entry'ler (146)

sözlük yazarlarının itirafları

büyük bir şehir de yaşamanın bile yetmeyeceğini düşündüğümde her yer küçük geliyor. öyle ki, dünyanın düz olduğuna inanıyorum, eşeğin sırtındaki tepsi olduğuna ya da. bir de uçurum hissi beliriyor içimde. her gün yürüdüğüm caddenin sonunda aşağı düşülen bir yer çıkacak sanıyorum bazı sabahlar, ama...

sanat değeri olmayan atatürk heykelleri yıkılmalı

güzel sanatlar terim sözlüğü der ki; Taş, tunç, ağaç, kil, alçı vb. gereçlerden, yoğrumsal değerler düşünülerek biçimlendirilmiş yapıtlara heykel denir.

denirse, (bkz: sanat değeri olmayan heykel) nedir?

merkez bankasından kredi kartı almak

ekonominin dibine vurulmuş bir sohbet sırasında, hiç konuşmayıp, konuşma boyunca pusuya yatmış, resme onlarca anlam yüklemiş ressam edasıyla susup tüm cehaletini tek cümlede ölümüne ortalığa s.çan arkadaşınızın patlattığı bombadır.

- abi aslında ekonomi ...
+ ya hacım bir şey dicem, biz niye merkez bankasından kredi kartı alamıyoruz?
- ?!/()&%?

(bkz: allah ım sana geliyorum)

george orwell

kitap okumaya kararlı kararsız başlıyorum sayfaları çevirmeye. içimde savaşlar çıkadursun dışım kaynıyor bu sıra. üstelik savaş kaldıramıyorum birden fazla. bilerek yine de açıyorum, yine de düşmanlarımı tetiklerdiğini biliyorum düşüncelerimin. bir iç savaş için söylenilebilecek çok şey var aslında. kan yok, silah yok, asker yok... bir iç savaş için söylenilebilecek çok şey yok aslında, sadece: "düşünmek suçtur buralarda." diye ilştirilebilinir bir kenara ve bir iğneden çok bir düş kırıntısı kullanılabilinir bu hususta.

sayfaları çevirmeden okumam gerektiğini anlamsızca bakan hislerimden anlamıştım kitaba zira oldukça manasız geliyordu bir kaç saman parçasını ritmik hareketlerle çevirmek bana. daha fazlasını vermeliydi ama içimde bir savaş gittikçe alevlenmekteydi. düşündükçe boğulacağımı biliyor olmak düşünmekten alıkoyamıyordu beni, "zor iştir düşünmek, bu yüzden az kişi düşünür" diyen adamdan ben hiç haz etmemiştim ki. asker yoktu ama ayak sesleri vardı içimde yankılanan, silah yoktu ama durmadan patlayan bir şeyler vardı o an.

önsöz'ü atlamam gerektiğine çoktan karar vermiştim bile. kimsenin bana bir at gözlüğü takıp dşüncelerimi daraltmasına ihtiyacım yoktu o sıra, zaten bir iç savaş esir alıyordu aklımdakileri usulca. çevirdim sayfaları yavaşça, ses çıkarmalarını istemiyordum zira. aklımda büyüyordu sesler, büyüyordu düşünceler. bir gün sığmayacağını biliyordum içimdekilerin aklıma, bu yüzden durmadan yazıyordum aslında.

sonra çevirdim sayfayı isteksizce, yalnızca bir cümle okudum düşünmeden önce:
"düşünce suçu ölüm tehlikesi yaratmaz, düşünce suçunun kendisi ölümdür."*

öldüm sonra.

