bugün

entry'ler (22)

gelmiş geçmiş en iyi boksörler

başlık çoğul olduğu için tek bir isim yazma gafletine düşmeme gereğiyle beraber, en iyisinin muhammed ali olduğunu belirtmem şart. maçlarının hemen hepsini seyretmiş biri olarak, (sallamadan) rahatlıkla söyleyebiliyorum bunu...bir dünya neden sayılabilir bunun için: hızı, tekniği, zekası, ayak oyunları, akıl oyunları, dayanıklılığı, taktik disiplini belki en başta gelenleridir. asla bir "great puncher" değildir. mesele yumruk şiddeti olunca ilk 10 a bile giremez belki... ama onu büyük yapan etmenlerden biri de bu yumruklara dayanıklılığı ve kendisinden çok üstün fiziksel meziyetleri olan boksörleri devirebilmesidir. sırf bu dayanıklılığı sağlamak için antrenman boksörlerinden kasıtlı olarak tonla yumruk yer. (hastalığını buna bağlayanlar da yok değil.) boksun altın çağı olan 70'lerde hemen herkesin aslanlar gibi dövüştüğü, kimsenin kimseden korkusunun olmadığı, şimdiki gibi "satranç" oynanmadığı zamanlarda, ünvanını; vietnam'a gitmediği için haksız yere elinden alınmasından sonraki dönemde 2 kere daha kazanması, hiçbir zaman nakavt olmaması, kaybettiğinde dahi, "ayakta" kaybetmesi, (kaybettiği son iki maçında zaten hastalığı ve yaşlılığı belirgindir. aslında bu maçların hiçbir şekilde yapılmaması gerektiği de malumun ilanı olmakta.) ve asla durmayan çenesiyle o gerçekten de "the greatest".

diğer muhteşem boksörler de benim seyredebildiğim kadarıyla, genellikle yine aynı döneme ait olmak üzere sıralanıyor:

joe frazier; dayanıklılığı, asla pes etmeyen iradesi ve sol koluyla... (1971'de new yorktaki "yüzyılın maçı"nda, sonlarda çıkardığı müthiş solunu -kendi deyimiyle söylersek- ali'nin afrika'daki ataları bile hissetmiştir.)

george foreman; gelmiş geçmiş en büyük profesyonellerden ve yumruklardan biri oluşuyla. (bu adam, o devirde ali'nin, önce yenildikten sonra, güç bela yenebildiği frazier ve ken norton'u adeta paçavraya çevirmiş, buna rağmen zaire'de the greatest'ın büyüklüğü karşısında diz çökmüş ve yıkılmıştır. ali olmasaydı, onu o gazla yenebilecek kimse de olmayacaktı büyük ihtimalle. 70'lerin ivan dragosu desek yeridir. ron lyle ile 1976 da yaptığı maç izlenince, boksun bittiği rahatlıkla iddia edilebilecektir.

earnie shavers ve ron lyle; hiçbir zaman ünvan sahibi olamasalar da; balyoz yumruklu, korkusuz, gerçek birer savaşçı oldukları için...

ve elbette mike tyson... antrenörü cus d'amato'yu çok erken kaybetmese, don king'in güdümüne de bu kadar çabuk girmeyecek, buster douglas vakası hiç yaşanmayacak ve muhtemelen şu tecavüz olayı da, aklına gelse güleceği bişey olarak kalacaktı. ama ne yazık ki, öyle olmadı. buna rağmen, yaşlılığındaki ali'yi yenen holmes ve berbick'i hızlı emekliliğe sevkeden bir "sosyal güvenlik uzmanı", kimsenin yenemediği spinks'i daha 13. saniyede hayata küstüren "gezegenin en kötü adamı" o. gelmiş geçmiş en maymun iştahlı boksör. ali'nin hem genel, hem de mesleki zekasının yarısına bile sahip olabilseydi, boksu, kimselere nasip olmayacak yerlerde bırakabilirdi.

