entry'ler (32)

şişme bebekle sevişen adam

derler ya hiç kimseyi yadırgama, gün gelir aynısını sen de yaşarsın diye..valla tutamayacağım kendimi, yadırgayacağım; hatta bakın yadırgadım.

arkadaş, bu nasıl bir yokluktur. insan bir plastikle nasıl sevişir aklım almıyor. "e canım biz de şehvet, tutku aramıyoruz; amaç boşalmak" diyenler olacaktır. "bunun için kendinizi bu duruma düşürmeyin, gidin başka yöntemler kullanın daha iyi" diyeceğim ben de.

(bkz: humans) diye bir dizi var; insanlar ev işlerine, çocuk ve hasta bakımına yardım etmeleri için evlerine robot (insandan farkları yok görüntü olarak) alıyorlar. robotların her iş için ayarlanmış modları var. tahmin edileceği üzere seks modu da yüklenmiş durumda. adamlar&kadınlar bir süre sonra robotları arzulamaya başlıyor. birbirleri ile olan iletişimsizlikleri onları robotlara itiyor, ama sonra ne oluyor? mekanik ve duygusuz sevişme tatmin etmiyor; özellikle kadın cinsi ilgi istiyor, şefkat istiyor, aşk istiyor.

demem o ki, boş verin şişmiş plastiklere boşalmayı; biraz emek harcayın, sevgili bulun da aşk yapın. bir kadını gerçekten öpmek, saçlarını okşamak, teninin sıcaklığını hissetmek hiçbir şeye benzemez. bir kadın olarak ben de yapar mıyım diye sorguladığımda, yok diyorum olmaz. duygusuz olmaz..

şahsi tarihime not düşüyorum

berbat bir dönemden geçiyoruz, rte'nin hırsları ve gözü dönmüşlüğü yüzünden şehitler veriyoruz. türk, kürt, polis, asker fark etmiyor. türkiye tarihi çok kötülüklere sahne oldu, olmaya da devam edecek. fakat bu kadar cahil, egoist, açgözlü, sevgisiz insanlara denk gelinmedi diye düşünüyorum.

12.08.2015'de şahsi kanaatim şudur ki, geri dönülemez bir yoldayız. sıradan bir insan olarak, kendi bütçeme dayanarak alım gücünün fazlasıyla düştüğünü söyleyebilirim. türkiye ekonomisinin geldiği noktayı anlamak için ekonomist olmaya gerek yok şu an.

insanların umarsız, gelecekten umutsuz, hayalsiz, sevgisiz olduğunu anlamak için de alim olmaya gerek yok. ekonomi geriliyor, insanlar mutsuzlaşıyor, eğitim seviyesi düşüyor ve cahillik tırmanıyor. tıpkı birilerinin istediği gibi.

bugün itibariyle söyleyebilirim ki, ülkemin insanları mutsuz. hepimiz kaygılıyız, hepimiz hüzünlüyüz. sıradan bir vatandaşın gördükleri ve hissettikleri bunlar.

şahsi tarihime not düşüyorum

ilk notum;

kardeşim ve sevgilisi arasında enteresan bir aşk var. dün şöyle bir cümle kurdu: "hayatım boyunca şanssız olduğumu düşündüm, tanrının bu anlamda yanımda olmadığına inandım. fakat bu aşk, bu kadın öyle bir geldi ki hayatıma; sanki tanrı toplu bir şans paketi verdi bana."

yakında bu aşk sayesinde, tanrıya da inanmaya başlarsa hiç şaşırmayacağım.

şahsi tarihime not düşüyorum

geriye dönüp baktığımda, hatırlamak istediklerimi yazacağım bir başlık olsun istedim. saçma sapan detaylar, aile ve dostlar arasında geçen diyaloglar, ülkeme dair ayrıntılar, abuk sabuk sözler, izleğim filmlerden sahneler, okuduğum kitaplardan kısa kısa cümleler...yani aklıma gelen ve unutmak istemediğim ne varsa yazacağım. umarım fark edilir ve diğer sözlük yazarları da yazarlar. topluca günlük tutmuş oluruz.

yeniden üniversiteye başlansa seçilecek bölümler

kesinlikle psikoloji. ömrümün sonuna kadar üzüleceğim okuyamadım diye. antropoloji de fena değildi ama ben psikolog olmalıydım arkadaş.

cahille tartışmak

"bilal'e anlatır gibi" anlatayım dedim, yine olmadı. hayatım cahillerle uğraşmakla geçti, yoruldum artık.