*george orwell

21 grams

bir yudum su taşıyordum avuçlarımda, tek damlasını ziyan etmeden üstelik. nereye ve nasıl götürmem gerektiğini kestiremiyor olmadığımın hiç de önemi yoktu düşününce, yalnızca bir yudum su ağır geliyordu kollarıma öylece. bir kilo demir ile bir kilo pamuğun aynı etkiyi yaratması hiç de tanrısal değildi ve tanrılar hiç de adil. ayarı bozulmuş bir terazinin kollarından birinde olmam huzursuz ediyordu beni fazlasıyla, zira tartınca avuçlarımdaki su ağır geliyordu vucuduma, 21 gram.

zamansız gitmeler

vaktin kapıyı çaldığı andı içinde olunulan. her şey bir sonraki gelişe bırakılmalıydı artık, yaşanılacak her güzellik bir sonraki anda çalan olacaktı kapıyı. kalkıp usulca valize toplanılırdı aşk. (aşk, dön ölümden...)
sonra sorular esir alırdı bir süre, gözler bir neden arardı, yalnızca bir neden. bize ve şu gitmelere bir neden, sonuçları nedenlerin ucuna ekleyip tatmin olmaktı zira adem oğularına bahşedilen.
her şey belirsiz bir zaman diliminde gözlerde yaşanırdı. görülene dair kayıtsızlık unutulmaya meyilin diğer adıydı, unutuldu. mahkeme kayıtlarına firar diye düşen küçük bir beliriş ve kayboluştan ibaretti oysa şu gitmeler. küçük bir kıza anlatılan bir masalın başına iliştirilenden başka bir şey değildi "bir varmış bir yokmuş" diye bahsedilen.
dökülen parçaları yiyen, kuşlar olacaktı bu sabah kalbinden. ayak izlerini şuh bir rüzgar silecekti. her belirti geçmişteki yerini alacaktı usulca ve mahkeme kayıtlarına "bu gitmeler gitmek değil" diye düşülecekti umarsızca.

bir şafaktan bir şafağa,
bir akşamdan bir akşama,
merhaba demeden daha,
bu gitmeler gitmek değil...

zamansızdı her gidiş, tek biletle çıkılan bir yolculuktan bir daha hiç dönülemeyecekti.

bir yer var mi

bir an. herkesin öylece donduğu. durduğu o anda. aslında durmadığı, nefessiz kaldığı. durup nefes aldığı aslında. nefes alıp sustuğu. konuştuğu an belki ama duyulmadığı. hayır, konuşmadığı. sessizlikler ülkesinin en merkezinde bir yer. bağırışların duyulmadığı. hayır duyulduğu ama kulakların duymadığı o yer. ütopik değil ideolojik bir yer. eşyalar yok, sadece insanlar var susan. hayır konuşan ama duyulmayan. varlık var, nesne yok. görünmezlik var bu yüzden. herkes diğerinin görmediği. hatta işitmediği. ama var o yer, ütopik olmayan ideolojik yer. kayıtlarda görünen bir yer, bir videoya çekilebilen. ama olmayan yer o yer, insanların konuştuğu ama duyulmadığı, ideolojik ama ütopik olmayan, nesnelerin olmadığı ama varlığın hükmü yedi* diyar öteden bilinen o yer.

var mı?

tanrı ya mektuplar

bak geldik yine karşı karşıya. herkes ininden çıkıp geldi er meydanına. bu kez düşünce yok, kılıç yok kınından çıkmayı bekleyen. teşekkür etmek için buradayım sana yeniden. bilirsin işte insanları, tanırsın en az benim tanıyamadığım kadar. hani hep umudum var demiştim bir gece sana, inanıyorum ve umutluyum demiştim. umut etmek güzel şey demiştim, hani huzurlu şey. gülmüştün bana, ben o gülüşte bile umut dilemiştim sana. inanmıştım. küçük şeylerle mutlu olabileceğimden bahsetmiştim sana, sen bir göster, bak ben yaramaz bir çocuk gibi sokaklarda nasıl dönüyorum bale diye etrafımda demiştim hani. zaman demiştin kalbime, sabretmeyi öğren diye fısıldamıştın kulağına aklımın. sabretmiştim hani. her gece sertleşmiş, her sabah özür dilemiştim senden. lütfen artık bir kez beni de anladığını görebiliyim diye senden başka sen yok ki yalvarabileceğim hayatta! senden bir tane daha yaratamadı aklımdaki dünya, tektin, baş döndürecek kadar yüksek.
çok zamanın yok biliyorum, tanrım; sadece teşekkür ediyorum!

tanım olarak edit; kozlarını masaya yatırmaktan çok bir as'a dört kız feda etmektir inanmak ve yazmak mektup diye ona.

