bir söykü dergisi sayı 8 ateş öyküsüdür.

-------

kabala'dan crowley'e.

"bilgi güçtür."

sephiroth gerçek ise, “bu lanet” tanrının laneti olmalı. lanet tanrının bir silahı ise, tanrı insanın eline bir silah verdi. öyle ki insan tanrının lanetini işledi.

kabala'dan crowley'e.

daath bir araf, daath bir bilgelikti. kabala'nın yaşam ağacında daath, ilk üç tanrı vasfı (taç sahibi yani kudretli oluşu, bilge oluşu ve üretken/yaratıcı oluşu) ile geriye kalan diğer yedi vasfı arasında bir köprü, bir vahiydir. bu temel üç vasıf, üzerine eklendikçe gelişen (diğer yedi vasıf ile) bütün bilim dallarının birer temeli sayılabilecek, bilinen fizik ya da boyut kanunlarını kapsar. kudretin sahibine ait olduğunu simgeleyen taç, gücünü aldığı bilgelik, tacı ve bilgeliğinden doğan üretkenlik… geriye kalan diğer yedi vasıf da bu sürecin tamamlayıcı vasıflarıdır. kabala, yaşatıcıları tarafından sephiroth'u tanıma, tanrıya ulaşma aracı olarak yaşatıldı. Bu da doğanın açıklamasının tamamen bilimden geçtiğine ve bu bilimin de sephiroth’ta bulunacağına inanıldı. daath, bilgelik, vahyin özündeki bilgelik, bir başka noktada kutsal mekan, crowley'de büyü bilgisi olarak işlendi. os abysmi vel daath, (yani -kasvetli- karanlıktan bilgeliğe, kutsallığa ya da cehennem çukurundan kutsal mekana) kabala'nın bir yemini, crowley'nin de bir tür prensibi, metodunun açıklamasıdır.

sayıların büyüsü, kabala öğretisinin en mistik yanıdır. tanrının gölgesini takip etmedeki mistisizmden öte sayıların yarattığı mistik atmosfer, yaşatıcılarının en büyük motivasyon kaynağı oldu. benzer şekilde de crowley, ilhamını aldığı anları bilgeliğe, üretken olamadığı anları karanlığa sembolize etti. bilgeliketen yaratıcılık sürecine girdiğinde karanlıktan bilgeliğe doğru yükselen bir ivme çiziyordu. neticede büyü kitabını crowley, tanrının peşinde giden kabala insanlarının kutsal görevine benzetiyor, bilgiye ulaşanın, bu kitabı kullananın kendi karanlık dünyasından bilgeliğe ulaştığını esasında ima ediyordu. içerisindeki öğretiler ise madde dünyasından madde ötesi dünyasına geçişi kapsıyor, ruhun kapılarını açmanın metodlarını inceliyordu. crowley bir kabalist değildi ama, misyonu, büyücülüğün kendisinde var olan sihrinin, kapılar açacağına olan inancıyla paralel işleyen bir misyondu.

sephiroth yani bir nevi tanrının insana bahşettiği tanrısal özellikler, doğaya yüklediği kimyasal, biyolojik ve fiziksel misyonlar, on tanrı vasfı, insana işlendiyse, insanın çabası da zamanın başlangıcına, tanrıya ve tanrının özüne dönme çabası olacaktı. bilimsel çalışmalar ardında mistisizm, doğayı anlamak ile paralel bir şekilde arandı. savaşlar yaşamış dönemlerin insanları bu yolda araştırmalar yaptı ve güce sahip olma sevdasını tarihe kazıdı. Bilim hem merak hem de güç unsuruydu.

Şimdi ise, savaşlar sonucu gelişme kaydeden insan, en büyük değişimi yaşamış, bu zihniyeti değiştirmişti. son savaşın yıkımı sınıflar ve bloklar halinde yaşayan insanların belli bir katmandan aşağısını sürpüntü haline getirmiş ve yok etmişti. şimdi sadece bilim adamları egemenlik sağlamış, kıtalar nüfüs ve nüfuz açısından daralmış, küçülmüş, insanlık asya kıtasına yığılmıştı. insanlık kelimesinin görevi de artık değişmiş, güçler birliği etmiş farklı ırklardan çılgın bilim adamlarına eşit olmuştu.