fortitude

büyük britanya yapımı, sky atlantic tarafından yayınlanan dizi. soğuk bir atmosfer, biraz gizem, hafif gerilim, dram, polisiye arayanlar için güzel bir dizi olacaktır.

küçük bir kasabada geçen olaylar sürükleyici bir şekilde ilerliyor ve bölümler arka arkaya akıyor. sahneler kısa kısa tutulmuş, bu yüzden sıkılmak pek mümkün değil. konusunu zaten okursunuz, benim için önemli olan konudan çok bunun nasıl aktarıldığı. oyunculuklar bu anlamda iyi, kısa sürede alışıp benimsenebiliyor karakterler. bunun dışında en önemli nokta şu; insanı ve hırslarını çok net aktarıyor dizi. dünyanın umurunda olmayan bu kasabada, insanların kendi egolarının ve para hırslarının onları ne hale getirdiğini çok net izleyebiliyorsunuz.

insanoğlu barınma, yiyecek bulma, aile kurma gibi dertlerini hallettikten sonra; nasıl da bencilliği onu yönetmeye başlıyor. doyumsuzluk, elindekilerle bir türlü mutlu olamama ve yetinememe, her daim başka heveslerin peşinde koşma onu esir alıyor. kutuplarda da olsanız, ekvatorda da olsanız insansınız işte. bu dizide daha çok para , daha çok şöhret, daha çok şehvet ve daha çok "ben" derken insanın nasıl çamura battığını güzel anlatmışlar.

ilk sezon çabucak bitti, ikinci sezon onayı alınmış. sabırsızlıkla bekliyorum diğer sezonu.

frp

birlikte olduğum kişi yüzünden senelerce frp oynayanları gözlemledim. kendim bir iki kez oynamaya çalışsam da başaramadım, çünkü saatlerce aynı masada oturmak bir süre sonra baydı.

gözlemleme fırsatı bulduğum kişiler yıllarını frp'ye vermiş, araştırmış, neredeyse her üniversitede yapılan conventionlara katılmış kişilerdi. bu kadar işin içinde olmalarına rağmen acayip sıkıcılardı dostlar. hepsi türkiye'nin en iyi üniversitelerinde okuyan, en iyi bölümlerden mezun tiplerdi ama iki sohbet edemezdiniz. kız arkadaşlarıyla sohbetlerimde, özel hayatlarında da sıkıcı olduklarını öğrenirdim.

genelleme yapmak istemem ama tanıdığım frp oynayan kişilerin neredeyse tamamı "tembel". öyle böyle değil ama bildiğiniz aşırı tembeller. bu arada odtü, itü, boğaziçi allah ne verdiyse tüm çevrelerden oyuncular tanıdım; öyle üç beş kişi üzerinden yapmıyorum bu genellemeyi. bir kaçı evlendi de, eşleri sayesinde tutundular işlerine.

baskın karakterli olanları, aşırı egolu oluyor. bunları oyunlarda hemen fark ediyorsunuz, daha yarım saat geçmeden birbirlerine giriyorlar. "o kural öyle değil böyle" diye saatlerce tartışır bu tipler. silik olanlar ise, verilen karakteri alır elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışırlar. kağıt kalem ellerinde düşmez, ders çalışır gibi çalışırlar karakter özelliklerine. bunlarla çok dalga geçer egosu yüksek olanlar.

bana kalırsa 18-30 yaş arası oynansın, hadi 35'e kadar sürsün. ama 40'a gelmiş adam artık oynamasın arkadaş. türkler'de mi sıkıntı var bilmiyorum ama denge kuramıyor bizimkiler. arkadaş oyununu oyna, kendini kaptırma. oyunda rol yapa yapa gerçek hayatlarında da çok iyi yalan söylemeye başlıyorlar. mümkün değil yalanlarını ayırt edebilmeniz, adam deneyimli ve kendisi öyle inanıyor ki söylediklerine sen de inanmış buluyorsun kendini.

bilgisayar oyunlarını, frp'yi, rpg'yi falan fazla abartmayınız gençler. tadında bırakın, gidin organizasyonlara mis gibi takılın. her hafta evde oynarsanız, kimse çekmez sizi benden söylemesi. yalnız fantastik kitaplar okuyunca, çizgi romandan başka bir şeye adapte olamayınca da olmuyor. bin tane tür var, fantastiğe saplanma n'olur.

