bugün

entry'ler (38)

dark tranquillity

yıl olmuş 2017 dedirtendir.

bir köpek olsanız ne cins olurdunuz

(bkz: jack russell terrier)

sözlük yazarlarının eşcinselliğe bakış açısı

(bkz: sevmek)
(bkz: çok sevmek)
(bkz: daha çok sevmek)

babayla çocuk arasında 48 yaş farkı olması

her sike bir kulp bulmaktır.

yükseleni yay olan başak burcu erkeği

duygu çatışmalarına bardak dayayın da dinleyin bu erkeğin. son derece sanatçı ruhlulardır.

dövme yaptıranda kişilik sorunu olması

bir de içinde dövme yaptırma isteği olup bunu gerçekleştirememiş olanlar vardır. onlar da psikolojik sorunlarıyla yüzleşemeyen, insanları dövme yaptırıp yaptırmadıklarına göre ayıran, kılık kıyafetlerine karışan tipler olarak görülürler. psikiyatrlar halka bunu da açıklamazlar .

afyonda erotik shop açılması

adı afyon olan bir şehirde niçin yadırgandığını bir türlü anlayamadım durum.

yazarların şu an dinlediği şarkılar

http://www.youtube.com/watch?v=8QL1JzeAjAs

başak burcu erkeği

ne olduğunu anlayamadığım burç erkeği. garip bir havası var ama bir o kadar da itici.

10 günde 5 kilo almak

acısa da öldürmeyendir. zaten öldürmeyen acı güçlendirendir. maşallah at gibi olur insan.

mantıklı gelen şeyin başkasına malca gelmesi

karşındakini malca bulmaya çalışarak kendi mallığınızı örtmeye çabalamanıza neden olabilecek malca durumlara mahal verebilir.
(bkz: malca nın evrensel bir dil olduğu gerçeği)

herhangi yi her hangi şeklinde yazan sözlük yazarı

uludağ sözlük yazarıdır. ağır vakit kaybıdır, insanı hayattan soğutabilir.

bir kitap neden sevilir

travmalar şeklinde de cevaplandırılabilecek anket.

diren yalnızlığım

sonbahara tek başına giren kişi sloganı.
kaldırımların, gökkuşağı renginden griye çaldığı günlere girmiştik. her zamanki gibi mevsim tüm geçişiyle bünyemi, vücudumu ve hayat ışığımı isviçre borsası misali dalgalandırıyordu. dışarı çıkıp, ufak çaplı bir yürüyüşe koyuldum. insanlar mevsim geçişini anlamamışlardı ya da yanlış anlamışlardı. zorla mutlu olmaya çalışıyorlardı. bu gayretlerini gayet anlamlı buldum. hepi topu 70 senelik ömrü olan bedenlerin '' biraz daha güneş'' çağrısıydı bu.
kuşları aradı gözlerim önce mavinin yüzeyinde manevra yapan martıları, sonra maviye dalıp çıkan karabatakları daha sonra da bir terastan taklalar atarak uzaklaşan beyaz güvercinleri gördüm. bir tanesi o kadar orijinal bir şov sergiliyordu ki izlemek için yolun diğer tarafındaki çay bahçesine oturup bir çay söyledim. ve izlemeye koyuldum. yaklaşık otuz dakika o güvercini izledikten sonra yoldan geçen bir kafileye takıldı gözüm. 20-30 kişiden oluşan bu tayfa bir motorsiklet çetesiydi. üzerindeki iri yarı ağabeyler ve dar kot şortlarıyla insanları bedenlerine davet eden seksi ablalar, kısa süreli bir göz şölenine sebep olmuşlardı. bu insan sürüsüne bakıp doğada tek başına hayat sürmeye çalışan bir kurt olduğum fikrine kapıldım ve yaşam alanımın çizgilerini belirlemek için küçük bir osuruk atıp, ayağa kalktım. tekrar yürümeye koyuldum. karşı kaldırımda sevişen erkek bir kedi ile göz göze geldim. hiç çekinmedi, oracıkta pompasına devam etti arkadaş.
ben ise tabiata kendimi daha fazla göstererek onu utandırmak istiyordum. şu karşınızda duran zat, hayatı, tek başına bükebileceğini adeta onu bir oyun hamuru misali şekilden şekle sokabileceğini iddia ediyordu. uzunca yürüyüp dahil olabileceğim bir insan grubu aradım. sonra yorulup, acıktığım için belediye otobüsüne binip eve döndüm. annem beni süheyl uygur neşesi ile karşıladı. tavuklu pilav yaptığını ve istersem bir tabak verebileceğini söyledi. ben de '' hayırdır anne, biri mi öldü?'' şeklinde gayet bayağı bir şaka yaptım. ama annem '' mahmut dayın ölmüş. '' dedi. '' mahmut dayım mı? vay benim mahmut dayım... '' gibisinden ağlamaya koyulurken, benim hiç mahmut dayım olmadığını hatırladım. annem de sağlam bir kahkaha attı. ufaktan beri gerçek ile şakayı 5 dakika içerisinde anlayamam. en az 5 dakika sorgulamam gerekir. annem de bu huyumu çok iyi bildiğinden oğlunun gözleri önünde 5 dakika boyunca ağlamasına izin verdi. ne anneler var? görüyorsunuz arkadaşlar.
akşam olmuştu, hava kararmaya başlamıştı bile. babam işten gelip arka bahçede hummalı bir çiçek yetiştiriciliği eylemine koyulmuştu. babam, hayatın yorucu yüküne çiçek yetiştirerek katlanan bir insandı. bir sigara yakıp arka balkondan babamı izlemeye koyuldum. o rengarenk çiçeklerin arasında öylesine mutluydu ki uyandırmaya kıyamadım. uyandırıp '' baba ben çok mutsuzum, yalnızlıktan ölüyorum'' demeye kıyamadım. mutsuzluğumla onu da mutsuz etmeye hakkım yoktu. mesela yarın yine güneş doğacaktı ve ben şuradaki küçük çiçeğin üzerine düşen bir çiğ tanesi olacaktım. belki de şu karşı dağda kar olacaktım, sahipsiz bir mezar olacaktım, arayıp bulacaklardı beni. yorulduğumu hissedip 12 saatlik bir uykuya koyuldum.

