bugün

tanım: uludağ sözlük söykü dergisi için yazılmış bir öyküdür.

üzerindeki pis kokulu fabrika giysisini çıkarıp her zamanki gibi yanında bulunan siyah poşetinin içine tıktı. nispeten daha temiz olan günlük yaşamında giydiği iki-üç pantolonundan birini giyerken üzerine de artık kendisiyle aynı kaderi paylaştığına inandığı siyah kazağını geçirdi. bunları yapabileceği en kısa sürede yapıp kendini fabrikadan dışarı attı. yarın tek tatil günü olan cuma olduğu için boş yere kendini mutlu hissetmeye çabaladı. aslında tatil günleri hali vakti yerinde olanların gezmeye, eğlenmeye, çıktığı günlerdi. yoksa güneşin adımını atmadığı, hastalıkların üretilip tüm dünyaya sunulduğu, karanlıkların sizi esir aldığı, o küçük odada tüm gün pinekleyip karın ağrıları çekmek için çıkarılmış bir gün değildi. insanoğlu işte! mutlu olmak için mutlaka bir sebep arıyordu. sadece yaşamın şartlarına göre değişiyordu bu mutluluk sebebi. kimi insanlar ailesiyle birlikte, koca yazı, ülke dışında tatil yaparak geçirmekten mutlu olurken kimi insanlar da haftanın altı günü günde 12 saat bi yerlerinden ter akıtarak çalıştıktan sonra tek başlarına tek tatil gününde fare kapanı gibi odalarında dinlenmekten mutlu oluyordu. hayat ne güzel şeydi öyle! herkesi bir şekilde mutlu etmeyi biliyordu. sonra da hayatın acımasızlığından bahsediyorlardı! ulan al işte sana kucak dolusu sevgilerle gelmiş hayat! daha allah tan belanı mı istiyorsun? ne nankör bazı insanlar diye düşünürken kahkahasını tutamadı. kendi içinde yaptığı bu muhakeme onu neşelendirmişti. hem neşeliyim hem de aptalın en önde gideniyim diye söylendi. o sırada yanından geçen bir genç -sözlerini işitmiş olacak ki- ürkek gözlerle kendisine bakarak adımlarını hızlandırdı. arkasından '' heey! deli olduğumu eklemeyi unuttum galiba!'' diye bağırdı hüseyin. bu da güzel bir gelişmeydi. en azından artık bir insanın gözünde ''hiç'' değildi. sadece deliydi! önemli bir şey farketti. yeteri kadar ilgi çekici bir cüzdana sahip değilsen insanlara deli olduğunu kanıtla. hiç olmazsa var olduğunu hissedersin!

her gün bunun gibi aptalca düşünceler üretmek için uzun bir yolu vardı. aslında bu da hoşuna gitmiyor değildi. o, insanın içindeki tüm yaşama isteğini alan ruh emici odaya, ne kadar uzun zamanda varırsa o kadar iyiydi. keşke gitmek zorunda olmasaydı. şöyle küçük küçük odalardan oluşan bir evi olsa fena mı olurdu? ya da yılda bir kez toplu izin veren ve günde 12 saat çalışmak zorunda kalmadığı biri işi olsa? hepsinden vazgeçti. yine o ruhunu teslim alan odasına giderken, onun yolunu bekleyen birisi olsa yeter de artardı. gerçi o tek göz odada iki kişi nasıl yaşarlardı bilinmezdi. allah'tan kimse düşüncelerimi göremiyor diye iç geçirdi. yoksa bu çulsuz haliyle ne kadar görkemli hayallere kapıldığını, düşünceler içerisinde olduğunu farketseler onu derhal oracıkta nankörlük suçundan öldürüverirlerdi. sonuçta bundan kötüsü de olabilirdi. yaşamı, bu kadarını vaad ediyor o da kimseye ses etmeden görevini yerine getiriyordu. hem daha iyi bir yaşamı istemek yerine daha kötüsünü istememek sağlıklı olandı. kendisine öğretilen buydu.

