bugün

haydar dümen

zamanında şöyle bir yazı kaleme almış;

"Erkeğiz... Yaşamımızdan kadınlarımızı dışlayarak, kurduğumuz erkek-erkeğe dünyamızda en büyük ihaneti kendimize yaparak, farkına bile varmadığımız yalnızlığımızı ve zavallılığımızı böbürlene, böbürlene yaşıyoruz..."

Kıymetli Bayan Sabah okurları, günlerdir bu köşeden sizlere, psikolojinin derinliklerine kök salmış, insan ilişkilerinin en ince ve hassas bölümünü oluşturan, 'cinsellik' konusunda derlemeler ve kısa özetler sundum.

Bugün, bu hassas ve ince konunun hempsikolojik, hem sosyolojik ve hem de biyolojik boyutunu inceren 'eşcinsellik'ten sözedeceğim.

Yıllardır bu konuda bir kitap yazmayı düşünüyorum. Elimde sınırsız döküman olmasına karşın, her karar verip yazı makinamın başına oturduğumda, altından kalkamayacağımı anlıyor ve 'bir başka bahara' örneği, ara veriyorum.

Bu ertelemenin nedeni, konu hakkında bilgi azlığı ya da malzeme kıtlığından değil. Örneğin eşcinsellerin bir sözü vardır (ya da kimi yetkililerin) 'eşcinsel olunmaz, doğulur' derler. Bu eğilime yöneliş, genetik yapıdan kaynaklanıyorsa, diyecek bir söz kalmaz. Ama biyolojik bir gerçek vardır. işte söze işin yapısal gizemindeki, o adeta amaçlı, biyolojik özellikten başlamak istiyorum.

Her organın bir görevi var
Bedenimizdeki duyu sinirlerinin her biri, kendi görevlerine göre ayrıcalık kazanma yeteneğe sahiptirler. Dilimiz tat duygusunu algılar. Bir damak aralığı uzaktaki burnumuz da, koku duygusu için programlanmıştır. Görme, duyma, sıcak-soğuk gibi uyarımları da algılayan sinirler kendi alanında görev yaparlar.

Cinsel organlara yayılan bölgede görev alan sinirler de, dışarıdan gelen ritmik sürtünme ve uyarımları, cinsel haz duygusu olarak beyne taşırlar.

Zincir kemiğinin alt bölgesinden ayrılan ve bu amaçla görevlendirilmiş sinirler, erkek ve kadınlarda cinsel organlara giderken, bu sinirden ayrılan bir dal, anüs ve iç bölgelerinde yayılır. Bu nedenledir ki, bu bölgelere yapılan ritmik uyarılar cinsel haz olarak algılanabilir.

Birden bire akla şu müthiş soru gelir: Doğa erkeklerin eşcinsel, kadınların da anal zevklenmesinden yana mı? Çünkü evrimin olağanüstü aşamasına ulaşmış insanoğlunda, ne bir hücre fazla, ne de azdır. Her şey yerli yerindedir. Örneğin kaşımız "güzel görünelim" diye değil, alnımızdan akan ter ve suyun gözümüne kaçmasını önlemek için vardır. Kirpiklerimizden tutun da, burun içi kıllarına kadar her şeyin bir gerçeği ve görevi vardır.

Ağzımızla burnumuz arasındaki, o bir santimi bile bulmayan damak kemiğinin üstüne koku, altına tat sinirleri koyan doğa, bu evrimde anal bölgeye zincir kemiğinden (omurilikten) ayrı bir sinir gönderseydi, eşcinselliğin anal zevklenme olayı, daha başından biter, bu konudaki tercihler de doğarken yok olur giderdi.

Doğa yanılmaz!

Doğa eşcinsel olmayı onaylamaz, çünkü onun yasaları kesindir, bunlar da iki temel içgüdü ile belirlenmiştir.