tanrı isyankarlara sempati duyar

tüm insanlığın öğrenmesi gereken bir bilgi.
dört ev arkadaşı, üniversite hayatından sıkılmış göçebe hayatı yaşamak için kuzey moğolistana yerleşmiştik. doğu, kuzey, yağız ve mustafa. ben, hayatında tek başarısı cerrahpaşa tıbbı kazanmak olan yağız. doğu ve kuzey bölümden arkadaşım olmakla beraber ikizler. mustafa ise sadece mustafa. kendisi bölümü ile gündeme gelmek istemediği için, bölümünden bahsetmeyeceğim.
buraya gelecek parayı denkleştirmek için bazı kişisel eşyalarımızı satmak mecburiyetinde kalmıştık. ailemize moğolistana göç etme fikrini zaten açamamıştık. çünkü onların hayat görüşleri, '' maceraya uzak, çünkü o bir tuzak'' mottosuna dayanıyordu. biz de ardımızda birer mektup bırakarak aniden çıkıp gelmiştik moğol diyarına. hava alanından indiğimizde, tecrübesizliğimizin verdiği korkaklıkla bir süre hava alanı çevresinde takıldık. bu sırada en yırtığımız olan doğu, kendine bir iş buldu.böyle anlatınca ergen kızların pijama partileri gibi bir his uyandırabilir ancak doğu gerçekten yırtık bir insan. yani onu ilk gördüğümde de yırtık demiştim, şimdi de yırtık diyorum...
doğu, çalıştığı işte yaklaşık 1 ay kadar devam etti. kendisinin ingilizcesi ileri düzeyde olduğu için günlüğü 20 dolardan hava alanında ingilizce anons yapıyordu. bu da moğolistan standartlarına göre gayet iyi bir paraydı.
bir ay sonunda doğu' nun çalışarak biriktirdiği para ile kendimize dört kişilik bir çadır satın aldık ve doğruca kukubat köyüne giden minibüslere binmek için otogarın yolunu tuttuk. aslında olaylar tam olarak şöyle gerçekleşti;
biz zaten 30 gün boyunca bu otogarda sabahlamıştık. çadır almak için otogarın karşısındaki mağazadan çadırı alıp tekrardan otogara döndük. hepi topu 10 dakikalık iş yani öyle büyütülecek bir şey değil. çadırı mustafa taşıyacaktı. tanrı mustafayı getir götür işleri için yaratmıştı adeta. mustafanın ağzından duymaya yabancı olmadığımız '' beni neden böyle yarattın?'' sözü de kanıttır bu tespitime.
minübüse adımımızı attığımız an sıcak bir pastırma kokusu ile burun buruna geldik. daha sonradan anladık ki moğol halkının genel kokusuymuş bu. '' en azından salt ter kokmuyorlar'' şeklinde avuttuk kendimizi. bir saatlik yolculuktan sonra kukubata vardık. şoför aracı stop etti. ayaktakiler minibüsten inerek, dışarı çıkmamız için bize bir koridor yarattılar. indiğimiz esnada kuzeyin ayağı paspasa takıldı ve kuzey yere düştü. neyse ki sadece kolunu kırdı. bir süre kendisi ile dalga geçip, yola koyulduk. kukubat köyü, kukumvar dağının yamaçlarına kurulmuş bir köydü. bizim amacımız ise kukumvar' a varmaktı. kukubat köyü'nün içerisinden geçip dağ yoluna girdik. bu sırada mustafa '' ağabey biriniz alsın şu çadırı çok yoruldum artık'' gibisinden bir cümle kurdu. doğu ve ben aldırış etmedik, kuzey ise kırık koluna rağmen çadırı yüklenirken mustafadan aşina olduğumuz bir isyanı tekrarlıyordu '' tanrım beni neden böyle yarattın?'' .
hava kararmaya yakınken çadırımızı koca bir taşın altına kurduk. o gece ateş yakınca bir şeylerin ters gittiğini fark ettik. yiyecek hiç bir şey yoktu. ve ardından mustafanın bağrından kopan türküye odaklandık.
'' karadır kaşların ferman yazdırır''
açıkçası mustafanın sesi güzel değildi. ama o an başka bir eğlencemiz olmadığı için her birimiz pür dikkat mustafayı dinledik. garibim belki de hayatında ilk defa böylesine önemsenmişti. şarkı bitiminde sanki bu olay hiç yaşanmamışcasına yatıp uyuduk.
sabah 09:00 sularında popoma monte edilmeye çalışan bir meşe ağacı ile dürtülerek uyandırıldım. bu yerinde ve muzip şakayı yapan tabii ki mustafa idi.'' ne var mustafa? '' diye sorduğumda. tek eliyle iki kulağını kavradığı neredeyse iki kiloluk bir tavşan gösterdi bana. ''ana ne güzel tavşan lan. bu bizim tavşanımız olsun mu ?'' diye sordum istemsiz. bu sırada karnımın gurultusuyla tavşana yüklediğim anlam bir anda değişiverdi. tavşanı afiyetle yeyip, çadırımızı topladık ve yola koyulduk. ilk amacımız bir su kenarı bulup bir miktar yerleşik yaşamaktı. o yüzden yaklaşık 10 kilometre uzakta gözüken ormanlık alana yöneldik.
'' ağaç varsa su da vardır'' mantığını misyon belledik.
2 gün boyunca susuz yürüdük. hay benim dilimi eşek arısı soksaydı da '' yolumuz 12,5 kilometre falan'' demeseydik. bu talihsiz cümlem yüzümden çocuklar bana cephe almışlardı. ancak artık ormana ulaşmıştık. şimdi yapmamız gereken tek şey su bulmaktı. ancak saat 16:00 sularından hava kararıncaya dek aramamıza rağmen ortalıkta, su falan görememiştik. hava kararır kararmaz uyuduk.
ertesi sabah sırılsıklam bir şekilde uyandım. mustafanın bu maksadını aşan sulu şakasına hiç kızmamıştım. çünkü adam su bulmuştu. '' nereden buldun lan suyu? '' sanki o su bulamazmış gibi ima ile sordum mustafaya. '' kanka üç kilometre ötede bir akarsu var hem arazide kamp yapmamız için müsait'' dedi mustafa. '' e hadi getir de şu suyu bir kendimize gelelim'' şeklinde haklı bir istekte bulundum mustafadan. ama mustafa mustafa olduğu için su aramaya çıkarken sadece bir matara ile çıkmış, dönerken matarayı sonuna kadar doldurmuş ama dayanamayıp doldurduğu suyu da içmiş, dibinde kalan son hazineyi de beni uyandırmakta kullanmış. bunları böyle sıraladıktan sonra, yüzümdeki sikilmiş ifadeyi idrak edip tanrıya öyle bir haykırdı ki mustafa bırakın bizim çocukları tüm moğolistan uykusundan uyandı '' tanrım neden beni böyle yarattın? ''. neyse mustafa kendini bu şekilde üzülerek cezalandırdığı için pek fazla üzerine gitmedik. doğruca su kaynağına yöneldik. mustafa yolu tarif ederken türlü yanlışlar yaptığı için üç kilometrelik yolu tam 12 saatte aldık. kuşkulu gözlerle etrafta akbaba ararken bir anda cennete ulaştık. suyu görünce tüm ekip, çocuklar gibi sevinip kana kana su içtik. o gece de yemek yemeden hemen uyuduk.
ertesi sabah mustafa beni uyandırmadı. doğrulup kulağımı ağzına doğru yaklaştırdım. nefes aldığına kanaat getirince derin bir oh çektim. ne kadar yavşak olsa da hayatının merkezine iyilik yapmayı monte etmiş bir insandı mustafa. bu yüzden bu sabah ona küçük bir sürpriz yapmak istedim. iki tane uzun sırık bulup yanımda getirdiğim iki adet misinayı bu sırıkların ucuna bağlayıp olta yaptım. mustafanın kalçasını oltalardan biriyle dürterek uyanmasını sağladım. mustafa beni bir güzel azarladı. sonra '' gel hadi balık tutalım'' diyerekten gönlünü aldım. balıkları tuttuk sanmayın oltalar bir boka yaramadı. mustafa sinirlenip oltaları göle attık elimizdeki misinalardan da olduk. 20 gün boyunca sadece yabani otlarla beslendik.
bir sabah iki omzumdan sarsılarak uyandırıldım. bunlar doğu ve kuzeydi. '' ne var amına koyayım açım zaten ne sallıyorsunuz?'' şeklinde bir serzenişte bulundum. doğu ve kuzey yaklaşık dört saattir uyanıklarmış ve bu süreçte mustafayı görmediklerini söylediler. ardından üçümüzün de ağzından şöyle bir söz çıktı '' tanrım bu çocuğu neden böyle yarattın? ''.
mustafa ancak 3 gün sonra yanımıza geldi.
ağlıyordu, her yeri yara bere içindeydi. '' ne oldu mustafa?'' diye sordum hemen.
'' tanrı'' dedi. '' 3 kilometre öteye bir köy inşa etmiş, halkı beni hiç sevmedi, üç gün boyunca işkence yaptı. ''
kuzey mustafanın başını iki elinin arasına aldı ve gözlerine bakarak;
'' üzülme mustafa tanrı isyankarları sevmez gibi durur ama onlara içten içe sempati duyar''