Bu bilim adamlarını çılgın kılan ise, alışıldık bilimsel çılgınlıklarının ötesindeydi. Yıkımın getirdiği büyük travma, dünyanın her bölgesinden kendini koruma altına almış bir grup bilim adamının elinde bir koz olmuştu. Son savaşın insanlığa hiçbir şey öğretmediğini kanıtlarcasına delilik ve dehalık arasında gidip gelen bilim adamlarının çalışmaları, yeni dünyanın kaderi, kara kaderinin bir oyunu olmuştu. Öyle ki kurtulmuş bir avuç insandan inşa edilecek gelecek, oldukça karanlık ve ürkütücü, pusulasını kırmış ve yönünü şaşırmış bilim adamlarının elindeydi.

Madde ile madde ötesinin tapınanları arasında nesillerdir süren çatışma, son savaşın oluşturduğu tahribat ile insanlık içinde erimiş, birbirine girmişti. Yıkımın büyüklüğü o kadar muazzamdı ki, inananlar inançlarından olmuş, inanmayanlar inanç peşinde koşmuştu. Bu kitlenin ötesinde, ideolojisinin ve inancının çizgilerini keskin çizmiş insanlar ise belki de en tehlikeli ve en kötü toplumsal evrimi yaşamışlardı. Ve bu kitle, karanlık, umudun terk ettiği kasvetli bu yeni dünyanın tek asilleri, tek elitleri, bilim adamlarından oluşmaktaydı. Bu kitleye öyle bir misyon yüklemişti ki kader, ya da kosmos; ne yapmalılardı da insanlık, bir daha öz-yıkımı yaşatmasaydı. işte bu sorunun cevabı, travmanın en büyüğünü geçirmiş ve söz birliği yapmış, ant içmiş, bağlılık yemini etmiş bir grup, önceden kestilirelemeyen bilim adamlarında saklıydı.

***

Savaşın etkisinden korunmak için inşa edilmiş, yerin bunca derinliğindeki, altındaki bu sığınak adeta tapınak olmuştu. Rahipleri ise genetikçiler, kimyagerler ve üst düzey evrimci profesörlerdi. Bu tapınakta başkaları yoktu. sadece gücü elinde tutan farklı ırklardaki bilim adamları ve ellerine düşecek zavallı, aciz, geleceğin yeni itaatkar insanları vardı. Bu yer adeta bir tapınak, koruyucuları bir şövalye ve yeni dünyanın geleceğini oluşturacak bilim ritüellerinin oyuncuları da savaşsız, yıkımsız bir gelecek için korku ile beslenmiş aciz ve yeniden programlanmayı bekleyen insanlardı, deneklerdi.

Deneklerin tutuldukları odalar, bu yer altı yapısının yarım kalmış, ucu tünellere çıkan, bakımsız, nemli, sızıntısı olan, farelerin cirit attığı, eski model teknolojik aletlerin, bilgisayarların yığıldığı, hatta antika daktilolarının bile kendine yer edindiği yerlerdi. Bu dar, penceresiz ve çamurlu odalar yeni oluşmuş aciz insanlar sınıfının bir süreliğine misafir olacakları son derece itici ve ürkütücü odalardı. Bu odalar yeni neslin yaratılacağı, yeni dünyanın şekilleneceği ve yeni geleceğin oluşacağı yerlerdi. Bu odalar, Yolunu karanlık patikalara saptırmış, insanda mükemmeli aramaktan vazgeçmiş ancak bilimin büyüsü ile kendine okült bir silah hazırlamış bilim delilerinin güçsüze uygulayacağı deneylere gebe yerlerdi. Onlar güçsüzlerdi çünkü açgözlülükleri ile bu yıkıma ön ayak olmuşlardı. Onlar bilimi cani amaçlar uğruna oyuncak edip bu tahribatı yaşayan zavallı politikacılar, nesli tükenmek üzere olan, travmanın şiddetlisini geçirmiş çaresiz askerlerdi. Ve diğer zavallılar da bu zulme boyun eğen, geleceğini değil gününü düşünerek asalak gibi yaşamış ibadet ediciler, itaatkarlardı. Şimdi doğru yerdelerdi. Geleceğin şekilleneceği bu karanlık odalarda, bir grup bilim insanının hayal edilemeyecek güçlerinin kıskacında.