the expendables 2

bu kadar şey çiziktirdiğime göre elbette spoiler içerecek aslan!
roger ebert olsaydım "two thumbs up" derdim, lafları bu topraklarda bile ciddiye alındığından...
the expendables 2 yi birincisinden de bağımsız olarak aksiyon sineması tarihi ve oyuncuların kariyer eğrileri ile değerlendirme zarureti gözüme çarptı filmi seyrederken. sylvester stallone'nin başı çektiği ekipte yaşlı adamların hepsinin de muhteşem cv leri var. stallone gelmiş geçmiş en büyük aksiyon yıldızı, 80'lerde reagan ve gorbaçov'dan sonra dünyanın en çok tanınan adamı, rocky ve rambo gibi iki ölümsüz karaktere can vermiş, en iyi film oscarı sahibi bir yapımın yaratıcısı ve tüm alaylara karşın iflah olmaz bir sinema aşığı. vali deseniz conan'lardan ve terminatör'den yürümeye başladığı merdivenlerde total recall, true lies gibi harika basamakları olan bir bürokrat. ikisinin bir ortak noktaları, zirvede oldukları dönemlerde sadece aksiyon starı olarak anılmak istemediklerinden komedi ve hatta yer yer kendileriyle alay etmeye çalıştıkları filmlere imza atmaları (özellikle de stallone. ("dur yoksa annem ateş edecek"i çekerken aklının nerde olduğuna dair başka bir izahat noktam bulunmuyor çünkü) yoksa misal, sly 3-5 rambo ve rocky daha çekebilirdi pekala. "saw" denen ömür törpüsünün bile, 5 senede 7 - 8 tane çekildiği bir dünyadayız artık. bruce willis ise hayatını mavi ay'a, kariyerini ise die hard'a borçlu şüphesiz. üzerine ne kadar çok aksiyon da çekmiş olsa misal, bir dramda oynadığında kimse şaşırmıyor, zira televizyondan gelmiş olmasının ve ordaki imajının etkisinden fazlasıyla yararlandığını söylemek mümkün. ekibin daha tekmeci elemanları ise yukardakiler kadar olamasa da şüphesiz türün en bildik adamlarından oldular. chuck norris, zaten chuck norris. (başka kelime yok adamı tarif edecek) dolph lundgren rocky 4'le başlayan serüvenini galiba yine sly'la, kısa süre öncesine kadar olduğundan daha iyi bir kavşağa soktu. van damme ise "la van dayımın (öyle bi dayı varsa tabi) videoda yeni filmi çıkmış koş amına koyim" idi bir zamanlar bu ülkede ve muhtemelen tüm asya piyasasında. bütün bu devlerin egolarını da biraz ezerek, yer yer kendileriyle dalga geçmeleri; yaşlarıyla olduğu kadar artık ispatlayacak herhangi bir şeylerinin olmamaları ve bunun da rekabet duygusunu epey törpülemesiyle de ilgili şüphesiz. baksanıza van damme kötü adam olarak başladığı kariyerine sanırım yıllar sonra yine bir kötü adamı hem de esas oğlan stallone'un karşısında canlandırma fırsatını kaçırmak istememiş görünüyor...
aslında üstadların geri dönüşünün haşmetinde, bıraktıkları yerin hiçbir zaman dolmadığının farkedilmesi olduğunu da hatırlatmakta fayda var. yahu bu adamların birbirlerine takılmaları, -özellikle, sly ve arnie'nin filmlerinde birbirlerine yaptıkları göndermeler bile- harikaydı. (lan van damme'ın en önemli sayılabilecek filmlerinden "kickboxer" bile açık bir rocky 4 uyarlamasıdır.) gelen giden yeni yetmelerden hiçbiri ne stallone olabildi ne de schwarzenegger. bu nedenle eskilerle büyüyen biz 30 yaş civarı ve üstü nesil de, çocuklar gibi seviniyoruz, ilk filmde olduğu gibi. zaten başarılı yeniler de (statham ve li... onlara da geliriz inşallah) kadrodalar. dışarda kalıp da çok üzüldüğüm biri yok şahsen. varsa da devam filmlerinde onlar da arz-ı endam eder zaar..

yönetmen simon west'in de başını çektiği, film başlar başlamaz kulakları sağır eden "dandanadadandana" müzik ekolü, sanırım, 90'ların ortalarından itibaren aksiyon sinemasının alamet-i farikalarından oldu. galiba bu işi speed'le 1994'de başlattılar. ve simon west'in the rock'ıyla şaha kaldırdılar. bence sadece expendables gibi filmler için yapılması gereken bir tercih olmalı bu. zira filmin hızı inanılmaz. sadece alan silvestri yada howard shore tarzı orkestrasyonla götürülecek gibi değil.