ölmek

insanların cani olduklarını düşündüğüm zamanlardı. şehrin cenaze kokan sokaklarında bir yenisi daha gidiyordu işte, gittikçe ayak sesleri küçülüyor yerini ağlayan kadınların yakarışlarına bırakıyordu. erkek olmayı da o zaman istemiştim ben, sadece taşıyorlardı, omuzlarında, akıllarında ya da her nerelerinde ise sadece taşıyorlardı onu. onun bunlardan haberli olma ihtimali sağırların koca bir ormanda düşen çınarın sesinin varlığını kabullenişi kadar olasıydı. yani olmayasıydı. ölmek yok olmaktı, oysa o ölmemişti, gömüyorlardı işte, bedeni vardı, küçücük aklım olanları almıyordu. insanlar cani olmalıydı bu şehirde.

yıllar sonra denize bakarken hatırladım, bir denize açılarak ölmek istediğimi. oysa ölümün anlık oluşu soğutuyordu her defasında beni bu fikirden. her deniz gördüğümde yeniden anımsıyor, bırakıyordum aklımı soğuk sulara, aklımın oltalarına takılıyordu diğerlerine göre sıradan bir ölüm hali. ne cesedim ne kokusu ne de yakaran kadınların seslerinin dokusu sinerdi bu şehre açılarak ölünen bir denizde. açılarak ölmek ve bu yazının sonunda "bakın!açıldım ve öldüm!" demek isterdim haykırırca, ama biraz daha yaşamaya karar verdim kollarında, biraz daha çok yaşamaya...

isviçreli bilim adamları

hamam böceklerinin de sabah mahmurluğu olduğunu kanıtladıkları çalışmadan sonra beni benden almış adamlardır. gazla çalışan insan teorisinden sonra onun daha gelişmiş modeli olan suyla çalışan insan üzerine çalışmalarımız devam etmekte kendleriyle.

hocayla dersten gecmek icin yapilan konusma

geneldde etkisi olmayan konuşmadır, hoca defansı etten örer, sağlamdır. önündeki maçlara bakmak gerekir, bu başka sınav olur, başka dönem olur, başka sene olur...

-hocam merhaba, ben şey...
-efendim?
-ben 59 almışım da, bir puanla... şey... yani...
-şimdi sana 1 puan versem, 58'ler de 59 oluyor. onlara da 1 puan versem sınavda 57 alanlar 59 olacak... velhasılı, herkesi geçirmem gerekiyor böylece birer ekleyip.
-bu kadar bilimsel bir açıklaması varsa allah benim belamı versin zaten hocam. teşekkür ederim.
-rica ederim yavrum.

bana bir sey soyle hadi

derdine derman olacak birderdimvarcevabı bulduğuna sevindim.
tanım olarak'tan; bilmemkaçıncınesil hemvarmışhemyokmuş yeni nickinin çok yakıştığı yazar.

zall ın çocuğunun büyüyünce admin olması

(bkz: görmemişin oğlu olmuş tutmuş admin yapmış)

insanı ölmekten beter eden cevap

-niye böyle yaptın remzi?
- (bkz: işte).

t bag

"ben sana ikinci nesil olamazsın demedim adam olamazsın dedim" diye burnunu sıkmak hogucucubucucuk diye sevmek isterdim ama sevinçten yüzüme işer diye vazgeçtim.
büyüğümdür, 2. nesil (yazıyla; iki) ne de olsa. bu yüzden zirve başlığını gördüğümde bsg çay koy da diyesim kaçtı saygıdan.
saygı ve sevgi bizden.