kırmızı başlıklı kız öldü mü

yıllardır insanlığa dert olmuş soru. kırmızı başlıklı kız sahiden de ölmüş olabilir mi? evet böyle bir şey mümkün arkadaşlar. bildiğiniz gibi hikaye; ''kırmızı başlıklı kız ve ananesi bir avcı tarafından zamanında yapılan cerrahi bir operasyon sayesinde kurtarıldı'' şeklinde naklolunur. operasyon sırasında kurt' un çok kan kaybettiği, kurtarılamadığı doğrudur. ancak kırmızı başlıklı kız' ın yaşayıp yaşamadığına dair çok fazla senaryo üretilmiştir. bunlardan en geçerli olanı ise geçen gün mehmet ağabey' in kahvesinde birinci ağızdan dinleme imkanı bulduğum hikayedir. mehmet ağabey' in dükkanın sayılı müdavimlerinden, kırmızı başlıklı kız' ın kurtarıcısı değil de katili olan, avcı hüseyin' in limonatayı fazla kaçırmasıyla beraber ettiği ardı arkası kesilmeyen itiraflardır. gelin hep beraber dinleyelim;
- seksenli yılların sonu senesini tam hatırlamıyorum ama ocak ay' ı. çok felaket bir kış var. kar kıyamet göz gözü görmüyor. bizimki de çılgınlık, tutku işte. aldık tüfekleri çıktık nur dağlarına. hayvanlar yiyecek bulamıyorlar açlıktan ölecek durumdalar. tam tavşan mevsimi anlayacağın ama kurtlar rahat bırakmıyor. dedik ; '' tavşan avına çıktık diye illa tavşan vurmak zorunda değiliz. arada gözümüze kestirdiğimiz kurtları da indirelim.'' . her sene muhakkak bir sefer gittiğimiz bir dağ evimiz var onun yanında da yaz kış orada yaşayan bir teyze' nin kulübesi. çok severim nineyi. o sene yanına torununu da almış çok sevimli bir kız çocuğu. '' adın ne senin? '' diye sordum '' kelebek'' dedi.
o sırada ahaliden '' kırmızı başlıklı kız' ın adı kelebek miymiş?'' sorusu yükseliyor. hüseyin abi '' kelebek evet'' diyerek onaylıyor. sonra devam ediyor.
- ismin çok güzelmiş kaderin benzemesin dedim. dedim ama dilimin kemiğini sikeyim. maşallah dediğimiz üç gün yaşamıyor ki. üzerimizde çok büyük lanet var bizim.zamanında çok define aradık ondan sanırım. neyse gece gündüz ava çıkıyoruz biz. vurduğumuz tavşanların haddi hesabı yok. kelebekte yavrum, kapının önünde oynuyor. üşütecek hasta olacak diye ninesinden fazla telaşlanıyoruz. ama yumurcak' ın, maşallahı var hiç bir şey olmaz. bir gün yine dağdan döndük. ne görelim dersiniz? kelebeklerin kapı açık. evin etrafı kurtlarla çevrili. sürüyü teker teker onbeş dakikada indirdikten sonra doğruca daldım içeri. bir baktım sürünün lideri olan kurt kelebeğin patiği çiğniyor. dedim '' nine ile torunu nerede?'' '' bir lokmada yuttum'' diye bir cevap verdi. hemen kafasından vurup oracıkta öldüreceğim ama kelebekle ninesi içeride hafiften de üşümüşüm, ellerim uyuşmuş, yanlış bir yerine nişan alırım diye tırsıyorum. pek fazla da beklemek istemiyorum bastım tetiğe. tam alnından!
o sırada mehmet ağabey;
- atma hüseyin!
şeklinde araya girdi.
hüseyin ağabey ;
- ne yalan atacağım sana be!
diye yanıtladı.
ahali;
- anlat hüseyin ağabey sen uyma ona!
anlam veremediğim bir biçimde hüseyin ağabey'i kolladı.
hüseyin ağabey;
neyse üşüştük kurtun başına. cebimden isviçre çakımı çı...
mehmet ağabey yine araya girip;
- hüseyiiin!
şeklinde bir ikaz atışı daha yaptı.
hüseyin ağabey kızgın bir ses tonu ile;
- ne var amına koyayım be? ağız tadıyla iki çift laf ettirmedin.
gibi sözlük yazarlarının hiç tasvip etmediği küfürlü bir dille sinirini açıkça belli etti.
ahali;
- devam et ağabey sen biz dinliyoruz.
diyerek. her zaman halkın yanında bir imaj çizmiş, hüseyin ağabeye olan inançlarını sürdürdü.
hüseyin ağabey devam ;
hemen yardım kurtun ağzını. talihsizlik diz boyu. kar zaten boyumuzu aşıyor. hayvanın karnını deşerken. kelebeğin kafasını da delmişiz, kollarımda can verdi yavrucağız. nineyi kurtardık ama kadıncağız o azapla ancak 2 gün yaşayabildi.
dedi ve birden yere yıkıldı. elimi boynuna götürüp nabzını yokladım. adam ölmüştü. ahalicek kırmızı başlıklı kıza çok hüseyin ağabeye az üzüldük.
arkalardan bir ses duyduk;
- ilahi adalet!
ahalicek bu lafı edeni linç ettik. böyle kuru gürültülere pabuç bırakacak insanlar değildik.