farklı farklı aksiyon geleneklerinden gelen oyuncuların olması filme inanılmaz bir dinamizm ekliyor. Bu noktada 10 tane başrol oyuncusu olabilecek bir filmin senaryosu ve oyunculuklarına, yerleşik sinema değer ve algılarıyla, (yurttaş kane'i de geçtiler bak! vertigo ilk sıraya geçmiş naber) bir filmi iyi yapan pek çok elementin eksikliğinden dem vurarak yaklaşmak baki mercümek'i bir santrfor gibi algılamak yada görmek istemek gibi bişey. her aktör için ayrı sahne yazılıyor bu filmde gencolar. Sahne için aktör bulunmuyor. kime diyorum alooo...hadi aksiyon mesleğine yabancısınız da en azından bunu gözardı etmeyin be hacıosmanlar. işte bu yüzden bu kadro halay çekse izlenir diyor millet. 92'deki "dream team"i yenebilecek tek takım da galiba sly'ın bu filmdeki ekibi.

abartısız söyleyebilirim ki, kafadan tek amacı sadece aksiyon olan gezegendeki tek film bu sanırım. film başlar başlamaz belirttiğim tamtamlarla buna hazırlanıyoruz zaten. jet li günümüzde kendi janrının galiba en parlak ve sevimli yıldızı (tekmeci stayla) ona kısa da olsa harika bir koreografi yapılmış. sonradan gözükmemesi beni rahatsız etmedi, zira bi dünya adam var geride zaten ve bunlardan biri de onu ısırdığı için 5 günlük acı dolu kıvranıştan sonra ölmek zorunda kalan kral kobranın katili chuck norris!

jason statham'a da karakterinin bıçaktaki ustalığını gösterebilmesi için nefis bir sahne ayarlanmış. ilk filmdeki kadar önde olmasa da hemen sly'ın yanıbaşında duruyor ve filmin "ingiliz olmanın ne demek olduğunu bilir misin?" kontenjanını layıkıyla dolduruyor. dolph, (gunnar) ilk filme göre biraz daha süre alarak, kafayı bir yerlerde bırakmış karakterini, "ivan dragomsu" mizahıyla da donatarak iş bu ";adamlar görevde" filminin tali ama hoş unsurlarından biri olmayı başarıyor. crews ve couture da ilk filmdeki vazifelerini (gençlik ve enerji) aynen ve başarıyla ifa etmeye devam ediyorlar.
arnold ve willis ise misafir sanatçı da olsalar yine fazla süre alanlardan ve onlardan kimse özel bişey yapmalarını beklemiyor. ki zaten bu üçünün -planet hollywood denen girişim de dahil- en akıllıca işleri, birlikte bu tarz bişeyler yapmaktı.

van damme'ın epeydir çıkardığı en iyi iş olduğunu söylemeye gerek yok. kötü adam olmak da bence ona yakışmış. zira ilk filmde julia roberts'ın abisini "hal"etmek, stallone için büyük marifet sayılmasa da bu sefer van damme'a kimsenin itirazı olmaz sanırım ve kanımca bu adamların saygınlığına bundan daha yaraşır kapışma sahnesi de kolay kolay çekilemezdi. van damme'ın esas olayı "döner tekmesi"ni de, sly'ın rocky'den miras öldürücü yumruklarını da nefesimi tutarak izledim ben. (ha şimdi "van dam nası kaybeder abi?" diye uzayan kahvehane -dilersek eczacılık kantini- geyikleri de başlar... biliyoruz, zaten drago'da gerçekte rocky'e yenilmezdi di mi yarraam!)'

hemsworth ve esas (tek) kız, nan yu'nun bu dinazorların yanında fazla bir bahsi olmazdı ben de etmedim zaten. lakin norris anlatılmaz izlenir.

hiç bişeye takılmasa aktörlerin yaşlarına takılan bir zümre de var ki, inşallah onlar kadar yaşayabilirsin diyorum bu arkadaşlara ben. "k.k.k.k"dan (kıçı kadayıf kıllılar kayığı) inmek lazım, artık su almaya başladı zira. bakarsın adamlar 3. sünü çekerler bak söylemedi deme.

