bugün

sözlük yazarlarının kaleme aldığı ya da paylaşmak istediği hikayelerdir.
ikinci dünya savaşındayız. Almanlar, Fransa ve Polonya'daki zaferlerinden sonra Stalingrad'a girmiş, Moskova'ya emin adımlarla ilerliyor. Almanlar “nihai zafer” yolunda ilerlerken Rus askerleri de canlarını seve seve feda ederek ellerinden gelen en büyük dirayeti gösteriyor; gerekirse tankların altına giriyorlar, silahsız ve cephanesiz vaziyette makinalı tüfeklere doğru koşuyorlar. Gerçekten genci ve yaşlısı kahramanca savaşıyor. Stalin'in gözü kara generalleri, Sovyet Rusya'nın muvaffak komünizmi (!) için 20 milyon insanı göz kırpmadan feda ediyorlar ve diyorlar ki, “Biz, Sovyet Rusya! Faşistleri mağlup etmek ve vatanımızı korumak için 20 milyon kayıp verdik ama, savaşı kaybetmedik!"

Rus askerlerine genel olarak derin bir saygı duyuyorum, savaşın sonlarında Alman sivillere ve esirlere karşı işledikleri savaş suçlarını göz ardı edersek "kahraman” sıfatını sonuna kadar hak ettiler. Ama generallerin bu acımasız gözü karalığı, savaşta ölen toplam Rus sayısının, savaşta savaşan toplam ingiliz, Amerikan, Fransız ve italyan askerlerden daha fazla olmasını sağlamış… Tam bir insan israfı. Savaş generallerin başarısıyla değil, halkın fedakarlığıyla kazanılmış yani. Hatta fedakarlık demek az kalır, kurbanlık diyelim biz ona.

Neyse. Bir hikâye anlatayım. Bir bölük Alman asker, Moskova'ya doğru emin adımlarla ilerlerken bir avuç Rus askerle çatışmaya giriyor. Sıradan bir gün. Rus askerler ölüyor, subayları esir alınıyor. En fazla yirmi beş yaşında, mavi gözlü, vakar bir delikanlı. Kampa götürülüyor. Alman komutan, teğmenine, “Emirleri biliyorsun. Subaylar ele geçirildikleri yerde infaz edilecek.” diyerek subayın infaz emrini veriyor.

Alman teğmen, az sonra öldüreceği genç subayın yanına gidiyor. Derin bir iç geçirerek gözlerinin içine bakıyor. Sonunun ne olacağını anlayan genç subay ayağa kalkıyor. Delikanlının duruşu, bakışı, tam bir gurur ve vakar ibaresi… Alman asker, Rus subaya bir sigara ikram ediyor. iki delikanlının gözünde “Savaşta olmasaydık, iyi arkadaş olurduk” bakışı…

Esir subayın, teğmenleri tarafından öldürüldüğünü duyduğu zaman Alman askerler kendi aralarında konuşmakta. “Teğmenimizin esiri öldürdüğü doğru mu?” “Evet.” “Teğmenin bu yaptığını aklım almıyor.” “Bunu hepimiz için yaptı.” Ve içlerinden biri lafa giriyor. “Benim için değil." Diğeri cevap veriyor. "O yapmasaydı bizden birinin yapması gerekecekti." ”Hayır gerekmezdi.“ "Ruslar farklı mı davranırdı sanıyorsun?” dedi diğeri. Ve genç asker, verilebilecek belki en güzel cevabı verdi. “Belki bizden doğrusunu öğrenirlerdi.”

unsere mütter unsere väter dizisinden çok etkilendiğim, spoiler olmayan bu kısmı hikayeleştirip paylaşmak istedim.
(#31768208).
sene 94... gencim o zamanlar... gözlerim ateş ediyor adeta. bir gün arkadaşlarla demlenmeye gittik, bizim hasanın yerine... çukurcumadan meydana çıkarken sağda. şahane kalamar yapar namussuz. oturduk dem alıyoruz derken bir afet-i devran girdi içeri... ama ne giriş, yakıyor yeri göğü zilli... hafifçe süzüldü içeri doğru, montunu şapkasını etrafını saran papyonlu dalkavuklara bıraktı.... gözleri tek bir masada, belli ki müdavim. kuruldu masasına, tek kelime etmedi dublesi dolup masası mezelerle bezenirken, ilk yudumu aldı beyaz altınbaştan... dudakları ıslanınca gül açıverdi sanki... meyhanede çıt yok, esas duruşta tüm gözler. kavuna yeltendi hafiften.. nasıl oldu bilmiyorum dibinde bitivermişim... kafasını kaldırıp dikti namlu gibi gözlerini gözlerime... bende görüntü nanay... kör oldum...