meğer kıvırcık saçlar da dalgalanırmış

hayata dair ufacık ama ufacık bir detay.
oysa ki o sabah uyandığımda kıvırcık saçların dalgalanma hususu konusunda böylesine takıntılı bir adam olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. üzerinden bugün itibari ile tam on yıl geçti ve ben o günden bu yana ne zaman bir kıvırcık saç görsem, aklıma gelir. dertlenirim, bir otuzbir çeker rahatlarım.
sene 2003 o sıralar kadıköy anadolu lisesine yeni atanmış 27\'lerinde bir matematik hocasıyım. sabahları uyanır uyanmaz duşumu alır, omuzlarıma kadar ulaşmasalar da kulaklarımı kapatacak kadar uzattığım saçlarımı özenle tarardım. bugün daha iyi anlıyorum ki saçlarımı omuzlarıma kadar uzatmayı her daim arzu eden bir adam olmuşum. iş hayatımda kumaş pantolon ve spor ceket kombinini kullanır, işten arta yaşadığım zamanlarımda bol bol blucin giyerdim. o zamanlar içerisine omuzlarım hariç çok rahat sığdığım bir kot ceketim vardı. şimdi hala içeride, dolapta duruyor ve ölene kadar muhafaza edeceğim o montu. çünkü o mont, dolu dolu geçen dört senemin tek sabit tanığı. kadıköy anadolu lisesine yürüme mesafesinde olan kehribar apartmanının çatı katında tek kalıyordum. hayatım hiç de stabil ilerlemiyordu. her akşam okul çıkışında okuldan meslektaşım, benden 5 yaş küçük zeki ile dışarı çıkar, biraz yürüyüş yapar, sonrasında bir bara girer,çok fazla bira içer, saat gece yarısını geçince de mutlaka kolumuzda birer tane marmara üniversiteli kız ile benim evin yolunu tutardık. sizleri tek başıma kaldığım konusunda yanlış bilgilendirmiş olabilirim sayın okur. sadece kirayı tek başıma ödüyordum. zeki, haftanın en az üç günü bende konaklıyordu . ayrıca zekiden başka bir sürü tanıdığım vardı.\'\' o zamanlar kadıköy barlar sokağında tanımadığım müdavim yoktu\'\' cümlesini, gönül rahatlığıyla kurabilirim. ama en yakın dostum zeki idi.
yazları çok yorucu geçerdi. üç aylık tatilimizde, çok fazla ortalık malı olur, çok fazla sürterdik. pek eve uğramazdık. ve ayık olduğumuz tek zaman dilimi, önceki gecenin sarhoşluğunu üzerimizden atmaya çalıştığımız akşamüstleri olurdu.
yine böyle yorucu bir yaz\' ı geride bıraktığımız bir eylül sabahı, zeki kapımı çaldı. anasına küfrede küfrede kapıyı açtım ve \'\' siktiğimin çocuğu bu saatte insan rahatsız edilir mi? \'\' şeklinde bir cümle kurdum. \'\' siktiğimin çocuğu\'\' birbirimize böyle hitap ederdik. bundan adeta zevk alırdık. rahatsız olan varsa hemen şimdi yazıyı okumayı bırakabilir. kendisinin arkasından küfür etmeyiz, onu eleştirip, saçma bir kalıba sokmaya çalışmayız. \'\' e be orospu çocuğu saat akşamın beşi\'\' diye bir cevap verdi zeki. ben \'\' vay amına koyayım o kadar olmuş mu? \'\' diye devam ettim söze. \'\' ya ne sandın siktiğimin evladı? \'\' diye haklı olduğunu insanın yüzüne çarpan bir hohlama ile destekledi. bu yüzüme çarpan galiba hohlama ile karışık dün gecenin sonunda yumulduğumuz kokoreçten bir artıktı. \'\' hadi hazırlan gidiyoruz\'\' dedi. \'\' nereye?\'\' diye sormama fırsat tanımadan ekledi \'\' halamın kızı marmara\' yı kazanmış, onun kaydını yaptıracağız\'\'. \'\' zeki, sizin aile işlerinize karışmak istemem. hele senin beni emrivaki dahil etmeni hiç istemem\'\' diye belirttim. \'\' siktirtme dahiliyetini\'\' dedi. \'\' hemen hazırlanıyoruuuum... \'\'
tişörtümü değiştirip, dişlerimi fırçaladım, çıktık. hemen her gece olduğu gibi dün gece de alkolü fazla kaçırıp elbiselerimle sızmıştım, bu yüzden pantolon giymeme gerek kalmadı. neyse doğruca zeki\' nin 99 model palio\'suna atlayıp, kuzeni ile buluşacağımız kafe\' ye doğru yol aldık. hatun kişi kafe\' nin bahçesine oturmuş cam dibi gözlüklerle ve sivilceli bir suratla bizi bekliyordu. \'\' e be yavrum, bu kadar da çalışılmaz ki şu amına koduğumun sınavına\'\' diye geçirdim içimden. \'\' merhaba kehribar bu doruk\'\' dedi zeki yüzündeki orospu çocuğu, kaltak, fahişe ifade ile. \'\' merhaba kehribar bizim apartmanın ismi de kehribar çok memnun oldum\'\' dedim gülerek. kehribar\' ın bizim apartmanla tanışması da tam olarak böyle gerçekleşti işte. o gün bugündür bir bar açma hayalim var. açıp adını kehri bar koyasım var. kafe\' de birer çay içtikten sonra doğruca marmara\' nın yolunu tuttuk. zeki ile kehribar binaya girdiler ben de üniversite kantininde bir \'\' kahve içeyim\'\' dedim. demez olaydım arkadaşlar. o kahve makinesi kuyruğuna girmez olaydım, görmez olaydım... bir şarkı yankılanmaya başladı kantinin beyaz boş duvarlarında \'\' the beatles- hey jude\'\'. ama beni bu pişmanlık duygularına gark eden, ne şarkı ne de kahve idi. gördüklerime inanamadım. \'\' vay amına koyayım kıvırcık saçlar dalgalanıyormuş! \'\' diye hayretler içerisinde ağzımı yarımca açarak mırıldandım. dışarıda gördüğüm bu doğa üstü olay karşısında, \'\' ananı sikeyim hayat. bunlar karı ise bizimkiler ne? \'\' tarzında bir sitemin ardından derin bir iç çektim, aldığım kahveyi döke döke hedefime yaklaşmaya koyuldum. kantinden dışarıya adımımı atar atmaz sanki şu an\' a kadar çektiğim ızdırap yetmemiş gibi doğa artçı bir sonbahar rüzgarı daha gönderdi. rüzgarla beraber kıvırcık sarı saçları tekrar dalgalandı. marlyn monroe dudaklım, sigarayı içmiyor sömürüyordu. eros tarafından götünden vurulmuş tay gibi sıçradım bir an. fark etti beni! yüzünde \'\' çok uğraştırmayacağım\'\' tebessümü belirdi. işin aslı öyle değildi, çok uğraştıracaktı! yani o gün uğraştırmadı ama ayrılıp gittikten sonraki 10 sene çok uğraştım sevgili okur. başka kadınların yanında unutmak için uğraştım. köfteci harun abi ile içerken bahsetmeyeyim diye çok uğraştım. siktiminin zekisi kıza yazmasın diye çok uğraştım. başına bir şey gelmesin diye çok uğraştım. bu gece de onu düşünerek mastürbasyon yapmayım diye çok uğraştım mesela...