filmin devamı çekilirse, kendi içinde varettiği bir gelenekten de bahsetmek mümkün olacak sanırım. zira iki filmde de hemen girişteki soluksuz ve fakat hikayeden kopuk, nispeten kısa, ardından ise esas mevzuya odaklı ve uzun aksiyon hadiseleri mevcut. muhtemelen 3. filmde de böyle olacak.

eklenti:
mühendislik fakültesi anfisi gibi bir sinema salonunda seyretmeyecektik de nerde seyredecektik reyizleri. şu filmden benim aldığım keyfin yarısını alacak bir kadına yüzük takar mıydım, şu an onun içsel toplantısını yapmaktayım.

toni schumacher

gelmiş geçmiş en efsanevi kaleci olabilir mi?...olur. 80 lerin makine intizamında çalışan dinamik ve güce dayalı futbol oynayan alman takımının sahadaki liberosu gibiydi adeta...defans için adı toni değil "güven" di...temel özelliği karşı karşıya kalınan pozisyonlardaki sezgileri ve karşısındaki forveti aptala çevirmesiydi. hemen yere yatmaz ve oyuncunun saçmalamasını beklerdi...en büyük vakası elbette sevilla da oynanan 1982 deki dünya kupası maçında yine karşıdan (d)aldığı fransız battiston'un epey bi kemiğini kırmasıydı...1980 avrupa şampiyonu almanya'nın kalesinde olan schumacher, 1982 ve 1986 dünya kupalarında da final oynama başarısını göstererek tüm dünyada mahalledeki çocukların sanal kaleci kazaklarındaki 1 numara olmuştu. halen daha kaleyi koruduğu sırada yazdığı, dönemin doping hikayeleriyle spor - ticaret ilişkilerini anlattığı "anpfiff" (ve maç başlıyor) isimli kitap nedeniyle afaroz edildi. (yani öyle fener sevgisi yüzünden gelmedi yurduma:) bizim ferdinand bi maçta çok kötü üzdüydü abiyi ama ne diyelim öyle gerekiyordu... hasıl-ı kelam...en iyisi olmayabilirdi belki ama en bi karizmasıydı...

regret

new order-1993 albümü.

burası cehennem ölünce cennete gideceğiz teorisi

"kim bilir, belki de bu dünya başka gezegenlerin cehennemidir." (aldous huxley)

aylak adam

"şimdi kadınların niye evlendiğini daha iyi anlıyorum: yalnız kalmak için..."

pink floyd

anti-rockstar imgesinin de en büyük adamlarıdır kendileri. dünyada müzikleri bu kadar bilinip de yüzleri bu kadar az tanınan başka bir topluluk daha yoktur. ilerde neye benzediklerini de önemsemediklerinden olsa gerek, en muhteşem dönemleri diyebileceğimiz 1973-1980 arasına ait bir konser filmleri ya da belgeselleri hatta canlı kayıtları bile bulunmaz. (sonradan bir anlaşma boşluğunu doldurmak için "the wall" konser kaydını çıkardılar tabi, es geçmek olmaz.) söylenmesi gereken şu: daha genç ve kudretlerinin doruğundayken bile gizemi tercih etti bu adamlar. tamam mtv'ye daha vardı ama, seks alemlerinin yapıldığı özel jetleri de yoktu emsalleri gibi...

sorrow

pink floyd'un gilmour döneminin "destansı" kapanış ikilemesindeki ilk halka. (ötekisi high hopes) genel olarak sakin giden albümün, (a momentary lapse of reason - 1987) adeta uykuya daldığı "a new machine part ıı" dan sonra gelmesi itibariyle de belli belirsiz bir kontrastı vardır yapıtın bütünüyle. floyd albümlerinde pek görmediğimiz bir saunddan da bahsedebiliriz pekala. farklı bir elektronik tını, epey distorsiyon ve davul makineleri olaya bir miktar "sentetik" hava katsa da gilmour mevzuyu sonda toparlar ve vahşi bir soloyla sonsuza dek gidecek şekilde "bitirir". albümün en başarılı şarkısının bu "sentetik" yanı olmasa, daha iyi bir prodüksiyonla daha iyi bir netice alınabilirdi diyecem de tanrıya akıl öğretmek gibi bişey olacak, o yüzden hemen vazgeçiyorum. ayrıca sondaki solo kabul edilmelidir ki, konser sololarından daha vahşidir ve gerçekten de şarkının adının hakkını verir cinstendir.