***

Yeterli miktarda bu etkili, tehlikeli sıvı kimyasal madde, kana karışıyor, kısa bir süre sonra insanı yakaza alemine sokuyordu. Kanda dolaşan sıvının bünyede yarattığı etkilerin en önemlisi; bilinçaltına doğrudan ulaşma, zihne fikir yerleştirme ve bünyeyi uyanınca manipüle olmuş bir hale sokmaydı. Nazi Almanyası’nın ve en büyük düşmanı komünist Rusya’sının bir zamanlar üzerinde çalıştığı bilinçaltı, zihin kontrolü deneylerinin çok daha başarılısı gerçekleşiyor, ilerlemiş bilim sayesinde çok daha olumlu verilere ulaşılması kaçınılmaz bir hal alıyordu.

Bir şekilde kandırılmış, zaten direnci kırılmış bu insanlar bire birer "terk etsin bütün umutlarını, buraya giren kişi" yazılı bu odalara usulca getiriliyordu. Yer üstünün de buradan bir farkının olmaması, bu deney sahasına girenlerin çekingenliğini ve korksunu yok etmeye yetiyordu. Son gelen bu insancık, bu aciz, usülce odanın bir köşesine oturtuldu. Taşınabilir bir sedyenin ayakları açıldı, odanın orta yerine yerleştirildi. Sadece iki bilim adamı, birtakım aletleri kurmaya, ilaçları hazırlamaya başladı. Tüm bunlar büyük bir özveriyle yapılırken, köşede oturmuş, gözleri boş bakan o insancığın, rutubeti içine çekerken ciğerlerinden çıkardığı pürüzlü ses odaya yayılıyor, odanın en çarpıcı sesi haline geliyordu. Şırıngaların, serum tüplerinin, kesici aletlerin seslerinin arasında en insancıl ses oluveriyordu. Üstünde yırtık bir pantolon, ince bir kazak, çamura bulanmış bir terlik ile bu fakir, korkuyu bile unutmuş, bir saniye sonrasını bile planlamaktan aciz halde zemini boş gözlerle izlerken, iki bilim adamı işlerini bitirdi. uzun boylu, yüz kemikleri çıkık, alnı geniş bilim adamı bir kolundan zayıf ve kalın kaşlı bilim adamı diğer kolundan kavrayarak adamcağızı sertçe kaldırdılar. Hazırladıkları sedyeye oturttular, uzanmasını istediler. Bu garip adamı ne tanıyor ne de umursuyorlardı. Umursadıkları tek şey artık yıkımın olmaması ve iyi bir gelecekti. Bu bile etiğin şah damarına büyük bir darbe indirecek derecede korkunç, içi boşaltılmış bir emeldi.

Uzanmış, derin nefes alan, yaşadığı travmanın gözlerinden okunan geleceğin yeni bireyi, yeniden programlanmaya hazırdı. Bilim adamının biri kurbanın –kesinlikle gönüllü değildi- kolundan tuttu, iğne ile kimyasal sıvıyı damarlarına gönderdi. Diğerinin yaptıkları ise oldukça ilginçti. Elinde eski küçük bir kitap vardı. Elleri eldivenliydi ancak herhangi tıbbi bir müdahele içinmiş gibi durmuyordu. Deneğin gözlerini kontrol eden diğeri, bir yandan da nabzını ölçüyordu. Canlı ama hareketsiz bedenin göz kapakları inik ama tamamen kapalı olmayan bir şekilde sabitlenmişti. Ağzında maskesi, elinde o küçük kitabı tutan diğer bilim insanı zavallının kulağına yaklaştı. yıkık dökük odanın bir yerinden damlayan suyun çıkardığı ve çaresiz adamın ciğerlerinden çıkan pürüzlü soluma sesinden başka bir ses yoktu.