bir de bu kadar eğlenceli bir olayın içindeyken; günlük hayatınızda nasıl bu kadar asık suratlı, sevdiklerinize karşı ilgisiz, tembel, aşırı egolu olabiliyorsunuz hayret. her şeyi ben bilirim tavrı en belirgin özelliğiniz. dediğim gibi çok fazla gözlem içermektedir aktardıklarım, bir de eskidi tabi benim zamanımdakiler. umarım yeni jenerasyon daha öz güvenli, egolarını törpülemiş, daha eğlenceli olmayı başarabilmiştir.

true detective

(#)https://www.youtube.com/watch?v=3NItT8vlq3I
marty watches season 2

aysun altay

gencecik, güzeller güzeli bir kadın. abisinin sapkınlığı yüzünden altından kalkamayacağı bir yükün altında ezilmiş.

eminim direndiğine, başka çareler aradığına; ama artık dayanamamış. ne desek boş, bu ülkede boş. kelimeler yine boğazımızda düğüm düğüm oldu. yine canımız kendi kardeşimizin başına bu felaket gelmiş gibi acıdı..ama ne fayda. bir kadın daha, bir can daha erkek şiddetine kurban gitti.

aile şikayetini geri al diye baskı yapmış okuduklarımıza göre, bu bile ne kadar yalnız olduğunu gösteriyor sevgili aysun'un. kadın olmak zor, bu ülkede daha da zor.

la famille belier

uzun zamandır bu kadar doğal bir film izlediğimi hatırlamıyorum. inanılmaz sade, sıcacık bir film.

belli ki çok çalışılmış, sağır ve dilsiz aile bireyleriyle yaşamak ne demek çok güzel aktarılıyor. anneannem sağır ve dilsiz, senelerce onunla yaşamış biri olarak söyleyebilirim; hiçbir abartı yok sahnelerde.

--spoiler--

birkaç sahne var ki gerçekten gözyaşlarınızı tutamıyorsunuz; babanın kızının boynunu tutarak ona şarkı söyletmesi ve ses tellerinin titreşimlerini hissederek onu anlamaya çalışması mükemmeldi. annenin sarhoş olduktan sonra; kendiyle, kızıyla ve hayatıyla hesaplaştığı sahne çok iyiydi. bence en özel sahne; seçmelere katılan paula'nın, ailesine dönerek işaret dili ile şarkısına devam etmesiydi. düşünsenize mükemmel bir sesiniz var, fakat anneniz babanız ve kardeşiniz sizi duyamıyor. ama işaret dili ile onlara şarkınızı anlatabilirsiniz. en çok ağlatan sahnelerden biriydi bu da.

--spoiler--

gerçekten özel bir film, kesinlikle tavsiye edilir. bu kadar az yorum olması da ayrıca üzmüştür.

windows 10

kurulumu tamamladım, şimdiye kadar sorun yaşatmadı. benim gibi film izleme, internette gezinme, müzik dinleme, fotoğraf yükleme amaçlı kullanıyorsanız bilgisayarı sorun yaşamazsınız. oyun oynayan, ağır program kullanan kişiler belki daha farklı sıkıntılar yaşayabilir. şimdilik iyi diyebilirim, yavaş değil bu arada.

evlilik

"evlendikten sonra hayatım değişti, meğer ben mutluluk nedir bilmiyormuşum, bilmem kaç senedir ömrümün en güzel günlerini yaşıyorum, çok çok mutluyum" diyene henüz rastlamadım.

klasik tanımlamalara girmek istemiyorum, fakat evlilik şu aşamalardan oluşuyor sanki:

karşı cinsi görüp aşık olma; aşık olma dediğimiz şey cinsel anlamda çekicilik, tutku, aşırı sevişme isteği.

ardından gelen aşama; ben bu adam/kadın olmadan yaşayamıyorum evresi. bu evrede hemen ailelere gidiliyor, tanışmalar, iknalar derken hoopp düğün. biraz beklese, acele etmese hevesi geçecek halbuki. bu aşama evden uzaklaşmak isteyen, artık anne baba ile yaşamak istemeyen gençlerimiz için kurtuluş aşamasıdır aynı zamanda. yalnız evlendikten sonra, anne babadan maaş gelmeyecek onu belirteyim. baya baya faturalar size ait olacak (daha güzel bir tanımım vardı ama yazamadım işte).