mandallar çamaşırlar çamaşır makinesi ve elma

saat beşe gelirken düşünüldüğünde arasında süper bir uyum yakalayabileceğiniz dörtlü.
1071 malazgirt zaferinden 1 sene önce ankarada kızılaydaki soğan tarlamda çapa yaparken, yan tarlada saban süren çok güzel bir kıza rastladım.onu daha önce hiç görmemiştim. tütünden çatallaşan sesimle '' hey dilber kimsin sen?'' diye bir nara attım. oralı olmadı. sadece çalışmaktan kalçasından daha iri hal almış omuzlarını yukarı doğru hareket ettirerek '' benden sana yar olmaz'' mesajı verdi. o an yıkılmıştım. bir yolunu bulup bu dilberin gönlünü kazanmalıydım. ama nasıl olurdu? biraz daha çalıştım ve saat 12 sularında günlük mesaimi tamamladım. burada tüm çiftçiler sabahın erken saatlerinde çalışmaya başlar öğlen oniki dedimi de paydos ederlerdi. saat 14:00 civarında nasırlaşmış ayaklarımı leğende rahatlatmaya çalışırken, gözlerim yan leğende şalvarımın üzerinde tepinen bir başka iki nasırlı ayağa takıldı. bunlar senelerce saçlarını yolumda süpürge etmiş çilekeş anamın ayakları idi. bir miktar izledikten sonra heybeti ile bin yıllık bir çınar ağacını andıran elma ağacından annemin çamaşır yıkadığı leğene bir elma düştüğüne tanık oldum. işte o anda kafamda şimşekler çaktı. önce yer çekimini keşfettim. daha sonra da tarlada çalışan dilberin gönlünü kazanacak müthiş bir fikre gark oldum.
adını '' kirli düşmanı'' koyacağım bu makine anamı çamaşır yıkamaktan kurtaracak, sevdiceğime kendimi kanıtlamamı sağlayacaktı. ancak 20. yy sonlarına doğru adına '' çamaşır makinesi'' denecek bu icadı gerçekleştirecek olmam, anamın çamaşır yükünün sadece %40' ını hafifletecekti. o senelerde çamaşır mandalından bihaber olan insanlık, yıkadıkları çamaşırları kurutmak için iki ucundan tutarak saatlerce rüzgarın önünde dikilmek mecburiyetindeydi. çok fakirlik gördük çok!

çamaşır kurutmak kolaydı. bir ağaçtan bir ağaca at kuyruğundan yaptığım ve daha sonradan adını iplik koyacağım ince sicimleri bağlayacaktım ve çamaşırları yine sonradan mandal ismini vereceğim kıskaçlarla bu sicimlere tutturacaktım. işin asıl kısmı kirli düşmanını nasıl gerçekleştirecek olmamdı.
uzun süre düşündükten sonra bir arife sabahı elindeki hantal merdane ile baklava açmaya çalışan annemden azıcık kopya çekerek kirli düşmanının ana parçasını buldum. daha sonra bir kutuya bu merdaneyi kolayca dönecek şekilde monte ettim. kutunun içerisine su geçirmez tahtadan ürettiğim bir kasa koydum. kasanın ufak bir kapağı vardı ve kapağı kapattığınız anda içinin dış dünya ile ilişkisi tamamen kesiliyordu. kasanın içine kirli çamaşırların bir kısmını doldurdum. daha sonra o zamana kadar üretilmemiş uzunlukta bir ince sicim ürettim. bu ince sicimin bir ucunu su geçirmez tahtadan yaptığım kasaya, diğer ucunu ise merdaneye adeta bir makara gibi doladım. makara sistemi bir hafta önce babam tarafından icat edildiği için biraz da babamdan kopya çekmiş sayılabilirim. merdaneyi çevirdiğimde su geçirmez tahtadan yaptığım kasa büyük olan kutunun orasına burasına çarpıyor çamaşırları yerinden oynatacak şiddete kavuşuyordu. su geçirmez kasanın kapağını açıp çamaşırların üzerine biraz sabun, biraz da su ekledim. sabunu bulan da bizim sülaleden çıkmıştı. kendisi dayım. neyse tüm bu işlemleri yaptıktan sonra merdaneyi çevirdim. bu sırada ev ahalisi dikkatli gözlerle beni izliyordu. merdaneyi bir müddet çevirdikten sonra, su geçirmez tahtadan yaptığım kasanın içerisindeki köpüklü suyu boşaltıp, yerine kasayı tam dolduracak şekilde saf su doldurdum. bir müddet daha merdaneyi çevirdikten sonra çemaşırları çıkarıp ipe tutturdum. evde bir bayram havası sormayın. meğer ben kirli düşmanını yapıncaya dek bir gün geçmiş, kurban bayramının ilk günü gelmişti. şaştım kaldım vallahi. az kalsın bayram namazını kaçırıyordum. bayram namazından sonra babamla beraber bahçede koç kesip, koçun etlerini aile ahalisi arasında pay ettik. çok fakirlik gördük çok! bayram sonunda sevdiceğim için bizimkinden daha güzel bir kirli düşmanı yaptım. küçük kardeşim kasım' ın da yardımıyla aleti sevdiceğimin kapısına götürdük. babam, annem, ben, kasım ve kız kardeşim mümine ile sevdiceğimin kapısında bir müddet dinlendikten sonra aile reisimiz olan kasım kapıyı çaldı. kapı açılmadan önce zamanın adeti olan kız istemeye gidilen eve girmeden 'damat hediye ettiği nesneyi kayın validesine tanıtır' kaidesine uyarak icadımı tanıttım. tüm aile benim kişisel şovumu çok sevmişti. hatta en küçük oğulları kımızhan '' bir daha bir daha'' şeklinde tempo tuttu. sonra nasıl olduysa bokunu çıkarmaması gerektiğini anlamış bir surat ifadesi ile bir anda durdu. kızı kız kardeşim mümine istedi. ama kızın kayınçosu başlık parası olarak, kirli düşmanı artı kardeşim kasımı üç yıllığına renklerine bağlamak istedi. babam kayınço ile sıkı bir pazarlığa girişti. en sonunda iki kirli düşmanı artı kasımın sol böbreği olarak antlaşmaya varıldı. evde yine bayram havası esti. meğer bayramın üçüncü gününe gelmişiz.