Şimdi ise seslere bir yenisi eklendi: “Minos’u bilir misin? Cehennem yargıcını? Senin, çamur içinden yeniden diriltilip, kendi etini dişleyeceğin yer olan Styx’e gönderilip gönderilmeyeceğine karar verecek yargıcı? Bilir misin Styx nehrinde kimler etini dişler? Kimler etini; canını, ruhunu teslim edecek kadar sert ve kanlı dişler ve kimler yeniden diriltilir? Öfkesine yenik düşmüş zavallılardır onlar. işte bugünki dünyamızın yıkımı, öfkesine hakim olamamış güçleri elinde tutanların eseridir. Ve o eser sahibidirler ki Styx nehrinde kan revan içinde ölüp ölüp dirilecek olanlar.”

Bu sözleri kulağına tek tek, tane tane söyleyen bilim adamının kasvetli odadan daha ürkütücü bir atmosfer yaratması, sedyede yatan bu hareketsiz bedenin yer yer ellerini yumruk yapmasına, ani titreşimler göstermesine sebep oldu. Sözlerin her vurgulandığında kurbanın bedenin titremesi, göz bebeklerinin büyümesi ise diğer bilim adamının elindeki kağıda not olarak geçiyordu. Uyku ile uyanıklık arasında sıkıştırılmış, zihni kimyasallarla açılmış bu bünyeye aşılanan sadece ilaçlar değil, aynı zamanda korku ve tehditti. Suç-ceza, iyi-kötü dengesini en radikal biçimiyle insana enjekte etmekti bu deliliğin adı. Bu insanlık suçunu, tanrıyı oynamayı, tanrının varlığının bile sorgulandığı bu topraklarda mübah kılan tek şey, yok olma tehlikesi içine giren insanın savunma güdüsüydü.

insan tehdit olarak gördüğü her unsuru bünyesinden uzaklaştırmak için çeşitli şiddet yollarına başvuran, şiddetin kölesiydi. Bu kölelik zamanla bir çıbana dönüşmüş ve patlamıştı. Patlamanın deriye verdiği zararlar, zehirler de insanın bir daha köle olmaması için elinde tuttuğu yeni silahı olacaktı. Bu silah çağlardan çağlara değişiklik gösterdi. Kimi çağda din, kimi çağda siyaset, kimi çağda maddi zenginlikler kimi çağlarda ise büyüydü. Bütün bu şiddet silahlarının tek amacı ise yok olmayı ertelemekti. Bilim de onlardan birisiydi. Ve bilimin kendisinin dahi büyü olduğu, büyülü olduğu gerçeği, bu bir tutam çılgın bilim adamına ön ayak oluyor, acizliklere merhem gibi sunulan bu deneyler, adeta bir büyü ayininde geçiyordu. O büyü ki her dönem farklılıklar göstermiş, şimdi ise metaforik eşini bulmuş, bilime işlemişti. Ve o büyü ki az önce gerçekleşen, sedyede yatan bu çaresiz garibe işlenen.

***

“Vah budala yaratıklar, nasıl bir cehalettir ki bu size zarar veren. Cehennem çukuruna giden bu biçare sebepsiz değil, aksine istekli, kendi ettikleriyle. Adalet tanrısı! Gördüğüm kadarıyla çok fazla can acıtıyor. Bunca günahı kendine acıya dönüştüren onca güruh nedendir ki! Şimdi komşusuna saldıranlar, ülkelere saldıranlar, bu kan ırmağında haşlanacaklar. Şimdi canına kıyanlar, ateşli ağaç haline gelecekler. Ve şimdi insanlığı kıyıma uğratmışlar, bir ateş yağmuru altında kurak arazide yuvarlanıp duracaklar.”

Bu dehşet dolu sözlerin yükseldiği, adeta tiyatral bir sahnede seslendirildiği, entonasyonuna kadar dikkat edildiği bir diğer oda yine hizmetteydi. Uyuşturulmuş, yarı uykuda yarı uyanık bu robotik bünyeler, geleceğin toplumlarına ön ayak olacak korumacı neslin ataları olacaklardı. Zihinlerine, ruhlarına üflenen bu korku öyle gaddar öyle acılı sözler ve alıntılarla işleniyordu ki, narkoz etkisinden kurtulanın çığlıkları, duvarlara geçirdikleri tırnaklarının kırılma sesleri, yine taşlara vurdukları dizlerinin tok yankıları bu yer altı yapısını cehennemlerden bir cehennem kılıyordu. Sanki tanrılar bir avuç kulunu bir bölgeye hapsetmiş, bütün zebanilerini üstlerine salmış da işkence çektiriyormuş gibi, bu yer altı yapısının insan tanrıları bu deneklere acıların acısını, ateşlerin ateşini, zihinlerde yeterince yaşatıyordu.