bir sonraki aşama; bıkma, sorumluluğun fazla gelmesi, arkadaşları özleme, hani benim özgürlüğüm darlanmaları, anamın babamın evinde hayat daha mi iyiydi ne? sorgulamaları, ben artık sevişmelerimizden zevk almıyorum ya da niye artık sevişmiyoruz ki biz sorunsalı, ailelere aktarılan sıkıntılar ve aile bireylerinin olaya dahil olup durumu iyice sıvamaları vs aşaması.

son aşama; biz birbirimiz için yaratılmamışız, galiba ayrılmalıyız aşaması. bu aşamaya gelene kadar zaman su gibi akmıştır, seneler hızla geçmiştir ve iki taraf da yıprandıkça yıpranmıştır. feda edilen kariyerler, feda edilen seneler, feda edilen psikolojiler, feda edilen çocuklar derken iki enkaz kalmıştır geriye.

kadın ve erkek boşanır ve yollarına devam ederler. ama hiçbir şey eskisi gibi değildir artık. gülerler ama ağızlarında tat yoktur. eğlenirler ama yalnızca öyle görünürler. hele çocuk varsa, artık hayat bambaşka davranır size.

evlilik çok çok ciddi bir müessese; düşünen varsa, bir kez daha düşünsün derim. öyle deneme amaçlı, bir de ben şunun tadına bakayım diye yapılacak bir iş değil bu. size verdiği zararları yıllar içinde anlarsınız ve çok üzülürsünüz. çok da gerekli değil açıkçası.

sözlük yazarlarının itirafları

entry'leri okudukça, insanların içinde bulunduğu ruh hallerine şahit oldukça; anne/babalarını eğitime almak istiyorum. "arkadaş, sen ne yaptın bu çocuğa da böyle yaraladın bu insanı" demek istiyorum.

ülkenin zaten içine s.çan bir hükümet var, onlar zaten insanlarda düzgün bir ruh hali bırakmadılar. anlıyorum senin de psikolojin yerinde değil, ama iki sevgi kırıntısı göster de bu kadar mutsuz olmasın bu genç. biraz sevin çocuklarınızı da, azıcık mutlu hissetsinler.

eleştiriye gelince, hepimiz aslan kesiliyoruz, "vaayyy ne kötü başlıklar açılıyor, bunlar çok cahil, hep seks düşünüyorlar" diyoruz. o kadar büyük ki ruhlarındaki boşluk, ne yapsınlar? tutunmak zorundalar. eleştirmek yerine, sevin çocuklarınızı.

samsara

2011 yapımı, ron fricke belgeseli. bana göre görsel bir şölen. ilk sahnelerde "bir anlatıcı olsaydı daha iyi olmaz mıydı?" dedim. sonrasında ise neden diyalog ve anlatıcı olmadığını çok net gördüm. tamamen size bırakılmış anlatım, eminim herkes farklı tatlar almıştır. dünya, insan, doğum, yaşam, ölüm, vahşet, karmaşa, sadelik, olağanüstülük vs ne ararsanız var. o kadar çok sahne var ki anlatılması gereken. aslında anlatılmaması gereken. yalnız izlemek ve hissetmek gerekiyor. ben "bu zamana kadar nasıl izlememişim" diye baya hayıflandım. müzikler inanılmazdı, her görüntü için özenle seçilmişler sanki. mutlaka izleyin mutlaka..

köle ruhlu türk kadını

biz kadınlar delirmiş olmalıyız! ilk nerede başladı, kiminle başladı bilmiyorum ama türk kadınında köle ruhu olduğu açık. kafamı nereye çevirsem bu kadınlar çıkıyor karşıma. bunların içinde en yakın arkadaşlar, annem, arkadaşlarımın anneleri, tanıştığım birçok kadın vs var. sanki biri bebekken bir program yüklemiş bu kadınlara ve hayatları boyunca böyle olmaları gerektiğine inanmışlar.

daha ortaokul-lise çağlarında başlıyor bu delilik. "hadi bakalım babana, misafirlere hizmet et" şeklinde ilk tohumlar atılıyor. büyümeye, olgunlaşmaya başladıkça bu misyon daha da yerleşiyor. ahh hele o evlilik denen müessesede, alternatifsiz "erkeğine hizmet etme algısı" yerleşip kalıyor kadında. bu öyle bir gömlek ki, giyiyorsun ve bir daha çıkaramıyorsun. yani istesen de olmuyor, sen artık böylesin.