clint eastwood

sinemanın gördüğü en büyük ikonlardan biri, spagettilerin "blondie"si ve çürümüş san fransisco sokaklarının "harry"sidir. neredeyse boş filmi olmayan aktör zamanla yönetmenliğe de el atmış ve "unforgiven" la da oscar'a kadar uzanmıştır. (sonrasında aldı mı bişey imedebelemek lazım, bilmiyorum) sergio leone westernlerinden sonra çektiği 1971 yapımı "dirty harry" ile gelmiş geçmiş en sert, en maço polis dedektifini oynamış ve akabinde benzeri defalarca çekilecek filmlerin önünü açmıştır. 70'ler boyunca bir "harry"e takılıp, bir de western çeken üstadın bu dönemde yaptığı "outlaw josey welles", "high plains drifter" gibi westernler gerçekten de çok başarılı filmlerdir. bu filmleri seyreden sıradan bir ademoğlu için bir daha hiçbir kovboy, clint kadar karizmatik olamayacaktır. (arada "eiger sanction" ve "beguiled" gibi farklı ve düzgün işlere de imza attığını unutmamak gerekir) 70'lerde hemen her filmiyle iş yapan aktör seksenlerle beraber bir miktar çaptan düşse de, doksanlarla beraber ve özellikle "unforgiven"la yine kendisinden bahsettirmeyi başarır. bu filmle hem kendisiyle, hem de western türüyle çok saygılı bir şekilde hesaplaşır aynı zamanda. (zaten artık oyunculuktan çok yönetmenlik yapmakta) karizmatik aktörler kuşağının hala ayakta kalan bir kaç çınarından biri olan eastwood'un bir diğer farklılığı da çağdaşları olan steve mcquenn, james coburn ya da charles bronson gibi döneminin en sevilen erkek aktörleri arasına girmesi fakat onlardan bir adım öteye de geçip sonraki kuşağın birkaç kahraman ve tiple yarattıkları efsane bileşenini çok önceden yakalamasıdır. (sly'ın rocky ve rambo'su, arnold'un conan ve terminatör'ü varsa, clint'in de "blondie" -ya da isimsiz kovboy diyelim biz ona- ve "kirli harry" si vardır.

hatice bir yana, diyeceğim şudur ki, otuzuna gelmiş bir erkeğin arşivinde en az iki düzine kadar clint eastwood filmi olmaması sadece gafletle açıklanabilecek bir durum değildir.

rick wright

pink floyd'un alamet-i farikaları "echoes" ve "shine on you crazy diamond" daki performansıyla bile anıtı dikilecek müzik insanı ve grubun en sessiz fakat soundunun ayrılmaz parçası. ölmüş dediler ya inanmayın siz. açın "live at pompei" yi, hala herkesin yerli yerinde olacağını göreceksiniz.

so

peter gabriel'in 1986 çıkışlı, genesis'ten her anlamda ayrıştığı ve hala kariyerinin doruk noktasında bulunan, hemen her şarkısının ayrı güzel olduğu, kate bush, stewart copeland ve tony levin gibi müzisyenlerin de konuk olduğu, bilmem kaç grammy ile beraber, "sledgehammer" ve "big time" gibi videolarıyla da ortalığın tozunu atıp, bilimum video ödüllerini de kazandığı unutulmaz albümü.