vakurdu ama bir çocuğunki gibiydi vakarı, hafiften emanet. 'kavun' dedi.. ben sesinin kayığına binip ufka yaklaşırken, 'kavunun mevsimi geçti artık, çok tatsız' dedi. oturdum karşısına sessizce, tekrar fani dünyanın ağırlığını hissedince omuzlarımda, az önce gördüğüm rüyanın mahmurluğuyla döküldü cümleler dudaklarımdan:

madem tatsız, ne diye kış günü kavun yiyon be mına koduumun zillisi..!
evrenin kısa tarihi: olan oldu.

-vedat özdemiroğlu
Titremem gelmişti. Vücut “Kahvee, kahveee” diye tezahürata kalkmıştı. Mutfağa kaydım ve ketılın içini yokladım. içerde demirlerden başka bi şey yok. Boş. Damacana köşesine gittim ve pompaladım. Bastım, bastım… Boşa basıyorum. Damacana 70 yıldır sigara içen bir dede gibi sesler çıkarıyodu. Su bitti alarmıydı bu! Fakat boş olan bir şeyim daha vardı: Cüzdan! Hiç nakitim, somutum yok. Ağzım, dilim hala kahve diye istek yolluyo. O zaman, gözümü kararttım. Gittim çeşme suyunu açtım ve o akarken kalite kontrol koklaması yaptım. Resmen çamaşır suyu, tarım ilacı, dere karışımı! Midem havaya kalkıp “Ben bu suyla kahve içmem” dedi. Keşke sucuyla zamanında bahşiş kültürü geliştirseydim. Ya da selam verdiğinde azcık aleyküm selam deseydim. Ve rahmetullah deseydim. “Nasılsın abey” dediğinde “Borcumuz ne kadar” demeseydim. Şimdi “O bahşişlere say” deyip alırdım hayati içeceğimi.
Evin sağında solunda su kalıntısı var mı diye gezmeye başladım. Her yeri Mars robotu gibi gezdim, inceledim. Yatak odasındaki sehpada bir bardak sıvı vardı ama üzerindeki tozlar mikroskopsuz bile seçilip isim takılabilecek cinsten. Derken aynı odanın öteki sehpasına kaçtı gözlerim. Av yes. Bir sürü 200’lük, dolar filan! Yeppa, sahte paralardı bunlar. Havaya atmalık! Geçen günkü zenginlik fantezimden kalma. Kokladığım ‘natural pislik water’ın çamaşır suyunun da kafa yapmasıyla aklım gelişti. Bi fikir buldum galiba. Bu 200’lüğü uzatırım, sucu da “Bozuk yok be abim sonra verirsin” diycektir zaten. Al sana su. Sabah sabah 200’lük bozuğu bulunan Türk insanı mı olur. Hemen aradım sucumu…
***
Beklenen kapı çaldı. Cıvataları oynatırcasına açtım, evi temelden sarstım. Karşımda sucunun ışın silahıyla küçültülmüş hali vardı: Oğlu. Bu çocuk nerden çıktı, planda yazmıyor. Altında kaybolduğu damacanayı usulca yere bıraktı. Sahte 200’lüklerden kıpkırmızı olmuş cüzdanımı açtım. Ağır ağır uzattım, uzattım… Büyük para uzatması yaptım. Fakat çocuk parayı fırt diye çekti! Şak şak şak diye para üstü çıkarmaya başladı. Yapma oğlum yapma. Paraya bir bak. Bozamazsın sen onu. Delirme sabah sabah be çocuk. Beni hapse mi attıracan küçük sucu. Saymayı bitirdikten sonra minik avucu para üstüyle doldu. Ve hepsini bana aktarıp boş bidon ve sahte 200’le apartmanın derinliklerine doğru kayboldu. Bomboş gitti yani. Bari bahşiş verseydim lan. Kapıyı kapayıp salona attım kendimi. Salonun kapısını örttüm. Aklımı toplamaya çalıştım. Toplayamadım. Kendime bi kahve oluşturdum temiz suyumla. Ama akşama kadar anlaşılcam diye suyu, kahveleri, çayları, çorbaları boğazımda kala kala tükettim.
***
Günler ağır çekim gibi geçti. Kendimi hapislikmişim gibi hissediyodum. Artık uyuyamamaktan gözlerim satanist gözü olunca gittim bütün damacanayı tuvalete döktüm. Nasıl olsa maaşım yatmıştı. Sucuyu çevirdim. Arama sesi vicdanımın sesi gibi acı acı çaldı. Vuuuuuğ, vuuuuuuuğ… Çok korkuyodum. ilk kez Andımız’ı okuycakmışım gibi titriyodum. Karşıdan gelecek ses ne diycekti? Fakat? ‘Vuğğğ’lamalarım son buldu. Ve ‘Dıt dıt dıt’lar çıktı. No’lanmıştım. Yüzüme No’lanmıştım. Anladılar! Ben olduğumu biliyolar. Sakallarımı çekiştirip stres yaptım. Sonra baktım aha arıyo. O. Telefonum korkunç şekilde çaldı, çaldı. Deli gibi titredi. Yeşil ‘Yes’e bastım:
“Abi sana yazmasın diye açmadım. Su mu istemiştin?”
Vicdanım boş damacana gibi ötmeye başladı. Ben bu temiz insanları nasıl kazıkladım.
“Evet, aleyküm selam ve rahmetullah. Nasılsın? Çocuk nasıl? Bir su alabilir miyim” dedim.
Sucuyla yarım saat telefonda konuştuktan sonra kapattık. Boşumu tertemiz hazırlayıp elimde de gerçek 200 TL ile kapıda beklemeye başladım. Her şeyi düzelticektim. Kapı çaldı. Heyecanla açtım. Sucunun oğluydu gene. Masum masum damacanasını vücudundan ayırdı. Kar içindeydi. Uykusuz gözlerim doldu. Sanki çığın altında kalmış. Parlak 200’ümü uzattım. Çocuk para üstü iletmek için üzerindeki karları apartman koridoruna boşalttı. Elini para çorbası olmuş cebine daldırdı. Ama, “Kalsın çocuğum. Üstü komple senin olsun” dedim. Çocuğun daha sevinçten Maykıl Ceksın geri yürüyüşü yapmasını beklemeden vicdanım tertemiz bir şekilde kapımı kapadım. O mutluluğu hiç bozmadan temiz ve halal suyumla kendime bir kahve yaptım. içeri geçip damaklarımı şenlendiricektim ki…
Kapı. Vat? Açtım. Görüntüde sucu adam. Yanında da oğlanı.
“Geçen gün o sahte 200’ü kakalayan .bne sendin di mi” dedi.
Apartmanda sesi en üst kattan zemin kata kadar 5 kere dolaştı geldi. Adam cevap hakkı tanımaksızın omzumu tuttu.
“Vicdanlı adammışsın abi” diye ekledi. Ve baba oğul apartmanın derinliklerine doğru kayboldular.
Delinin biri bir gün konuşuyormuş kendi kendine .kendi kendine dediğime bakmayin aşık olduğu kıza ithafen;