gölge

dümdüz bir yol vardı karşımızda, yürüyorduk birlikte. ikimiz de buraya nereden geldiğimizi bilmiyorduk, ikimiz de tanrının sevmediklerindendik anlıyorduk. duyu ve algı arasındaki ince çizginin yalnızca zekamızla çözülebileceğini sadece ben biliyordum, asvalt yola değdikçe kavrulduğunuysa sadece o. bir aynılık değildik onunla, aynı düzlemlerin kesişen doğrularıydık yalnızca. üstelik diktik birbirimize, zıtlığın yarım kalmışlığıydık benim tabirimce. bir amerikan film setinden fışkırmış olmalıydık ama bir arabamız yoktu. yolda bırakılmış olmalıydık ama biz kimseyle yola çıkmamıştık. evet, evet, buraya atılmış olamlıydık, başka bir evrenden buraya atılmıştık.

yolun sonsuz olduğuna inanmak istemedikçe, güneşin alnımda yarattığı kavrulma etkisi beni esir alıyor ve ben düşünmeden kabulleniyordum. daha kimbilir neler vardı böyle yaptığım, düşünmeden baktığım, düşünmeden saydığım. geçenlerde altı basamak kaldı demiştim ona, sonra dönüp basamakların altı oluşuna şaşırmıştım, işte tam böyle düşünmden yapmıştım. bu yolculuğa da tam böyle başlamıştım. o benim en ayrılmaz parçamdı ve gelmişti işte.

arkamdan gelmeyi seviyordu, kim bilir belki sadece güneşten korunmak için bunu yapıyordu. güneş dışımdakilerle içimde bir yerleri daha kavuruyordu, güneş dışımdakilerden çok aklımı alıyordu.

oturup dinlendik biraz yolun ortasına. bir sakıncası yoktu nasılsa. ne bir araba vardı geçen, ne bir leylek vardı göçen. anlaşılan tanrı ademoğullarından sonra yeni bir dünya keşfetmiş, meyveyi ağzımıza verip bizi burada terk etmişti.

konuşmuyordu benimle, anlatırken dinliyordu sadece. tepki bile vermiyordu üstelik ama beni anladığını biliyordum. hani susup da yürekten bağlanmak gibiydi onunkisi, ayaklarımızı bir kelepçeyle bağlamıştı yaratan sanki. hiç sormadım dilsiz misin diye, hiç sormadı neden anlatıyorum onca şeyi diye. sadece arkamdan geldi, hep geldi.

güneş batarken o da gitti,
kim bilirdi ki;
güneş batarken gölgemin beni terk edeceğini.

aşk

kıl kurdu gibidir aşk, sadece geceleri anüsten çıkıp izlerini bırakır insanlığa.

kişilik

üst üste konmuş fotoğrafların, çizgi film mantığıyla çevrilişiydi kişilik. arada algı çukuru vardı ve fakat, fotoğrafları da o renklendiriyordu.

saygı duruşu

noktalarımın saygı durduğu zamanlar bunlar. saygı kalışlarına her zaman dayanıklıdır bacaklarım, çok tek ayak üstünde durdu zamanında noktalarım. hep nerede duracağımızı bildik ne de olsa. ne vakit biri saygı diye fısıldasa kulağımıza, toplanıp durduk cümlenin sonuna. saygı duruşu dedik adına, öylece kalmaktan çekimledik bu eylemi üstelik, oldu da. güzel durdu hayatın üstüne duruşlar, saygı da eklenince manen doyurduk kendimizi. sevişmek gibiydi, tatmin oldu eksikliklerimiz.

gidenlere saygı duyduk, ben ve adlarına/ varlıklarına koyduğum noktalarım. öyle sıradan gitmediler üstelik, bir gece bir soruyla noktalarımı aklıma çakacak kadar marjinaldiler.
biz de uyduk onlara,
durduk saygıya.
saygı duruşu dedik adına da.

tarafsızlık

yoktur hayata uygulanabilir bir şekli. tarafsızlık yoktur ütopyaları dışında insanların. yolda yürürken çocuğunu döven bir adam görürsünüz. karışmazsınız. "tarafsız" olduğunuzu düşünürsünüz üstelik o sıra. aslında güçlü olanın tarafındasınızdır, ondan yana. yoktur hayatta, ya çizginin bu yanındasınızdır ya öte yanında.