13 haziran 2008 mark knopfler istanbul konseri

bu eski adamları en iyi zamanlarında izleyemeyip veteran maçlarına razı olmak gerçekten de koyuyor insana. tamam müzik olayını yemiş bitirmiş bir adam ve kadro vardı sahnede. maharetinden de bişey kaybetmediğini gördük zaten. handiyse plak gibi çaldılar da denebilir; lakin, "alchemy" zamanlarını düşününce içten içe kederlenmemek de elde olmuyor. gözler o karışık saçlı, bandanalı adamı arıyor ve "walk of life"ı söylesin istiyor. bunların hiçbirinin olmayacağını (olmadığını) bilse de... niyetim "kılını aramak" değil elbette ama bu heriflerin en iyi zamanlarını kıta avrupa'sı ve amerika yedi. biz de kalanlarla idare ediyoruz sanki. yine de boğaza karşı "brothers in arms" ı ilk ağızdan dinledik ve çoluk çocuğa anlatacak bir şeyi daha portföye ekledik deme keyfini de yadsımıyorum. "money for nothing" i çalmadığı için seyircinin tepkisinin nedenini anlamamış olması da muhtemel ustanın. bilmiyor ki buradaki insanlar buna aç. o şarkının modasının geçtiğini düşündüğünden olsa gerek "setlist"ine almıyor olabilir. zaten her gittiği yerden farklı birşey de çalmadı. bu seviyedeki müzisyenlerin de listesini çok zor değiştirdiği bilinen birşey. velhasıl bu "yalnız ve güzel ülke"nin insanlarına çok güzel bir hediye verme fırsatını da hiç düşünmeden tepti inatçı iskoç. sağlık olsun ne diyelim.

mother love

freddie şarkıyı tamamlamadan terk-i diyar eyleyince brian may'in şarkıyı tamamlaması, sondaki "kaotik biyografi" bölümü ve bebek ağlaması gibi ayrıntılar, o kadar özel yapıyor ki bu şarkıyı... hiç bir zaman bir queen fanı olmadım (mercury'nin sahne performansı müstesnadır) ama sırf bu şarkı bile queen'e belli bir saygıyı hakettirir zannındayım.

mio nome e nessuno il

daha çok "my name is nobody" ismiyle anılan sergio leone filmidir. hemen hepsi birer başyapıt olan "spagetti"lerini çevirdikten sonra bu sefer işin içine komediyi de hallice koyarak rahatlıkla "gırgır" diyebileceğimiz bir western çıkarmış usta. (leone aslında yönetmen olarak gözükmüyor filmde, filmin başka bir yönetmeni daha var (tonino valerii) ve jenerikte de onun adı yazılı) 1973 yapımı filmin başrollerinde, bu filmle önü açılan terence hill ve "c'era una volta il west" in unutulmaz kötü adamı henry fonda var. yine leone'ye özgü unutulmaz sahneler, yine bir sürü silahşörlük numarası ve yine tabii ki ennio morricone... usta bestecinin bu film için yaptığı müzik de yine türk filmlerinin vazgeçilmezlerinden olmuş ve pek çok "sezercik" türevi filmde de kullanılmıştır. (hani diyeceğim odur ki, bu filmi izledikten sonra melodisini ıslıklamamak neredeyse olanaksızdır; gayrıihtiyari ağzınıza yapışır.) bu filmden sonra da leone'nin westernle pek bir işi kalmamış, yarı muzip de olsa, yine unutulmaz bir şekilde adeta kendi yarattığı "spagetti western" türüne de kendisi son noktayı koymuştur...

the cincinnati kid

"poker" üzerine yapılmış, gelmiş geçmiş en büyük filmlerden birisidir. edward robinson harika oynar ve mcqueen gelecek yıllarda daha da pekişecek "karizma adam"ın ön hazırlıklarını yapar. ann - margret ve tuesday weld'i görünce de ister istemez "60'lardaki hatunların hepsi böyle granit miydi acaba?" diye de düşünür insan. filmin son sahnesi ise ayrı bir hoştur...

tristana

"gerçeküstücü" yönetmen bunuel'in en çarpıcı filmlerinden biridir. yine, burjuva ve "katolik" değerlere saldırır, yine halüsinasyonik bir anlatım tutturur ve yine "anti-estetik" denebilecek bir erotizm kullanır. bu durumu deneuve'un soğuk seksapeliyle de birleştirince ortaya gerçektende, "gerçeküstü" bir film çıkarır...