Senin olmadığın anlardan biri daha..

Nasıl desem kalbime saplanan bir sen,
dünyamı cehenneme çeviren bir sen..
Gözlerimden, Durdurak bilmeden akan yaşlardan, bir sen daha..

Sanırım Aklımdan çıkaramadığım bir sen..

Ama dur bir dakika eğer sen olmadan da varsan bu anlarımda,
Sen diyebiliyorsam her defa,
demek ki sensiz de değilim ..
tramvaydaydım. bir köşede oturmuş çevremdekilerin neler yaptığına bakıyordum. mutluydu hepsi, gülüyor, birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı. ben, o köşedeki halimle ben bu mutluluk tablosuna son anda girmiş gibi hissediyordum kendimi. tam böyle düşünürken tramvay durdu. bir yığın mutlu insan indi, bir yığın mutlu insan bindi. binenlerin arasında gözüm bir kadına çarptı. bildiğiniz çarptı ama o hissetmedi bile bu çarpışmayı. oturdu, geniş ve bir o kadar süslü çantasından bir kitap çıkardı. kapağına bakmaya çalıştım, sonunda bakabildim: masumiyet müzesi! yanına gitsem, 'hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum' desem nasıl tepki verirdi acaba? yoksa 'yaşını başını almış adamsın, utanmıyor musun kızın yaşındaki birine sarkıntılık etmeye?' mi derdi? ya da kafasını sallamakla, belki birazcık tebessüm etmekle yetinirdi? olamaz mı! belki de samimi ve olabildiğince iyi niyetli olduğumu anlar ve sohbet ederdik. bol bol kitaplardan konuşurduk. bu adam, bu bedbaht ve yaşlı adam birazcık mutlu olurdu o zaman...

