da kim yazacaktı? ilkin şiir yazdım elbette, hem de en acılısından, en sertinden... iki-üç yıl şiirle boğuştum, umutsuzca, deli gibi. Şiir bana geldi mi, çapağı bol, pelerini uçuşmalı, şapkası bin renkli, sesi on oktavlı, yani kat kat esvabıyla geliyordu. Onu torna tesfiyeden geçirip, kıymıklarından arındırıp, çırçıplak yatağıma almam lazımdı; hiçbir şey bilmiyorsam bunu biliyordum.
Lakin sabırsızdım, çok sabırsız. Ortaya çıkan şiirler, iyi yıkanmamış ıspanaktan yapılan yemeğe benziyordu; dizeler adeta Vita yağında gezinen kayır misali dişler arasında çatır çutur ses çıkarıyordu. Fazla serttiler. Cevher vardı, ama şiir yoktu ortada. O yüzden bir süre sert bildiriler yazmaya vakfettim kendimi. Sonra olan oldu. Hesapsız kitapsız ilk gençlik seyahatlerinde fazlaca tokatlanıp, sevda kapılarından kışlanıp, bavul elde, çıktığım mezara döndüm, eve. Elimde sadece kötü şiirler ve nadir bir Rus salatası tarifi vardı. Evin balkonu güzeldi, annem bira ve sigara paramı hiç esirgemedi benden, sağ olsun, başladım yazmaya.
Cümleleri alt alta değil, art arda yazmak hakikaten de rahatlatmıştı beni. Annemin balkonu da serindi, karşı apartmanda yaramaz üniversiteliler vardı, caddeden geçen renolar fiatlardan fazlaydı, yazdığım her iki cümlede bir Kürt, her beş cümlede bir asker ölüyordu... Öyle de bir delirtici zamandı...
Sonra, çok lazımmış gibi, iş buldum, âşık oldum... Annemin balkonundan kalkıp, Küçük Yamanlar'ın eteğindeki bir sitedeki bir apartmanın balkonuna yerleştim... Site emekli astsubaylar için inşa edilmişti ve karşıdaki tepe her mimli gecede kalaşnikof mermileriyle aydınlanıyordu...
Bu arada komşum Diyarbakırlı Nejat, esmer bir kadınla yasak aşk yaşıyor, her Karşıyaka'ya inişinde birilerini dövüyor, birilerini dövmediği zamanlarda da mangal yakıp bira içiyordu... Tuhaf bir kardeşi vardı Nejat'ın, ismini hatırlamıyorum... Elektrikçiydi, bir mucitti, Tol'un ilk halini o da okudu, sonra Adana'ya bir arkadaşını ziyarete gitti, arkadaş evinin çatısı çöktü, öldü... Allah ona rahmet eylesin...
Tol'un ilk halini orada bitirdim, bilen biliyor, şarap ve makarnayla... Tat ketçaplara ve Calve mayonezlere de müteşekkirim... Nereye göndereceğim çoktan belliydi... Metis, Defter, zira oradakiler bizim için okuldu...
Bekir Tarık o sıra izmir'i terk etmiş, istanbul'a göç etmiş, beni öksüz bırakmıştı... Elden teslim etti dosyayı ipek Sokak'a... Bekir Tarık hep umut veriyordu bana, "Çok iyi, çok iyi" diye... Benimse umudum yoktu... Ama Metis beni çağırdı... 'Basmayacağız, ama beğendik' dediler... Kaya ve Müge, bloknotlar dolusu not almışlardı... Tek tek saydılar... Hem dinledim hem öfkelendim... Çıktım oradan, izmir'e döndüm, rakıya dadandım... Sevgilim beni terk etti...
Tekrar yazabileceğimi sanmıyordum Tol'u... Zaten herhangi bir şey yazabileceğimi sanmıyordum... Cümleler ve kalemler boktu... Alt alta veya art arda olması fark etmiyordu...
Bu işten çakmıyordum...
işsiz kaldım, okulu bitiremedim, askerlik şubesi yoklama kâğıdı gönderdi, Apo yakalandı... Bekir dedi ki, gel lan artık istanbul'a, ne işin var oralarda? Geldim...
Tepebaşında, dört azman adam, şarap içip küçük bir odada yaşıyorduk... Bekir, ben, Ertekin... Dördüncünün ismini hatırlamıyorum...
Kör topal bir bilgisayarım vardı... Bir gece, kısık sesle ve yarım ekranla Sylvia Saint izlerken, Tol'un vörd dosyaları gözüme çarptı. O zamanlar ismi Tol değil Barbarlık Kokusu'ydu... Tekrar başladım yazmaya... Nedeni yoktu...
Ceyda beni Radikal Dışhaberlere aldı... Ben yazıyordum... Belgrad'a bombalar yağıyordu, ben yazıyordum... Hafız Esad öldüğü gün güzel bir haber ve güzel bir bölüm yazdım... Yazdıklarımın çıkışını alıyordum arada bir, bu Gülriz'in dikkatini çekiyordu, tatlı tatlı gülüyordu... Ebru'dan, Gülriz'den ve Ceyda'dan çok şey öğrendim... Ben öğrenirken deprem oldu, bu kez Cevdet Tosun öldü, Gölcük'te, Vartolu, Zaza, yoldaşım...
Günün birinde, nasıl olduğunu anlamadan, nihai çıkışını aldım kitabın... ithafı vardı, ismi yoktu... Ali ve kardeşi Özgür'e gidip 'intikam Kürtçe ne demek' diye sordum... Söylediler... Söylediklerini ilk sayfaya yazdım, tekrar gönderdim Müge'ye...
Bu arada gazetecilikten sıkılıp yayıncılığa bulaşmıştım... Mesai arkadaşım eski arkadaşımdı... Dedi ki, gel bu kitabı biz basalım... Çok içiyordum, önce kabul ettim, sonra bir gün Müge'den cevap geldi, müspetti, o akşam daha da çok içtim, mesai arkadaşımı aradım, dedim ki, ben caydım... iyi bir hareket değildi, ama ne yapaydım, sonunda istediğim okula girecektim...
Ama o kadar kolay olmadı... Müge'yle bir yıl daha çalıştık... Uçakların dikliklere çarptığı o bir yıl, aslında bir kitap değil, bir taslak yazmış olduğumu anladım... Sağ olsunlar... Siz şimdi bana yazar diyorsanız ve bunları okuyorsanız, müsebbibi o bir yıldır.
Yine de yazmak, bayraktan önemli değildir, bunu herkes bilsin...
Boş iş yazmak...
Vatanımızı seviyoruz...
Çocukluğumu hatırlıyorum, babam, 'öldürme' derdi 'o karıncaları, niye öldürüyorsun?'
Ne bileyim neden öldürdüğümü?
Otuz bin karınca öldürmüş müyümdür?
Olsun...
Vatan ve karınca...
Alt alta, art arda, karınca...
Kelimeler mühim değil...
Cümleler hele hiç...
Ben de öleceğim değil mi paşam?
Sizden bana hayat kalır mı hiç?
Kimim ki ben?
Yazmaya cüret etmiş bir hayvan...
işte ben Tol'u bir hayvan olarak yazdım..."