en son başıma gelen olay: arkadaşımın annesi, eşinin onu aldattığını öğrendi, maillerinden fotoğrafları da görünce işi tescilledi. onurlu ve gururlu annemiz, anında boşanma davası açtı. o kadar sevindim ki böyle kararlı oluşuna. öyle dik duruyordu ki, gurur duyduk hepimiz. dava günü geldi ve eşiyle beraber mahkemeye gidip boşandılar. peki sonra ne oldu? eve beraber geldiler ve o günden beri de beraber yaşamaya devam ediyorlar!

adam evden gitmeyi aklının ucundan geçirmiyor, "iyi tamam istediğini yaptın ve rahatladın, artık yolumuza devam edelim" kafasında. evin iki kızı akıllarına mukayyet olma gayreti içindeler. adam mutfakta masaya oturuyor ve "hadi bana yemek koy" diyor eski karısına. ve o kadın hiç gocunmadan devam ediyor ona hizmet etmeye. "tencereden yemeği alıp, tabağına koyamayacak kadar aciz misin be adam!" diyemiyor. "neden evden gitmiyor, neden sen gitmiyorsun, neden hala bu adama hizmet ediyorsun?" diyoruz, "nasıl git denir ki evin erkeğine" diyor.

arkadaşlarım işten gelip, yemek yapıp, çocuklarıyla ilgilenip; erkeklerini hoş tutmaya devam ediyorlar. yorgunluktan ölmek üzere hepsi. erkeğine iyi bak, ona her daim hizmet et diye kodlanmış bir kere. bunun karşılığında takdir ediliyorlar mı? tabi ki hayır. bir adama neden meyvesini soyar getirir, ağzına ağzına beslersiniz hiç anlamam. annem de yapardı bunu, şimdi çok pişman.

ben evliliğimde yapmam gerekenleri, görev olarak bilmedim. içimden geldiği için eşime hizmet ettim. baştan tavrım net olduğu için, çok nadir benden hizmet bekledi. alışverişe beraber çıkıldı, yemekler beraber yapıldı çoğu kez, öyle bütün tamir işlerinin peşinde koşmadım, ustaların başında beklemedim birçok kadın gibi. en son annem evinin tüm bakım işlemlerinin peşinde kendi koştu ve bütün ustalarla kendisi muhatap oldu. babam ustaları görmedi bile. o kadar emindi ki, annemin her şeyi halledeceğinden. kadın öyle bezdi ki hayatından, yeni evine hevesle taşınamadı bile.

tabi köle ruhu taşımadığım ve erkeğime her daim hizmet etmediğim için, evliliğim şahane mi oldu? çok mu takdir edildim? ona da hayır. sonu boşanma. yine de şimdi geriye dönüp baktığımda, "aman da senelerimi verdim, saçımı süpürge ettim" tribine girmiyorum. yeniden evlendiğimde yine hizmetçi kadın profilini benimsemeyeceğim.

biraz canınızın kıymetini bilin, şu dünyada sizden daha önemli kimse yok. size değer veren, saygı duyan, emeğinizin kıymetini bilen, takdir eden adamlara kıymet verin. onlara zaten içinizden gelerek emek veriyorsunuz ve bu sizi mutlu ediyor. yoksa odun odun adamları yontacağım diye uğraşmayın.

son bir şey, misafirliğe gelen eşinize dostunuza aşırı hizmet etmeyin. en gerildiğim anlar, daha çayımın son yudumunda "çayını tazeliyim" diye koşturan kadınlar. ya bırakın iki sohbet edelim, niye kasıyorsunuz? iş yerindeki suratsız avukat, dimdik yürüyen doktor, otoriter öğretmensin sen; niye evde kezban oluyorsun.

louis wain

1860-1939 yılları arasında yaşamış, ingiliz ressam.
louis wain denince, akla ilk gelen kedilerdir. kendisi kedi aşığıdır, ki bu en sevdiğim özelliği olmuştur. karısını çok seven wain, eşinin hastalığı döneminde onu güldürebilmek adına komik kedi resimleri yapar. olumlu tepki alınca, bu durum ilerlemeye başlar. eşi öldükten sonra, ağır bir depresyon sürecine girer ve şizofreni belirtileri baş gösterir.

neşeli, eğlenen kedilerin yerini; mutsuz, depresif kediler almıştır artık. şizofreni öncesi ve sonrası resimler incelendiğinde, aradaki sert farklar hemen dikkatinizi çekecektir. başbakan ramsey macdonald, wain'in şartlarını iyileştirecek bir fon açarak, ona sanat hayatı ve geçimi için destek olur. bu süreçten sonra çalışmaları daha da mükemmelleşmiştir.

herbert george wells kendisi için şöyle demiş; "o, kedileri kendisinin kılmış. bir kedi tarzı, kedilerden oluşan bir toplum, bir dünya yaratmış. o kadar ki, louis wain'in kedilerine benzemeyen ve onlar gibi yaşamayan ingiliz kedileri kendilerinden utanır olmuşlar." daha ne desin adam.