soyulmuş insan derisinden oyun hamuru üretmek

üretim çılgınlığının son noktası. arkadaşım hasan ile dikdörtgen bir masada karşılıklı oturuyorduk. masanın tamamı tuborg şişeleri ile dolmuştu. beynimizi serbest bırakmış, yırtma hayalleri kuruyorduk. bilirsiniz bu tarz hayaller genelde yırttıktan sonrasına dair olur. biz ise işin geleneksel boyutunu çoktan aşmıştık. artık hayatımızı en fazla bir sene içerisinde değiştirmesi gereken o dahiyane fikrin gelmesini bekliyorduk. hasan tuborg şişesinin, yere düştüğünde nasıl bir şeye benzeyeceğini merak etmiş olmalı ki işaret parmağını kanca şeklinde büküp, şişelerden bir tanesine geçirdi ve onu kendine doğru çekti. şişe bir miktar havada asılı kalıp yerden yükselmeye başladı. ve yükseldikçe genişlemeye... şişenin bu gidişini olgunlukla selamladık.
sonra hasan aynı muameleyi başka bir şişeye daha uyguladı. o da aynen az önceki gibi büyürken yükselerek gözden kayboldu. bir an için ensemde ufak bir uyuşma hissettim ve '' herhalde güneş çarptı'' diye mırıldandım. hasan beni hiç sallamadan şişeleri uçurmaya devam etti. ta ki masadaki tüm şişeler tükeninceye dek. ben ise ensemdeki uyuşukluktan başka bir şey düşünemez olmuştum. arka fonda ibrahim tatlıses çalmaya başladı. '' yallah şoför yallah ne bekliyorsun? yüreğime gam ekliyorsun '' diyordu reyiz. şarkının da ardında ritmik bir '' tıss'' sesi duymaya başladığım an ensemden yılan sokulmuşa döndüm. elimi enseme götürdüm yılan falan yoktu. hasan' a '' oğlum şu enseme bir bak çok uyuştu kene falan sokmuş olmasın'' dedim. hasan ortalıkta uçurabileceği bir şeyler aramaya koyulmuştu oralı olmadı. anlayacağınız üzre açık havadaydık ve hava gayet açıktı. tıslamalar şarkıyı bastırmıştı. belki de şarkı bittiği için bana öyle geliyordu. bu durumdan sıkılmıştım gözlerimi ovuşturdum akabinde gözlerimi açtım. uyandığımda belden aşağım olmak kaidesi ile yarı çıplaktım. üstelik yüz üstü yatıyordum ve çarşafı altıma sıkıştırmıştım. '' götüm açıkta kalmış'' dedikten sonra yaklaşık 3 dakika aralıksız güldüm. sonra annem '' ne oldu oğlum?'' diyerek odaya girince götümü gördü. gülmeye devam ediyordum ki sinsi bir tıslamayla kendime geldim. refleks olarak elimi enseme götürdüm ufak bir şişlik vardı. '' galiba sivrisinek'' dedim. ama tıslamanın ne olduğunu hala çözememiştim. bu sırada annem ibrahim tatlıses' ten sarışınım adlı şarkıyı çalmaya başladı. ''şarkılar annemden ise tıslama da annemdendir'' diyerek, yerde dün gece çıkardığım gibi duran baksırımı, çıkardığım kordinatların üzerine gelip çıkardığımın zıttı bir hamle ile giydim. odamdan çıkmamla koridora kurulmuş ütü masasına ve ona dik olarak monte edilmiş yarım ütüye denk geldim. ütü' nün yarısının nerede olduğunu banyoya girince fark ettim. annem ütü' nün yarısına su dolduruyordu. buharlı bir ütüydü bu ve ütü yapma işlemi esnasında periyodik olarak tıslıyordu. işte sese doğru gidince böyle küçük sürprizlerle karşılaşabiliyordun.
annem banyodan çıkınca, küvete eğilip sıcak suyu açtım ve sadece ellerimi yıkayıp, doğruca telofonuma doğru yöneldim. yürürken ellerimi kıllı bacaklarımda kuruladım. arayacağım kişiyi tanıyorsunuz aslında. rüyamdaki şişe pilotunu arıyorum. adı hasan pilot hasan. hasan neredeyse hiç ayık gezmediği için ona mahalle sakinleri bu lakabı münasip gördüler. hasan da gayet pilot tavırla razı geldi bu mesleğe. türkiye nüfusunun yüzde doksanı gibi hasan da istediği lakaba sahip değildi ama bu sikinde de değildi. istediği bir lakap var mıydı? onu bile düşündüğünü sanmıyorum. hasanı aramadan onun beni aradığına tanık oldum. '' gerçekten mübarek adam şu hasan'' diye söylendim telefonu açarken.
hasan: oğlum acil buluşmamız lazım galiba bu sefer yırttık.
ben: ne geldi aklına yine kanka?
hasan: telefonda olmaz 1 saat sonra hasan abinin mekanında buluşalım.
hasan abi, zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz sahil meyhanesinin sahibi ayrıca arkadaşım pilotun adaşı.