hbb

türk televizyon tarihinin belki de en ilginç kanalıdır. milliyetçi tandaslı olduğu bilinmekle beraber türkiye'de ilk kez ve hem de gösterime girmesinden tam 15 yıl sonra sansürsüz olarak, "geceyarısı ekspresi" filmini yayınlama cesaretini göstermiştir. (6. nisan 1993'de) gün içinde yayınladığı yabancı kliplere ilaveten hafta sonları da yabancı kaynaklı bir liste programı vardır ki, "dünyada, kim ne dinliyor?" merak eden ergen bünyeler için oldukça yol gösterci olmuş, o da yetmedi cumartesi geceleri yayınladıkları konserlerle gönlümüzün orta yerine kurulmuştur. hem de ne konserler... "the doors" tan tutun da "genesis" e kadar... bugünün çok meşhur spor programcılarından faik çetiner, ilk program sınavını, yine bugünün kıdemli "ösys" programcısı cihat şener de, ilk derslerini bu kanalda vermiştir. bir müddet alman ligi maçlarını da almışlar ve fakat ötesini getirememişlerdir. bir başka unutulması zor numaraları da gelişigüzel koyabildikleri oldukça erotik, avrupa yapımı filmlerdir ki, ilk bir iki seneden sonra bunu da sürdürememişler, rtük'e teslim olmuşlardır. trt tarafından 1983 de yakılan kemal tahir'den uyarlama halit refiğ dizisi "yorgun savaşçı" nın ikinci versiyonu da bu defa tunca yönder yönetiminde, mevzubahis kanal tarafından yapılmış olup, batmadan kısa bir süre önce, bertolucci'nin 4 saatlik efsanevi yapıtı "1900 - novacento" yu bir kaç bölüm halinde de olsa yayınlamış olabilmeleri son çırpınışları olmuştur.