Korku aklın en büyük düşmanıdır. Ve insanlığın en eski dönemine varan bu korkunun da en büyüğü bilinmeyenin korkusudur. Gelin görün ki kulaklara fısıldanan bu sözler, kimyasalların uyuşturduğu bu bünyelerde bilinmezliğin verdiği korkunun da ötesinde, akıllarda adeta bir cehennem imajı yaratacak kadar güçlüydü: “işkenceci zebani Cerberus, bataklığa saplanmış bu günahkarların derilerini soydukça duyduğu çığlıklarla beslenen, şehvete gelen bu gaddar çok başlı gardiyan, bir sonraki cehennem tabakasına gidip, gururla, egoyla geçirilmiş bir ömrün sahibi bedenlerin göğüs kafeslerinin büyütülmesi ile gözlerini tepedeki yakıcı ve yakınlaştırılmış güneşe dikmek zorunda kalmalarını ve onları yakmalarını, yakarışlarını keyifle izlemeye ve dinlemeye başladı.” Sözler bitince kendine getirilen bu günahkar da, büyülerini tamamlamış zalim bilim adamlarınca serbest bırakıldı. Odadan ayrılan bilim adamlarından geriye ise; kendine gelen o gelecek neslin atasının korku dolu, titrek çığlıkları ve sağa sola vahşice saldırma, çarpma sesleri kaldı.

Her günün biten her deneyinden sonra bir araya gelen insan tanrıları, aralarında çalışmaların dozunu artırıp, düşürme konuşmalarının geçtiği kısa kısa toplantılar yaparlardı. Birisi kendi ırkının verdiği aksanla, bulundukları kıtanın son nüfus değerlendirme raporunu sunarken, bir diğeri yine farklı bir aksanla üzerinde çalıştığı yeni kimyasallar hakkında brifing verirdi. iyi organize edilen tüm bu gelecek oluşturma komitesinin en önemli üyeleri ise hiç şüphesiz bir ayin havasında geçen her operasyonun baş mimarları, korku salıcıları, cehennem sözcüleri, ateş bekçileri, o büyünün tamamlanması için sözleri sarf eden evrim bilimi ile uğraşan bilim adamları idi. Her toplantıda yeni alıntıları sesli olarak komiteye sunuyor, nereleri eklemeli nereleri çıkarmalı, istişare ediyorlardı. Söz onlara geldi mi ortamın havası çok değişiyordu. Uğraştakları dal açısından da, büyülü sözleri bilinçaltlarına yerleştirme misyonunu onların alması çok da ironik değildi.

Bir kere hayatını bilime adamış bunca insan, bilimin sınırlarını benimsemiş, o sınırlardan nelerin çıkarılamayacağını ve o sınırlar dahiline nelerin getirilemeyeceğini bilen insanlardı. Bilimi dönemlerce ne bir dine yaklaştırmış ne de bir ideolojiye hapsetmişlerdi. Son yaşanan yıkım nasıl bir travma, ne tür bir insanlık dramı yaşatmışsa, belki de mantık dünyasının en istikrarlı bu gardiyanlarını bile yolundan saptırmış, kavramları birbirine geçirtmişti. Ve kesinlikle üstünde durulması gereken bazı noktaları açığa çıkartmıştı. Geleceğin dünyasını savaşsız, yıkımsız temeller üstüne oturtma çabasını güden bunca bilim insanına ne olmuştu da böylesi korkutucu, böylesi tanrısal bir gücü kullanmaktan çekinmiyorlardı? Yoksa korku politikası ile güdülmeye çalışılan bu yeni neslin ataları gibi kendileri de mi korkmuştu, korkuyordu? işte bu soru yeni soru işaretlerini doğuruyordu.