üzerimi giyerken '' anne bana tost yapsana'' şeklinde annemden tost yapmasını rica ettim. annem de '' oğlum için dışın tost oldu dolapta brokoli var '' şeklinde bu isteğimi ikiletmedi sağolsun. ancak yarım saat beklememe rağmen tost gelmedi. ben de evden çıkıp, hasan ağabey' in mekanına doğru yürümeye koyuldum. mevsimlerden yaz aylardan mayıs sonu idi. hasan abinin mekanına hasan ile tam anlaştığımız saatte vardım. ve '' selamın aleyküm ahali'' nidası ile meyhanede tek başına oturmakta olan hasan ağabeyimi selamladım. eyvallah yiğidim diyerek beni ismim ve aynı zamanda lakabım olan '' yiğidim'' ile karşılamış bulundu. '' ağabey hasan geldi mi buraya? '' diye sordum hemen. yok gelmedi ama telefonla aradı senin buraya geleceğini haber etti. '' allah allah'' dedim ve bir karışık tost söyledim. bu sırada hasan ağabey teypten yallah şoför' ü çalmaya başladı. tam o sırada elinde tuborg şişesi ile hasan gözüktü. '' taşlar yerine oturuyor'' der demez bastım kahkahayı. hasan bana doğru yürürken üstünü yokladı, ona güldüğümü sanıp tribe girdi mal. ben tabii kaçırır mıyım bu detayı? hayatındaki tek tepki olarak kahkaha atmayı misyon bellemiş biri olarak bastım kahkahayı.
Hasan geldi ve tam karşıma oturdu. Sırtını mehyanenin duvarına yasladı. Hasan ağabey tost makinesinin ardından Hasanı göz ucuyla süzerek ‘’hoşgeldin pilot. bir şey içer misin?’’ dedi. ‘’ Sağol ağabey ben içiyorum ama Yiğit’ e bir bira ver benden olsun’’ diye cevapladı Hasan. Ve sonra anlatmaya koyuldu;
- Ergenliğimin ilk senelerinde. insan sperminden yapıştırıcı yapmışlığım var benim Yiğit biliyorsun. Hatta ambalajında içindekiler kısmına gelinceye dek hep ‘’ yırttık oğlum’’ diye bahsettim bu icadımdan. Ancak içindekiler kısmına ‘’ insan spermi’’ yazmaktan çekindiğim için seri üretim aşamasına geçemedik. Allah kahretsin şu utangaçlığımı. Hala içimde uhtedir.
‘’ Biliyorum Hasan sadete gel’’ dedim. Devam etti;
- Amına koduğumun talihi yüzüme hiç gülmedi. Ama şimdi herkesi hayretler içine sürükleyecek dahiyane bir fikirle duruyorum karşında. insan derisinden oyun hamuru icat edeceğiz.
Tutamadım kendimi bir kahkaha patlattım.
- Ne gülüyorsun oğlum?
Diye sordu pezevenk evladı bir de.
‘’ Eeee Hasan, içindekiler kısmına ne yazacağız? ‘’ şeklinde bir soru yönelttim kendisine.
Tam masada bir sessizlik oluşacaktı ki Hasan ağabey imdadımıza yetişti. Tostumu ve biramı servis edip hemen yanımıza oturdu ve bize biraz önce bu masada sadece ikimizin oturmadığını hatırlatırcasına ‘’ Bence pilotun fikri yabana atılacak bir fikir değil’’ diye ekledi. O sırada teypten ‘’ sarışınım’’ adlı şarkının sesleri duyulmaya başladı. Şarkıların bu sırada ilerlemesi ister istemez Hasan ağabey ile annem arasında bir münasebet olup olmadığını sorgulattı bana. ‘’ Sonra banane amına koyayım kocaman insanlar’’ diye geçirdim içimden. ‘’ Hasan ağabey, içindekiler kısmına ne yazacağız? ‘’ diye sordum. O sırada şöyle buyurdu Hasan;
- Siz Hasan ağabeyini daha tanımıyorsunuz. Aşağı mahallenin anaokulu hocası Gül Pınar hanımla çok sıcak bir dostluğumuz var ayrıca kumpir sokaktaki kumpir kreşinin müdürü Tarçın bey çok yakın dostum. ilk olarak oralara toptan satış yaparsınız baktınız işler tıkırında. Hasan ağabeyiniz size 3- 4 okul daha ayarlar.
Şeklinde saçma ama ümit vaadeden bir konuşma yaptı. Bu fikir hem hasana hem bana mantıklı geldi.
‘’ eee derileri nereden bulacağız Hasan?’’ dedim. Tişörtünü çıkardı ve dönüp sırtındaki kavlak deriyi gösterdi. ‘’ Bir senin sırtınla olacak iş mi bu Hasan allahını seversen? ’’ diye ağzına sıçmak istedim ama puşt tüm sorularıma anında cevap veriyor. ‘’ Oğlum, halk plajına bir masaj standı kuracağız. Yaz boyu orada çalışıp masaj yapıyoruz görünümünde milletin derisini yüzeceğiz’’. Hasan bir anda gözümde pis bir seri katile dönüşmüştü.
Eylül ayının ikinci haftasına kadar tam 5 çöp poşeti deri stokladık. Ve iş bitiminde hepsini bizim apartmanın kazan dairesinde kimyasal tepkimeye sokarak oyun hamurunu icat etmeyi başardık. Hamurun pis kokmasını engellemek için annemin kış için stokladığı gül reçellerini harcadık ancak iş bitiminde cebime giren parayla ( masaj+ oyun hamuru) anneme gül bahçesi satın alabilirdim. Hasan ağabey ve ben pilot gibi bir arkadaşımız olduğu için çok şanslıydık.