rocky

1976 yapımı, 10 dalda oscar adayı olup bunlardan üçünü (en iyi film, yönetmen ve kurgu) kazanan, sylvester stallone'yi isimsiz bir aktör ve banka hesabında sadece 120 doları olan bir "loser" dan dünyanın en büyük sinema ikonlarından biri haline getiren, benim de "itallion stallion" tişörtüyle sokaklarda dolaşmama sebep (o benim işte) film serisi ve onun ilk basamağının adı. televizyonda muhammed ali'nin chuck wepner adında isimsiz bir boksörle yaptığı maçı seyreden sly, adamın ali'ye 15 round boyunca dayanmasına hayran kalmış ve bundan bir film olabileceği umuduyla senaryoyu yazmaya koyulmuştur. üç günde yazıp bitirdiği senaryoyu götürdüğü bütün yapımcılar, fikri iyi bulur ve fakat stallone'nin başrolü de kendisinin oynaması ısrarı nedeniyle, projeye sıcak bakmazlar. düşünülen isimlerse, burt reynolds ya da james caan'dır. sonunda kapı kapı dolaşarak inadını kabul ettirdiği yapımcıları bulur: ırwin winkler ve robert chartoff... 1975 yılının son aylarında çekilen film çok cüzi bir bütceyle, 950.000 dolara malolmuş ve yalnızca 28 günde çekilmiştir. (bütce kısıntısından olsa gerek, filmdeki köpek, gerçekten de sly'ın ağabeyinin köpeğidir) gösterime girdiğinde ise olan olmuş stallone ve tabii rocky, bir çeşit fenomen haline gelmiştir. bu ünden (italyan aygırından) yararlanmak isteyen gözü açık girişimciler de, aktörün daha önce parasızlıktan oynadığı bir soft porno filmi "italyan aygırı" adıyla piyasaya sürerek epeyce küplerini doldurmuşlardır.(filmin ismi, "the party at kitty and stud's" olup rocky den sonra "italyan aygırı" olmuştur.) 5 adet devam filmi de çekilen yapım yüzünden, philedelphia ve oradaki sanat müzesi de kendi başkentini bile bilmeyen pek çok dünyalı tarafından, haritada gösterilecek denli iyi bilinir hale gelmiştir... alakasız bünyelerin dahi bildiği filmin konusunu da yazarak eşeğin tenasül uzvuna haddinden fazla su zerketmenin çok bir anlamı olmasa gerektir ya, en azından finalinin sinema tarihinde görülebilecek en muhteşem kapanışlardan birine sahne olduğunu söylemekte bir beis olmasa gerektir. filmin en az kendisi kadar fenomen olacak müziklerini bill conti yapmıştır. (seride sadece 4. filmi vince di cola yapar. gerisi conti'nin) özellikle antrenman sahnelerinde ve şiirsel diyebileceğimiz maç bölümündeki çalışmasıyla oscar'a aday da olmuştur. görüntü yönetmeni james crabe'in, olağanüstü çalışmasıyla, seyirci de rocky'le merdivenlerden çıkmakta ve philedelphia'ın kışın o buz gibi tan soğunu ciğerlerinde hissetmektedir. filmin ismi çok bilinmeyen yönetmeni john g. avildsen de, kazandığı tek oscar'ı bu filmle kapmış, daha sonra da pek bir numarası görülmemiştir. ilerleyen yıllarda, zaten kendisi de stallone ve onun senaryosuna olan minnet borcunu defalarca dile getirecektir. (yaşı 30'a varan türk evlatları aslında onu bilir... de bilmez, kendisi, bizde bi aralar çok meşhur "karete kid" in de rejisörüdür.) rocky'i bir filmden başka bir şey haline getiren başka pek çok element de var elbet. amerikan rüyasına yaptığı vurgu, "inanırsan başarırsın" mottosu, temelindeki çok temiz aşk öyküsü ve bu "aksak" zekalı italyan'la beraber bizlerin de biraz biraz kendimizi amerikalı hissetmemiz... (tek bir sahne bile aslında bu fenomeni izah için veridir bize, ve çok şey anlatır: rocky, maçtan bir gece evvel maçın yapılacağı yeri gezer ve onca çalışmaya, gaza rağmen, neyle karşı karşıya olduğunu üzülerek anımsar ve karısına "apollo creed'i yenemem" der. filmi benzer tipik "aksiyonel" yapımlardan sırf bu sahneyle bile ayrıştırabiliriz, ve evet, en sevdiğim sahnelerden biridir bu.) bugünün nesillerine "rocky" ya da stallone çok birşey anlatmıyor olabilir. "dayak yedikçe açılan yamuk ağızlı" bir adam olduğu da söylenebilir pekala (ben söylemem) ama, çocukluğunu seksenlerde yaşayan pek çok adam gibi, benim için de benzeri gelmeyecek bir figürdür. nedense stallone de tıpkı "rocky" karakteri gibi bu tarz alaylara maruz kalmış hatta çok yeteneksiz bir adam gibi de lanse edilmeye çalışılmıştır. tamam, brando değildir kabul ama şıvarzeneger' le kıyaslanması da hakkaniyet dışıdır. ömrü boyunca oscar adaylığı dahi göremeyecek (oscar ya da diğer ödüller ne kadar kriterdir tartışılır tabi) adamlarla kıyaslandığında hem senaryo yazarı, hem de en iyi oyuncu dalında akademi ödülüne aday olabilmiş bir aktörü de, biri "zor öldü" diğeri de "termine etti" diye, arnold'dan ve willis'ten daha çapsız görmek ne derece nesnellik içerir takdirlere maruzdur. (para getiren aktör olmaksa mesele, kendisi zaten seksenlerin bir numarasıdır. 90'ların ortalarıyla beraber çaptan düşmüştür.) tekrar filme dönüp, son düzlüğe gireceksek, nasıl "bütün", parçaların toplamından daha büyük bir şeyse, rocky'de bu anlatılanlardan çok daha öte birşeydir diyerek bitirmek icabedecek sanırım. zaten tv de binlerce kez yayınlansa bile, yine her defasında, yan gözle dahi olsa, bu "aksak solak" la alaka kurmak da bize bunu anlatsa gerek...

4 kasım 1992 sigma olomouc fenerbahçe maçı

maçı, tv den yorumlayan tanju çolak'ın, "iyi de oynuyoruz, ama niye böyle oluyor anlamıyorum" dediği maç.

tarık akan

türk sinemasının şener şen'le birlikte en nitelikli filmlerinde oynayan, can aktör. bıyıklı döneminde çektiği filmlerin çoğu, hala daha aşılamamıştır. olasıdır ki, kariyerindeki dönüm noktası yılmaz güney'le tanışmasıdır. "sürü", "yol", "pehlivan", "maden", "kanal", "adak", "derman" gibi filmleri zirve noktalarıdır. buna rağmen kariyerinin ilk dönem filmlerinden, (bu vakitlerde, kendisini pekcan koşar seslendirmiştir ekseriya) "canım kardeşim" de her defasında ağlamayı, ve "babanın evlatları" nda da yerlere yatmayı bırakamıyorum bir türlü...