bugün

sevgiliye kitap hediye etmek

yapılırken kırk kez düşünülmesi gereken bir güzellik.

rahmetli dedem emekli edebiyat öğretmeniydi. bana da edebiyatı o sevdirdi sayılır. kendisi şiir yazıyordu. roman yazmaya hevesim olduğunu biliyordu. bir gün; tanıdık bir matbaacısının olduğunu, senin romanını da, benim şiirlerle birlikte kitap haline getirebileceğimizi söyledi. sevinmiştim. üç tane olsun, yeter demiştim. yetmedi.

iki yıl önceki sevgililer günüydü. o'nunla bir kafede buluştuk. hediyesini bekliyordu. insan, sistemi sevmese bile içinde yer almaktan kaçınamıyordu. elimde bulunan, özenle sarılmış olan hediyesine baktı. vermeyecek misin diye sordu, gülümsedi. vermeyeceğim dedim, uzattım. eline aldı. kitap olduğu her halinden belliydi. asıl hediyeyi bekliyormuş gibi gözlerime baktı. bir şeyler söylemem gerektiğini düşündüm. hangi kitap olduğunu niçin merak etmiyordu? yüzümü buruşturup açmayacacak mısın diye sordum. bir şey demedi. paketi kendisi hazırlamış gibi düzgünce yırtabildi. kitabı gördü. kafasını yavaşça kaldırıp senin kitabın mı diye sordu? şaşırmıştı, niye sevinmemişti peki? “‘birörnek sevgi’ ha” deyip bana baktı. ilk iş olarak bu kitabı okuyacağım dedi. her şeye rağmen sevinmiştim. elimi cebime attım. gerçek bir gülüş gösterseydi vermeyecektim. gündelik masraflarımdan kısarak biriktirdiğim parayla aldığım yüzüğü çıkardım. kitaba ağzıyla gülmüştü. şimdi gözleriyle de eşlik ediyordu. parmağını elime alıp, yüzüğü taktım. mutlu olmuştu. kadınlar böyle mutlu oluyordu.

birkaç gün geçti. mutsuzdum. kaynağı da belliydi. neden bir çaresini bulamıyordum? bulmak mı istemiyordum? aradım, telefonlarıma düzgünce bakmadı. baktığında, kısa cevaplarla konuşmalarımızı bitirdi. biliyordum. aynı şeylere değer vermiyorduk. en başından beri belli değil miydi zaten? "belliydi." zaman sonra aradı. taksimum'dayım ben. buluşalım dedi. aklımdan yüz şey geçti. hiçbiri iyi değildi. merak duygusu, geriye giden ayaklarımın yönünü değiştirebilecek kadar güçlüydü.

kafeye gittim. sinirliydi. insan sinirli halde bulunuyorken gözleri hiçbir şeyi görmüyordu. yanına gidene dek beni göremedi. selam verip karşısına oturdum. almadı. "almasın." ellerini izledim. çantasının fermuarını hızla çekti. kim bilir kaç yılda yazmış olduğum romanı çıkardı. yırtıktı. insan böyle mi katil oluyordu? kendimi tuttum. kitabın kapağını yırttı, bağırdı: "kim bu zehra?" dedi. bağırdı: "kim bu elif?" bağırdı: "kim bu kadınlar?" aralarında annemin adı bile vardı. gözleri bu kadar mı dönmüştü? kağıtları söküp, buruşturarak yüzüme fırlattı. ıskaladı. ben neredeyim dedi bu romanda. yoktu. bir dahaki romanımda yerini sağlamlaştırmıştı. bilmiyordu. nasıl bağırıyordu böyle? insan bağırınca haklı mı oluyordu? on yıl sonra sessiz kalmamın bir cevap olduğunu anlayacak mıydı? annemden ne istemişti peki? bağırmaya devam ediyordu. rahmetlinin desteğiyle, yıllarımı alan yazı bütünü artık paramparçaydı. yüzüğü taktığımda anlamalıydım. anlamamış mıydım sanki, gözleri nasıl da parlamıştı. yüzüğü neden fırlatmıyordu? "birörnek sevgi." romanın adı buydu. kadınlar böyleydi işte, sevgisi yüzüktü. dünyada o kitaptan iki tane daha bulunuyordu. biri bende, diğeri ise dedemdeydi. yanlış yapmıştım. oysa aldığım yüzük gibi milyonlarcası vardı. çok daha iyi milyarlarcası vardı. işte kadınlar böyleydi. neye önem vereceklerini bilmiyorlardı. arkamı döndüm, fazla bile dayanmıştım. orada sadece romanım yok olmamıştı, romanımla birlikte sevgimi de yıkmıştı. bu kez ayaklarım geri geri gitmiyordu. aşağı indim. buruşturulmuş bir kağıt gördüm. aldım, içini açtım. benimdi. güldüm. dedem aklıma geldi. o da gülerdi. kaybetmedin, kurtuldun derdi. kaç saatte yazmıştım bu sayfayı? "şimdi yırtık." birkaç cümle okuduktan sonra bir cümle dikkatimi çekti. okudum. "... kadınları sevmek çok zordu."