bugün

unutursam fısılda

marmaris'te sinemada dopdolu salon da izlediğim bir çağan ırmak filmi. ( bodrum'da kış uykusu'nu izlerken koskoca salon da sen ben bizim oğlandık, çağan ırmak her zamanki gibi dolu tribünler önünde)

aslında bu tanım bile çağan ırmak'a ait bir tarzın / üslubun artık iyiden iyiye oluştuğunu göze sokar nitelikte. peki neden böyle dedik? dilimiz döndüğünce yazalım. bir kere çağan ırmak köklerini eski türk filmlerinden alıyor, kendisi her ne kadar ömer lütfi akad isminden ve ağırlığından bahsetse de arzu film ekolüne dek götürebiliriz üslubu. yani o eski türk filmlerinin bilindik sıcaklığı var ya onun izini aile olgusu temelinde sürmekte. kimi diyebilir ben o dönemin filmlerinin sıcaklığını artık yeni türk sinemasında görmek istemiyorum. valla bu düşünceye de saygı duyulur da çağan ırmak artık bu konuda yani geniş kitlelerin bam teline dokunma konusunda eski türk sinemasına selam çakarak kendisini çoğu insana sevdirdi. tabii yaptığı işler derinlik mi yahut tribünlere fazla mı oynuyor veya evrensel hikayeler anlatmıyor mu? bunlar da ayrı ayrı cevaplanası hedeler...unutursam fısılda bu ülke insanları için yeterli bir hikayeyken avrupa'da kelebeğin rüyası gibi ilgi uyandırmayabilir. yani neresinden bakarsak bakalım çağan ırmak'ın işin şifresini çözdüğü kendi halkının beğenilerini keşfedeli çok olduğu bu uğur da sinemayı da bir araç olarak gördüğü ve ciddi manada işin gişesinde, ticaretinde olduğunu iddia edebiliriz. sanırım buna kendisi de itiraz etmez. ki prensesin uykusu 'nda bu haltı dillendirdiğini de net olarak biliyorum.

şimdi bu genel hatlarla değerlediğimiz çağan ırmak sinemasının akabinde unutursam fısılda'nın artı ve eksileri üzerine odaklanalım.

bir kere patlak mısır eşliğinde sinemayla kıyısından köşesinden ilgili her kuşaktan insanın bu filme gideceğini düşünenlerdenim. bazısı hüzünlenir, bazısı noksanlar bulur ama şu var iyi vakit geçirir efendim. yani ırmak'ın bu filmine gidilmeli. onun kasıtlı olarak derinlere girmeden yarattığı tempo da ve hızlılıkta keyifli vakit geçirme garantisi veriyor film. ve bunu en kolay yoldan müzikle ve yaşama dair kendi istediğini yapma ritüeli üzerinden yapıyor. film belki de iki jenerasyonu birleştirme görevi görürken genç ve tecrübeli oyuncuları bir arada gençlik ve yaşlılık argümanları üzerinden irdeleme şansı buluyoruz. ve açık ara ışıl yücesoy (abla), hümeyra (ayperi) ve köksal engür (erhan)'ü alıyor buluyorum kendimi. net abi oyun oynamaya çalışmakla hakikaten oynamak farklı şeyler. jenerasyon farkı üzerinden gerçek oyunculukları gösterdiği bir filme az da olsa vites büyüttürdüğü için ırmak'a teşekkürler. ki filmin en güzel sahnesi hümeyra ve ışıl'ın birbirlerini kıyasıya dövdükleri sahnedir nazarımda. hatta ayperi'nin geri dönüşü basit bir anlatım barındırsa dahi bu sahne hümeyra'yla gücüne güç katmıştır. iş müzik ve tutku olunca hümeyra kendi benliğini ifade etmekte zorlanmamış.

gelelim filmin büyük üç handikabına.

1) 68 kuşağı, 70'ler falan işin içine girmek zor. yani dönem portresi iyiden iyiye bir analize tabi tutulmamış. istanbul'a gelir gelmez üç kişinin polis tarafından kovalanmasıyla 70'leri resimlemiş olmuyorsun. evet istanbul'da değişen bir şey yok, fakat senin sinemanda da değişen bir şey yok. parodi tadında yüzeysel bir anlatım...zira bernardo bertolucci abimiz the dreamers'in son sahnesinde sokağı nasıl resimler? o anlatımsa bu nedir, bilemedim.

2) başarısız dönem portresi kadar filmin fazla hızlı akması ve deyim yerindeyse yüzeysel bir ayrılık hikayesiyle noktalanması. abi çok sevdin ve sevildin koptun istanbul'a tutku ve inanma temalı bir şekil de geldin sonra da sarhoşken atıştın bir daha da bir araya gelmedin çok büyük fikir ayrılıkları mı vardı peki? buralar hızlılığa esir oldu. tabii genel izleyici kitlesi bunu sorgular mı bilemiyorum da dikkatler ayperi'nin üzerindeydi tarık istediğini yapamıyorduyla geçiştirilemeyecek bir ayrılık hikayesi pardon fiyaskosu bu? üstelik adam alkollü... tartışma yüzeyselin hası, dibi.

3) unkapanı - plakçılar çarşısı kuyruk falan iyi de o dönem insanlar istediği müziği hem ülkemizde hem de dünyada daha rahat yapabiliyordu. zira bu ülke en büyük değerlerini barış manço'ları, erkin koray'ları, cem karaca'ları, selda bağcan'ları o dönem yarattı. neyin kuyruğu abi? şu olabilir 80 askeri darbesi sonrası köyden kente göçle bir kültürel ve ekonomik buhran yaşadık ya sazını, bağlamasını alan müzik yapıyorum diye taşı toprağı altın şehire koştu ya. iyi de bu dönem o dönem değil ki. 80'ler farklıydı ve film de çizilen portre 80'leri yansıtıyordu. lakin film 68 kuşağını, çiçek çocuklarını resimlediğini ifade ediyordu. işin bu kısmında yaratılan temel argüman ''istediğimiz müziği rockı bize yaptırmıyorlar edebiyatı'' sanki havada kalmış ve hızlılıkla bir parodiye dönüşmüş gibi.

sonuçta izleyin ben hala karanlıktakiler ve mustafa hakkında her şey 'le ansam da ırmak alıcısının dekoderini çözeli çok olmuş. ve bildiği yolda yürüyor, dolu tribünler önünde.

belki her yerde defalarca söylenmiştir de bir kere daha söylemekte yarar görmekteyim. sen ne mükemmel kadınsın be hümeyra!

edit: yönetmenin ömer lütfi akad sevgisine binaen vesikalı yarim sinemalarda...

10 üzerinden 7!