camiden sonra ellerin yıkanması gerekliliği

olası bir salgın hastalığa karşı alınabilecek pratik bir önlem.
o gün büyük bir sarsıntıyla uyandım. gözlerimi açtığımda baş ucumda dikilen babamın; '' ramazan kalk oğlum hadi cuma' ya gidiyoruz. '' sözüyle bir an afalladım ve '' tamam baba birazdan kalkarım'' diye karşılık verdim. ama babam zaten birazdan ezan okunacağına ve zaten işsiz güçsüz bir baltaya sap olamamış bir adam olduğum noktalarına değindi. işsiz güçsüz bir adam olduğum doğruydu ama sabah uyanır uyanmaz bunun hatırlatılması yanlış. insanlar, sizden bir şeyler isterken yerine getirmediğiniz bir sürü sorumluluktan bahsedebilirler. bu onların '' kesin geliyorsun'' deme şeklidir. zaten uyku falan bırakmadığı için kesin geliyordum ama babam durumu algılayabilecek bir olgunluğa sahip değildi. bazen ben onun babasıymışım gibi hissediyorum, sonra çok kötü bir evlat yetiştirdiğimi düşünüp bu fikri aklımdan çıkarıyorum. üzerimdeki yorganı belime dolayıp hışımla yataktan kalkarken, bir kez daha '' tamam baba geliyorum'' cümlesini kurmaktan çekinmedim. babam zaten tekrarları seven bir insan olduğu için ( genelde ' arka sokaklar' ın tekrarları) bu cümleyi tekrar kurmam tavrını değiştirmesinde pek fazla tesir etmedi. banyoya gittim ve duşa girdim. musluğu açarken arkamdan '' bir de cenabet'' şeklinde bir söz duydum. evet baba sence cenabet olabilirdim ama sadece boşaldıktan sonra duşa girmek bana biraz ters kusuruma bakmayacaksın artık. bu durum gerçekten çok sinir bozucu. düşünsenize, banyoya her girişinizde sizi '' cenabet'' olarak yaftalayacak bir babaya sahip olduğunuzu... tanrım! bu gerçekten iğrenç bir his. suyu açıp ellerimi yıkadım ve ardından her biri üç kere tekrar edilen iki ritüel gerçekleştirdim. üç kere ağzıma, üç kere burnumu su çekip onu tükürünce bedenim '' temizsin sen temiz, şükürler olsun dinimiz'' şeklinde bir türkü uydurdu. arkadaşlar ben müzik yapıyorum para kazanamıyorum ama yapıyorum. 2 enstrümana hakimim. böyle olayların psikolojimde bırakabileceği derin izleri bir getirin gözlerinizin önüne lütfen.
her neyse duştan çıktım. babamla doğrudan evimizin iki sokak altında olan cami' nin yolunu tuttuk. cami' nin eve bu kadar yakın olması ezanın evden okunduğu gibi bir algı yaratabiliyordu. çocukken sabah ezanlarına uyanıp, dedemin ruhunun evde dolaştığına defalarca tanık olmuşluğum var. bu yüzden ben biraz şikayetçiyim bu durumdan. cami' nin avlusuna vardığımızda yan komşumuz sebahattin ağabeyi abdestinin sonunda yakaladık. sebahattin ağabey artık sol ayağının çıt parmağının arasında kalan kiri temizliyordu. bilirsiniz, neredeyse bitmiş. babam '' merhaba sebahattin'' deyip elini uzattı. sebahattin ağabey sağ elini ayağından çekip babamla el sıkıştı. ben ise o sırada içimden bildiğim tüm küfürleri sayıyordum. sonra sebahattin ağabey benimle de el sıkışmak istedi. haliyle uzattık elimizi tabii. babamlar derin muhabbete daldılar ve önden camiye girdiler. ben ise 3 dakika sonra geleceğimi bir erbaş selamı ile bildirdim babama. onlar camiye girdikleri anda ellerimi bolca yıkadım ancak sebahattin ağabeyin yanındaki sakallı dedenin sakallarını sümüğe buladığını görünce musluğu kapatmadan camiye daldım. babamlar henüz girmemişlerdi. sebahattin ağabey terliklerini eline almış, babamın ayakkabılarını çıkarmasını izliyordu. beni görünce sırıtarak '' ne o? hava almayacak mısın?'' şeklinde bir soru yöneltti. '' hayır'' dedim. ayakkabılarımı çıkardım ve babamın ayakkabılarını çıkarmasını sebahattin ağabeyle birlikte izledim. babamın neden erken uyandırdığını şimdi daha iyi anlıyordum. adamın ayakkabılarını çıkarması neredeyse 15 dakika sonunda babam da ayakkabılarını çıkardı ve sebahattin ağabeyin koluna girerek önden önden caminin merdivenlerini çıkmaya başladı. ben ise babamın bu hareketleri karşısında tosun taşağı gibi gerilmekten başka bir şey yapamıyordum. sebahattin ağabey çıplak ayaklarıyla girmişti camiye. ayaklarına baktıkça midem kalkıyordu. babamlar bir önümde saf tuttular. sonra sebahattin kendi önündeki saflardan bir fırsat yakalayıp bir öne kaydı. babam ise arkasını dönüp eliyle gel işareti yaptı. tam bir adım attım ki mahalle esnafından hamza amca ile çarpıştım. hamza amca gülerek '' olsun sıkışalım hem böyle daha sevap'' şeklinde bir söz söyledi. döndüm babama baktım. kafası ile onayladı. sonra bir anda namaz başladı ben biraz safın arkasında kalmıştım. ayrıca durduğum yerde çoraplarımı bütünü ile ıslatan bir su birikintisi vardı. amk sebahattini demek geçti içimden ama camide olduğumuz için hemen tövbe ettim. namazda sürekli pozisyon değiştiriyorduk. ben babam ne yaparsa onu yapıyordum. rükuya her vardığımızda sebahattin ağabeyin ayak ıslaklığıyla tekrar tekrar tokalaşıyordum. namaz sona erdi. bitmesinin sevinci ile sebahattini mebahattini unutup baba '' ben arabayı alıyorum, geç gelirim'' tarzında bir cümle kurdum. '' tamam'' şeklinde bir karşılık verdi. babamı beklemeden koşarak eve gittim. evden, gitarımı alıp anneme para konusunda yalvardıktan sonra arabanın anahtarlarıyla çıktım. 1992 model brodway' e üzülmüştüm o an. yıllardır babamın kahrını çekiyordu. doğruca kadıköy'e sürdüm. arkadaşım kaan ile biralarımızı yudumlayıp akşama kadar müzik yaptık. o gün öylece sona erdi. ertesi sabah ellerimde sebahattin ağabeyi hissedebiliyordum. gözle görülür bir değişiklik vardı ellerimde. '' bir şey olmaz herhalde'' diyerekten duşa girip ( bak aslında cünüp değilmişim baba) kahvaltı etmeden doğruca kadıköy' e çıktım. arabada benzin olmadığı için almadım bu sefer. malumunuz benzin de alamam çünkü ben fiyatları çok fahiş. benim ise fahişelik dahil hiç bir iş tecrübem olmamıştı şimdiye kadar. o yüzden almadım neyse. kadıköyde kaan ile buluşunca ellerimizin sebahattin ağabeyin ayakları gibi koktuğunu fark ettim. herhalde dün camiden kaptığım bir mantar türünü bu günahsız sahabeye bulaştırmıştım. doktora gittik. ayrı ayrı sıralarla girdiğimiz doktor bizim arkadaş olduğumuzu hemen anladı. ikimize de aynı merhemi yazdı. ve ekledi '' oğlum aynı kadınla ilişkiye girmeye utanmıyor musunuz?'' dedi. kızardım kaldım sonra gülerek '' olur öyle şeyler '' dedi. doğruca çıktım ve sebahattini öldürmek için yola koyuldum...