YAŞAMA VE ÇOĞALMA iÇGÜDÜLERi.
Peki doğa yanıldı mı? DOĞA ASLA YANILMAZ.
Öyleyse bu özellik, neden ve nereden kaynaklanıyor? Bunun yanıtını kendi teorimle vereceğim.

insanlarda libidinal enerji diye bir ucu cinselliğe dayanan, yaşama enerjisi vardır. Bu enerjiyi, tüm yaşamsal salgı bezleri besler. Bu enerjinin yokolması durumunda kişiler ya depresyona girerler ya da mistisizmin şemsiyesi altına sığınırlar.

Oysa yaşamak dinamik bir mücadele işi ve varolma savaşıdır. işte o varolma savaşında, doğa da varolur, kendi bütünlüğünü korur. Tıpkı bir saatin ufak bir dişlisinin kırılıp zedelenmesi halinde, saatin tüm işlerliğinin bundan etkilenmesi gibi, doğa düzeninin, bu evrensel dişlilerini korumak, yaşamsal amacımız ve görevimiz olarak, gene biyolojik kurgularla üzerimize yüklenmiştir.

Doğanın ahlak kuralı yoktur!
Eğer herhangi bir nedenden, erkeğin (ya da kadının) cinsel organı işlevsiz hale gelmişse, libidinal enerjinin korunmasında, doğa insana, 'Dert etme, ikinci bir enerji zevklenme kapın var' der gibidir. Çünkü doğanın ahlak kuralları yoktur. Onun kuralları, bir bütünün parçası gibi bütünün tümünü içeren bir anlam ve görevle canlıya özgüdür.

Bu felsefi gibi görünen, ama biyolojik kurallar çerçevesinde, bilimsel olarak yadsımayan teorimin, tek başına kendisi bile, bu konuda eşcinselliği birkaç formülle yorumlamayı engellemektedir.

0-7 yaş arası, psiko-seksüel gelişim döneminin takılmaları, ondan daha öncesi, eğer öyle doğmuşsa genetik özellik, ergenlik yaşındaki eşcinsel deneyimler (bunlar yüzeyel sürtünmelerde olabilir) bunların akılda takılıp kalması, çocuklara ve gençlere tuzak kuran, bu alanın kulağı kesikleri! aldatmacalar, alkol ya da uyuşturucunun etkisinde, iradesinin zayıfladığı anlarda yaşanan olaylar, sosyo-ekonomik zorunluluklar vb... tümü bu konuda rol oynar.

Aslında sadece 0-7 yaş arası, psiko-seksüel gelişimde, çocukların cinsel kimliğinin oluşumu ve bu sırada çocukların eşcinsel eğilimden uzak tutulmaları, bir kitap içeriği kadar geniştir.

Yapılacak bir şey yok
Cinsel tercihi kendi cinsine yönelik olan erkekler, eğer bu yönelişlerine ergenlik ya da 17-18 yaşlarında başlamışlar, yirmili yaşların ilk yıllarında da bu duygu ve eylemler sürmüşse, tedavide onlara yapabileceğimiz fazla bir yardım yoktur.

Sadece: "Bunu ne bir üstünlük ne de aşağılık bir davranış gibi görün, toplumdaki yerinizi, özellikle üretim-tüketim bağlamında alın. Bu tercihinizi asla bir başkalarına taşımayın," diyoruz. Örneğin (eğer doğruysa) HOLLANDA'da eşcinsellerin oranının yüzde 45 olduğundan sözediliyor. Los Angelas'ta yüzde 33 deniliyor.

Bunca insana uzaktan ve yukarıdan fetva vermek, boş ve temelsiz olacağı gibi, milyonlarca insanın, bildikleri yoldan ayrılacaklarını ummak da bilimsel bir yanılgıdır. Oysa bu insanlar da hepimiz gibi, bu evrenin bir parçasıdır.

Beni asıl düşündüren bu orandaki erkeklere karşın, doğumla yüzde elli-yüzde elli olan kadınlar ne yaptıkları ya da ne yapacakladır?"

