bugün

damla: t ile şehir
merve: trabzon
kene : trabzon
ali : tokat

***

"okulun son günü mutluluğu* vardı üstümde, çünkü okulun son günüydü.

karnemde hiç asker* yoktu, hatta tüm notlarım beşti. mutluluğumun ise bununla hiç alakası yoktu. okul, dersler, başarı falan umurumda değildi. ağzım kulaklarımdaydı çünkü bu akşam yola çıkılıyordu, güneye, memleketim antalya'ya doğru. antalya'dan kuzeyde yaşadığım zamanlardı.

bavulumu büyük bir istekle topladım. ne kadar şortum, tişörtüm varsa doldurdum. üstünde alanya yazan sarı plaj havlumu unutur muyum hiç. dokuz aydır beni bekleyen terliğimi de giyip başladım evin içinde gezinmeye. annem her zamanki gibi bekletiyordu bizi. kadınları beklerken sinirlendiğim zamanlardı.

bej renkli reno 12'mizin ön koltuğuna kuruldum. ilk okula başladıktan sonra annem arkaya geçmiş, ailenin iki numaralı erkeği olarak ön koltuk bana kalmıştı. üç saatlik kısa ama bitmek bilmeyen bir yolculuğun ardından kepezdeydik. antalya ışıkla dokunmuş bir halı gibi ayağımın altına serilmişti(1). bu manzara karşısında her seferinde heyecanlanırdım, içim içime sığmazdı. basit şeylerden mutlu olduğum zamanlardı.

güneye indikten sonra yarım saat de doğuya gidince bizim köye varırdınız. kimse sorsanız bilirdi zaten bizim evi. yazları iki katlı müstakil evimizde amcamın ailesi, babaannem ve dedemle birlikte yaşardık. cibindiriğin içinde, dedem ve babaannemin arasında uyurdum geceleri. sivrisineğin bol, kanımın taze olduğu zamanlardı.

birkaç günlük hazırlığın ardından denize göçmüştük*. sahilde tahtadan küçük bir kulübe yapıp, orada yaşamaya başlamıştık yani. akdeniz sahil köylerinin eski bir geleneğidir bu. mayıs ayından itibaren işini gücünü bitiren her aile sahile çardak dediğimiz bu tahta kulübelerden yapıp, tüm yazı orada çıkarır. çardaklar denize yakın bir köye değil, bilakis kumun üstüne, denize 20 metre mesafeye yapılır. çoğu çardak, traktörün arkasına koşulup mal tanışamada kullanılan römorkün üstünü kapatmak suretiyle oluşturulurdu. çardak yapma sürecinde en çok emek harcayanlar da tabi ki çocuklardı. ben de çok çalıştım. tahta direkleri, çitaları taşıdım, geçen seneden kalma eğri çivileri doğrulttum, kuma saplanan direklerin yerine oturması için denizden pakırlarca su taşıyıp direğin dibine döktüm. güneşin bağrında koşturup da terlemediğim zamanlardı.

tipik bir çardak günümüz şöyle geçerdi; sabah annemle birlikte uyanır fırlardım yataktan. yüzümü yıkamak için denize girer on dakika kadar yüzerdim. ardından tulumbanın buz gibi suyunda alel acele bir duş alırdım. annemin kahvaltı için kızarttığı biber, patlıcan, kabak ve patatesi büyük bir iştahla yerdim. bir saat kadar sonra da sahildeki tüm çocuklarla beraber denize girerdik. yani aynı anda denize giren yaklaşık bin kadar çocuk düşünün. güneş bize dik dik bakmaya başlayınca ebeveynlerimiz tarafından zorla çıkartılırdık denizden. öğle yemeği ve ardından bir saatlik öğle uykusu faslı vardı. ben öğlenleri genelde uyuyamaz, denizi izler hayaller kurardım. güneş bakışlarını biraz çevirince yine atlardık denize. ikindi vaktine doğru meltem esmeye başlar, deniz dalgalanırdı. dalgalardan da kendimize eğlence çıkarırdık. götümüzü denize doğru domaltır beklerdik, büyük bir dalga gelip vurunca da tepe takla dalganın altında kalırdık. güneş iyice batmaya yüz tutunca yorgun argın çıkardık denizden. akşam yemeğinden sonra hala enerjimiz kaldıysa sahil boyunca yürüyüş yapardık, elimizde ay çiçekleri ile. adam gibi eğlendiğimiz zamanlarlı.