Edit: 'hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum' Orhan Pamuk'un masumiyet müzesi kitabının giriş cümlesidir.
Şimdi bir tane yazmaya çalışacağımdır. - 01.49 -

Ellerini "şak şak şak" diye tekrar vurdu murtaza, halay başıydı. ilk defa bir düğüne gitmiş ve ilk halayındaydı; ne bir eğitim almıştı ne de bir kez "şak şak şak" yapmıştı.

Serçe parmağı özlemden sonra kavuşulan sevgili edasıyla kavranmıştı, güzel bir duyguydu bu az da iç gıdıklıyordu rukiyenin serçe parmağının bu kavrayışı.

Murtaza halay çekmeyi nereden öğrenmişti, sanki 23 yasına dek okul-ev-dersane-bakkal hayri amca dörtgeninde yaşayan o değildi! Evet değildi arada da playstation kafeye giderdi.
Şunu düsündü murtaza: "ben neymişim be". Gururlandı, her işi layıkıyla yapabilecegini, elinden kaçacak bir seyin olmayacağinı sandı.
Halay devam ediyordu; şu geldi aklına: "hep aynı hareket yahu galiba bunu kör ihsan emmi bile yapar".

Tefekkürleriyle başbaşayken murtazaya seslendi rukiye: "murtaza parmağım"

Halay bitti; rukiye takı töreninin, murtaza annesini de telkiniyle bahar dönemi vizelerine calışmak icin evinin yolunu tuttu.

-02.00-
Sizlere iki aşığın hikayesini anlatacağım. Baran ile gülçiçek ikisi de diyarbakır'ın şirin bir köyünde dünyaya geldiler. Birbirlerine ne kadar yakın olsalar da hayatları bir o kadar farklıydı bu kişilerin. Baran'ın babası köyün en zengini ve köklü bir aileden gelen biriydi yani baran hem zengin hem de statüsü yüksek bir insandı. Bunun aksine gülçiçek ise gariban bir aileden gelen neredeyse kimsesiz denilebilecek biriydi ama güzelliğiyle köydeki bütün erkekleri büyüler, kızlarına da kıskançlıktan karalar bağlatırdı. Bu iki aşık çocukluklarından beri geliştirdikleri derin bir bağ ile birbirlerine bağlanmış olacaklar ki aralarındaki hiçbir farklılık aşklarının büyüklüğünden ötürü akıllarına bile gelmiyordu. Aşkla büyülenmiş iki aşığın birbirlerine besledikleri derin sevgi kavuşamama ihtimaline dair düşüncelerin zerresini dahi akillarına getirmiyordu.

Ancak kavuşamamanın adidır aşk derler ya hani işte bir gün tam da bu sözü doğrulayacak bir olay oldu. Baran'ın babası tası toprağı satıp istanbul'a göç etmeye karar vermişti ve orada kuracağı şirketin başına da baran'ı geçirmeyi düşünüyordu. Baran babasının ne karar sözünün eri olduğunu bildiğinden ötürü haberi alır almaz çok üzüldü ve soluğu hemen gülçiçeğin yanında aldı. Olanları anlatıp gülçiçeğe bir gün tekrar görüşeceğiz diyerek aslında kendisinin de inanmadığı sözler sarfediyordu.

Yıllar sonra gülçiçek köydeki son yakını olan babasının ölümüyle adeta öksüz kalmıştı ve yaşadığı yerdeki iş imkanlarının azlığı elini kolunu bağlamıştı ve bir umut büyük şehire gidersem iş bulurum düşüncesiyle o da istanbul'a göç etmeye kara verdi ve bohçasını hazırlayıp ilk bulduğu otobüse binerek istanbul'a gitti. Varır varmaz gözü gazetelerdeki iş ilanlarında, billboardlarda, afişlerde hatta insanların agızlarından çıkan elemen lazım sözlerinde olmuştu. Sonunda gazeteden bir şirkete ait ilan gozüne çarptı; bu temizlikçi ilanıydı. Gülçiçek hemen elindeki telefona sarıldı son paradıyla aldığı telefon paketinin bitmesine bir gün kalmıştı. Olumlu cevap almasıyla yüzünde güller açtı.

Devam edecek...