Korku hem yok edilebilir hem de kullanılabilirdi. Korkuyu kırıp adım atanlar yoluna devam edecek, korkuya yenik düşüp çaresizce kendi bölgelerine çekilenler ise korkuyu kırabilenlerin manipülasyonuna maruz kalacaktı. işte bu deneylerin, bu büyülerin, bu insanlık dramı ve travmasının tek açıklaması, en başta tanrıyı oynayanların yok olmaktan korkmasıydı. Ne var ki irade, yetiştirilme tarzlarından ötürü çelik gibi olan bu bilim adamlarında güçlüydü. işte o güçtü en çok korktukları şeyi kendilerine koz yaptıran. O güçtü korkuyu özümseten ve silaha dönüştüren. Ve bu silah şuan, en zalim şekliyle kullanılıyordu.

" 'Pape satan, pape satan, aleppe' (rahat bırak bizi şeytan, bizi rahat bırak) diye çığlık atmalarınız fayda vermeyecek. Öyle ki her tarafınızın buzullarla kaplı olduğu cehennem çukurunda donarken, sesinizi kaybedecek, ses tellerinizi paramparça edecek, ciğerlerinizi kanatacak, kanınızı donduracaksınız. Burada bu cezayı çekeceksiniz çünkü vatanınıza, sevdiklerinize, size sevgiyle yaklaşanlara, inançlarınıza ihanet ettiniz. Ve Cerebrus'un katmanlar arası gezindiği o vakit, sizin o buzul çukurunuza uğradığını görecek, etinizi kemiğinizden ayırırcasına çiğnediğine canlı canlı tanık olacaksınız. Soğuktan parçaladığınız ses tellerinizin yapamadığını içten içe çığlıklar atarak yapacak, günahınızın acısını iliklerinizde hissedeceksiniz.” Sözlerinin çınlattığı odadan bir diğerine geçiyordu acı ve cehennem ateşi. Bitirmek bilmiyor, durmak bilimiyordu tanrıyı oynayan bilim adamı. Geleceği düzenlemek için büyü yapmalıydı. Büyü için kimyasal kullanmalıydı. Deney için odalar doldurmalıydı. Şimdi bir diğer odadan, bir başka korku yayılıyor, önce bilim adamının şeytani sözleri duyuluyor, bir süre sonra kurbanın çığlıkları tüm tünelleri kaplıyordu: “Sizler ki gücü elinde bulunduranlara boyun eğdiniz. Kötülüğün yayılmasına izin verdiniz. Sizler, ey dalkavuklar, çekin o halde cezanızı, bok ve çamur dolu bu cehennem çukurunda. Sizler, insanları çarpık dini bilgilerinizle sömürmüş, asırlar boyu katliamlara sebebiyet vermiş, seferler düzenlemiş din sömürücüleri! Şimdi doğruyu ters çevirip yanlış yapmanın cezasını çekin öyleyse. Yaratıkların kafanızı kemirmesi için astık sizi baş aşağı. Acıyı hissedebilesiniz diye, adilce.”

Az sonra bir başka odadan özellikle seçilmiş sözler yankılanacaktı. Öyle ki kurban eski, kıdemli bir askerdi. Tam da onun işlediği günahlara göre bir korku işleniyordu: “Beni aşıp kayıp ruhlara ulaşacaksın. Beni aşıp viran şehirlere varacaksın. Beni aşıp acının merkezine götürüleceksin. Ben, en kutsal gücün yaratığıyım. Beni aşıp yıkıma uğrattığın her değerin yıkım gücünü üzerinde hissedeceksin. Ben, güçlerin tek varisinin yaratığıyım. Oynadığın güç oyuncağı artık benim elimde.” Bu sözler, yıkımın neferlerinden biri için belki de söylenecek, kulaklara fısıldanacak en korku dolu sözlerdi. Bir zamanlar gücü kötüye kullanmış o askerin çekeceği ceza da yarattığı yıkımın şiddeti kadar olacaktı. Belki daha fazlası. Hayal edemeyeceği kadar. Ve bir süre sonra uyanan bu asker, tırnaklarını saçlarına geçirip çığlıklar atmaya başladı. Az sonra kafasını duvara vurmaya başladı. zihninde yaşadığı o cehennemi, o korku ateşini, o koru kaldıramadı ve beynini dağıtırcasına kafasını ezmeye devam etti. Bunu fark eden ve odayı henüz terk etmiş bilim adamları koşarak geri geldiler. Karşılarındaki manzaraya hiç tepki vermeden deneği duvardan uzaklaştırıp, kafa derisine geçirdği kanlı tırnaklarını çıkardılar. Bu garip bilincini kaybetmiş, bayılmıştı. Tamamen tepkisiz bu iki bilim adamı insancığı yere öylece bırakıp, odayı terk ettiler.