gün içinde de defalarca tulumbaya giderdik, tatlı su getirmek için. çardağımızda su tesisatı yoktu haliyle. elektrik mi? o da ne? tüple çalışam, gömlek giydirilen lüküs lambalarımız vardı. güneş batınca tüm çardaklardan solgun bir ışık yükselirdi. güneş endeksli yaşıyorduk zaten. o yorgunlukla herkes gece yarısını görmeden uyurdu. doğaya daha yakın olduğumuz zamanlardı.

her yıl çardağımızı aynı yere kurardık, bazı komşular gelir gider, bazıları da bizim gibi hep aynı yerde olurdu. bu yıl da iki tane yeni komşumuz vardı. bizim çardağın hemen arkasındaydılar. birer çadırla gelmiş, tanıdık iki aileydiler. ankara'dan geldikleri için çardak kurmak yerine çadırda kalıyorlardı. ilk günden tanışıp, akşam yemeğine davet ederek ev sahipliğimizi göstermiştik. misafirliğe gidilen zamanlardı.

bu çardak kültürü öylesine hoşuma giderdi ki, hiç bitmesin istediğim için midir bilinmez, 3 ay hızlıca geçerdi. hatta bu yaz daha hızlı geçeceğe benziyordu, çünkü şu yeni çadırlardan birinde benim yaşlarımda bir kız vardı. adı da merve'ydi. kısa boylu, kumral bir kızdı. çok güzel değildi sanki ama hayata testesteron filtresinden baktığımız zamanlardı.

sahil, sıcak yaz akşamları, ay ışığı falan derken çoktan aşık olmuştum merve'ye. sabahları uyanır oyunmaz aklıma o geliyordu. geceleri yatağıma uzanıp dalgaların sesini dinleyerek uykuya daldığım günler geride kalmıştı artık. artık o'nu hayal etmekten dalgaları duymuyor, yakamozu görmüyordum. o ise halinden mutlu, ilgimden habersiz görünüyordu. habersiz olması sizi şaşırtmasın çünkü ilgimi gösterecek bir kelime bile edememiştim ki! ben onun için komşunun oğlu ve oyun arkadaşı zamirlerinden başka bir şey değildim. mal gibi sürekli onu kesiyor, oyunlarda ona yakın olmak istiyor, akşam gezilerimizde kardeşlerimizi ekip merve ile baş başa kalma planları yapıyordum. ince hesaplarla yaptığım planlar sonucu baş başa kaldığımız oluyordu fakat son gaz çalışan beynimin aksine dilim o kadar da iyi çalışmıyordu. hele ki merve'nin yanında kitlenip kalıyordum. bazı şeylerden henüz utandığım, çekindiğim zamanlardı.

olmuyordu. derslerimde hep başarılıydım. oyunlarda hep bir numaraydım. mendil kapmacada tazı gibi koşardım kimse yakalayamazdı. sahilde kovalamaca oynardık, beni yakalamak yine mümkün değildi. traktör ve araba sürmeyi çoktan öğrenmiştim. ama bir türlü kızlara nasıl yaklaşacağımı bilmiyordum. abilerimden öğreneceğim çok şeyin olduğu zamanlardı.

o yaz mevsiminin sonuna doğru, merve'ye olan platonik aşkımın da yavaş yavaş sonuna yaklaşıyorduk. kendim ile büyük bir savaş yaşamıştım ve kaybetmek üzereydim. tüm oyunlarda kazanıp hayatın kendisinde kaybediyordum işte. sıkıldım. düşündüm. bunaldım."

***

ali : vaşak
damla: van kedisi
kene : ...
merve: kene! daldın gittin yine, ne düşünüyorsun?
kene : hiiiç.
merve: iyi hadi v ile hayvan söyle. bundan da on puan alırsan sen kazanıyorsun oyunu.
kene : fare

***
(1)görsel
çocuk işte sahilden güneşten denizden ne anlar. biz de gölbaşında güneşleniyoruz evladım.