Bu sorun bir çığ gibi yuvarlandıkça büyüyor. Aklınıza gelebilir ya da düşünebilirsiniz ki, insanlık dejenere mi oluyor? Bu ÇOK YANLIŞ olur. Çünkü evrimin kuralında geriye gitme ve dejenerasyon değil ileri doğru yol alma vardır. Bu tür olaylar, toplumların zaman dilimlerinde yaşadıkları, zaman tüneli gibidir.

Kimbilir; DOĞA NEYLERSE GÜZEL EYLER özdeyiminden hareketle, doğa yanılmışsa bu insan oğlunun neredeyse doğanın kendi kurallarını, yapısını ve dengelerini bozacak kadar akıl üstünlüğünü kazanabileceğini hesap edememiş olmasından kaynaklanmıştır. Belki de dünyanın milyonlarca insanı taşıyamayacağının hesabını yaparak, nüfus patlamasının yolunu kesmek için, böyle bir seçeneği çözüm olarak koymuş olabilir.

Bu durumda, asla eşcinsel duygular ve eğilim ve de kişilik taşımadıkları halde, anal zevklenmelerinden paniğe kapılanlara sesleniyorum: Eşcinsellik bir kimlik olayı ve sorunudur. Erkek böyle bir duyguya sahipse, kadınlık rol ve görevini özümler, duygularıyla davranışlarıyla öyle yaşamayı düşler. Yoksa anal zevklenmenin eşcinsellikle hiçbir ilgisi yoktur.

Nitekim pek çok evlilikte, gerek erkekler, gerek kadınlar bu cinselliği yatak odalarında keşfettiklerinden olabilir ya da kötü çelişkilerinin sıkıntılarıyla bize sorular sormaktadırlar.

Erkekliğin olağanüstü körüklendiği toplumumuzda, erkekliğe gölge düşürecek her şeyi panikle değerlendiren erkeklerimizden erkekliklerini! etkileyen bir tarihsel olayla bitireceğim sözlerimi.

Yazı dizimin başında bir Baltacı Mehmet Paşa ile Katerine öyküsü sunmuştum. Şimdi gene böyle bir tarihsel belge nakledeceğim. Hepiniz bilirsiniz, Yavuz Selim, Çaldıran Seferi'ne giderken, uzun günler yaşanan yolculukta, Yeniçeriler bıkmış, yorulmuştur. Bir sabah, padişahın çadırına bir ok atılır. Bunun anlamı "bu seferi iptal edelim" gibi, adeta bir başkalıdırı uyarısıdır. Yavuz Selim çadırından çıkar, atına atlar ve ünlü şu sözleri söyler: "Bu sefere ben tek başıma da giderim, kahramanlar, yiğitler ardıma takılsın; korkaklar ve hainler ise karılarının yanına dönsün."

Korkaklık ve hainlikle 'karılarının yanına dönme' eylemi, eşdeğer tutulmuştur. Erkeğiz, hem de sapına kadar erkeğiz. Hem de tarih yazarlarımız da böyledir. Ancak unutulan bir şey var o da şu; o tarihte ve o tarihten, en az yüz yıldan fazla bir zamandır, yeniçerilerin karıları yoktu...

işte yaşamımızı ve özellikle cinsel konudaki değerlerimizi, böylesine yalan etkilerle, yanlış belirleyen bize özgü bir kimlik taşıyoruz.

Aşağıda söyleyeceğim sözü, sayın Ayşen Gruda'dan duymuştum. "Nasılsın" diye ona sorduklarında "Nasıl olacağım, Türkiye'de yaşıyorum, kadınım ve Müslümanım. Nasıl olmam gerekiyorsa öyleyim," diye yanıt vermiş. Söz seninse ağzına sağlık sayın Gruda. Değilse bize aktardığın için teşekkürler. Ama bir-iki cümle de ben eklemek istiyorum.

Erkeğiz, yaşamımızdan kadınlarımızı dışlayarak, kurduğumuz erkek-erkeğe dünyamızda en büyük ihaneti kendimize yaparak, farkına bile varmadığımız yalnızlığımızı ve zavallılığımızı böbürlene, böbürlene yaşıyoruz."