20 000 days on earth

(bkz: nick cave)'in dünyadaki 20,000. gününü anlatan belgesel film. nick cave malumunuz çok yönlü bir sanatçı. kendisi müzisyen, yazar, aktör. yazma tutkusu, adeta varoluşunun anlamı. belgeselde nick cave'in bir gününü izliyor ve yaratım sürecine tanık oluyoruz.

nelerden ilham alıyor, aslında somut şeyler (hava durumu gibi) onun hayatında nasıl ilham perisine dönüşüyor, kendi ağzından dinliyoruz. beni en çok etkileyen, onun anlatımı ile filmin oluşturulması. ara ara arabada eski dostları beliriyor ve bu sohbetler de mistik bir hava katıyor.

konser görüntüleri, şarkıların kayıt aşamaları, fotoğrafların hikayeleri, nick cave'in hayata bakış açısı derken; ortaya akıcı ve dolu bir belgesel çıkıyor.

eşini görememek hayal kırıklığı yarattı bende, çocuklarıyla olan sahnelerin de uzun olmasını isterdim. ikizlerinden biri geçtiğimiz günlerde hayatını kaybetti ve ben bu olaydan sonra izlediğim için, biraz buruktu çocuklarıyla vakit geçirdiği an.

böyle üretken ve dünyayı algılama çabasında olan bir adam iyi ki var. karizmasından bir kez daha etkileneceksiniz eminim.

boşanmak

5 yıllık evlilik ve ardından gelen boşanmadan sonra söyleyebileceğim tek şey; mutsuz hissediyorsanız, boşanmaktan asla korkmayın!

benim gibi başarı odaklıysanız, boşanmayı başarısızlık olarak görüp süreci uzatmanız çok normal. aileniz, arkadaşlarınız, eşiniz dostunuz ne diyecek diye kastıkça kasıyorsunuz. unutmayın, kapılar kapandığında yalnız eşiniz ve siz kalıyorsunuz o evde. buz gibi bir adama/kadına dokunmaktan daha kötüsü yok.

en sık duyduğum cümleler; "çok fazla emek verdim, düzenim bozulacak, sıfırdan başlamak kolay mı sanıyorsun, iyi kötü gidiyor işte daha mı iyi olacak sanki hayatım vs". benim de harika bir düzenim vardı, en iyi semtte yaşıyor, maddi hiç bir sıkıntı çekmiyordum. dışardan mükemmel görünen hayatım (ki bunu facebook fotoğrafları ile de tescilliyorduk), içerde kabus gibiydi. aşağılamalar, küçük görmeler, şefkatsizlik, sevgisizlik ne ararsanız vardı. bu arada üniversite mezunu, kariyeri olan bir kadın bu lafları işitiyordu ve mücadele ediyordu. önceleri kavga ediyorsunuz, sorguluyorsunuz ama bir süre sonra o da bitiyor. artık bomboş bir evde, yapayalnız yaşıyorsunuz.

ben aslında ikinci yılında verdiğim boşanma kararını, kurtaracağım hırsı ile 5 yıla kadar uzattım. şu an gerçekten harcadığım zaman için üzülüyorum. en iyi evlilik terapistlerine gittik inanın, ama oraya giderken bile bir yanım hep bitecek diyordu.

sizden önemli, sizden değerli hiç kimse yok. daha az parayla yaşayın, daha az lüks bir evde oturun, tatillere gitmeyiverin, altınızda araba olmayıversin..huzurunuz olsun yeter! korkmayın boşanmaktan, bunu yeni bir başlangıç olarak görün.

hayatımın en yalnız dönemi, evli olduğum dönemdi. yanlış bir seçim yaptım ve bedelini ödedim, ama bu bedeli ödemekten korkmadım. iyi ki yapmışım.

true detective

ve beklenen kırılma 5.bölüm ile başladı. nihayet istediğimiz kıvama geliyor dizi. ikinci sezonu tatsız bulanlar, bırakmayı düşünenler "devam etsin" derim ben.