Bu, korkunun bir avuç bilim adamına yaptıracağı en korkunç eylemlerden birisinin ürünüydü. korkunun yeni korkular yaratarak, insanı sömürdüğü bir eylemler bütünüydü. Aslında kurbanlar sadece bu zavallılar değil, bilim insanlarının da ta kendisiydi. Yolunu şaşırmış, korku ve öfke ile giriştikleri bu işi ürkütücü seviyelere getirmiş bilim adamlarının yaptığı deneyler, aslında korkunun hem kendisini hem kendisini silah olarak kullananı ne kadar hızlı bir şekilde yok ettiği ve aynı zamanda beslediği gerçeğinin ta kendisiydi.

Tırnaklarını kafa derisine geçirtecek kadar güçlü korku, yalnızca birkaç söz ve bir miktar kimyasal ile sağlanmıştı. insan, böylesi kırılgan olan insan, savaşsız, şiddetsiz bir dünya görebilir miydi? Tüm bu büyünün amacı, tüm dehşetin amacı, daha barışçıl ve daha tehlikesiz bir gelecek sağlamaktıysa, şiddetin yıkıcı değil yapıcı olduğu ilüzyonuna olan inancın temeli de buna mı dayanıyordu? Pusulasını şaşırmış birkaç bilim delisinin sahip olduğu yeni çarpık etiğin yaratacağı gelecek ne kadar şiddetsiz bir nesil vaad ediyordu? Tüm bu soru işaretlerinin havada kaldığı büyü odalarında, inananın yaratıcısı olan tanrının insana bahşettiği intikam ve güç duygusunun bir ürünüydü. inanmayanın ise yok olmaya karşı geliştirdiği savunma mekanizması, evrimi. Kaderi insanın eline bırakmış bu gücün eş zamanlı olarak korkuyu da yeryüzüne salması ise çok düşündürücüydü inanan için. Bir dönemlerin masumca tanrıya ulaşma sevdası, kabala’dan günümüze ulaşmış metodların, metafizik ya da metasal evrende şekillendirilmesi ve tüm bunların sonuçları bugün farklı elbiseler içinde insana yine acı veren kavramlar haline gelmişti. Çünkü şimdi tanrı'yı aramaktan vazgeçilmiş; bizzat tanrı olunmuştu. inanan, inandığı şey haline gelmişti, inanmayan hakeza. Ve şimdiki tanrının gücü kendineydi. O güç öyle büyüktü ki önce bu bilim tanrılarının ruhlarına korku işliyor, o korkunun o ruhlarda yarattığı etkiyi de kendilerinden daha zayıflara işlettiriyordu.

Karanlıktan bilgeliye yol almış insan, etiği devşirerek tam tersi yola girmişti. Ve korkudan, cehennem ateşinden, bir hayalin, bir düzenin korkusundan etkilenmiş bu adamın; kafasına geçirdiği tırnaklar da, o büyük gücün şiddetinin en büyük kanıtıydı. Yerde baygın bir halde yatmaya devam eden insancığın görüntüsünü iyice süzen iki bilimadamı, odadan çıkıp bir diğerine girdi. Yeni sözler, tüm odalarda ve odaların ötesi tünellerde yankılandı:

“Considerate la vostra semenza:
fatti non foste a viver come bruti,
ma per seguir virtute e canoscenza.
--Sana doğum vermiş o tohumu iyi kullan. Vahşi yaşamak için yaratılmadın. Erdemin ve bilginin peşinde olmak için yaratıldın—“