şöyle bir düşündüğü zaman, hemen hemen kendi durumunda olan binlerce insan vardı. zenginler- daha iyi bir yaşamı hakedenler- azınlıktaydı. son günlerde ülkedeki azınlık hakları da epey bir genişletilmişti. fabrikada patronuna bir şey sormak için gittiği sırada işitmişti bu sözleri. içeriğini bilmiyordu ama demek ki zenginler iyiden iyiye ayrıcalıklı sınıf halini almıştı. alacak tabi, onların paralar var diye söylendi. neyse ki bu sefer etrafta kimseler yoktu.

acaba dedi kendi kendine. bundan bir asır sonra yaşıyor olsaydım nasıl bir hayatım olacaktı? aslında merak ettiği tek kişi kendisi değildi. kendi durumunda olan dünya üzerindeki milyonlarca insan bir asır sonra yaşasa yaşam kaliteleri nasıl olacaktı? herkesin eşit haklara, eşit yaşam şartlarına sahip olduğu bir dünya var olabilir miydi? daha da önemlisi herkesin mutlu olduğu bir dünya olur muydu? son zamanlarda beynini kemiren en büyük soru buydu.

ruhunun, içinde bir yolunu bulup kaçmak için debelendiğini hissetti. oturduğu yere varmak üzere olduğunu o an anladı. köşeyi döndükten sonra sokağın başına gelmişti. orada bulunmasını pek bir manidar bulduğu ağaç, dallarıyla sanki buraya yolu düşenleri bu sokağa girmemeleri konusunda uyarıyordu. sokağın her iki tarafına uzattığı kollarıyla sanki bulunduğu yerin sıkıcı olduğunu, oradan uzak durulması gerektiğini haber veriyordu insanlara. ''hayır ağaççık'' dedi. ''orası benim layık olduğum yer. indir bakayım kollarını.'' istemeye istemeye kapının önüne kadar geldi. bir çeşit şifre gibi kapının belirli birkaç yerine vurduktan sonra kapıyı ittirerek odasına girdi. hem bedeninin hem de ruhunun verdiği yorgunlukla yatağına uzandığı gibi uyudu.

gözlerini araladığında odada bir tuhaflık hissetti. odaya güneş açmıştı. hemen yattığı yerden fırladı. aman allah'ım! burası oda değil basbaya evdi. neler oluyordu böyle? kaçırılmış mıydı yoksa? neredeyse düşüncesine gülecekti. kim ne yapacaktı onu? bulunduğu odadan kalkıp diğer odalara göz atmaya başladı. bir yandan da evde birilerinin olmasından ürküyordu. neyse ki burada yalnızdı. başka canlıya dair en ufak bir iz yoktu evde. sarayda olduğunu düşünmeye başladı. böyle bir evi bırak daha önce görmeyi hayal dahi etmemişti. sadece uyandığı oda uykuya daldığı odanın iki katı büyüklüğündeydi. nerede olduğunu anlamak için pencereye doğru yöneldi. yüce rabbim! perdeyi açtığı gibi nefesinin kesilmesi bir oldu. kusacağını hissetti. aşağıda insanlar zar zor seçiliyordu. karşısında ise binlerce irili ufaklı yapıtlar yer alıyordu. bir an başka bir dünyada olduğuna dair saçma bir düşünceye kapıldı. fabrikadan arkadaşı hasan'la konuşma ihtiyacı duydu. dış kapıya doğru yönelirken hasan'ı nerede bulabileceğini düşünüyordu. onlarca, yüzlerce, belki binlerce merdiven indikten sonra toprağa ayağını basabildi.

dışarıda daha önce görmediği kadar insan vardı. herkesin yüzünde mutlu bir ifade kimileri gruplar halinde kimileri de yalnız bir şekilde geziyordu. kesinlikle ya farklı bir zamanda ya da farklı bir evrendeydi. etrafta kendisine garip gelen onlarca şey vardı. daha önce birkaç kez gördüğü arabaya benzer şeyler, devasa büyüklükte macunlar, saraylardan çok çok daha görkemli yapıtlar. insanların kılık kıyafetleri de değişikti. üzerindeki giysiye baktı. tedirgin oldu. yataktan kalktığı gibi dışarı fırladığını o an farketti. kendinden utandı ama kimsenin ona alaycı gözle bakmadığına da epey bir şaşırdı. acaba görmüyorlar mıydı onu? tam o anda iki delikanlı sabah şerifleriniz hayırlı olsun efendim diyerek keyifle şakıyarak yanından geçti. böylelikle cevabını da almış oldu. derhal hasan'ı bulmalıydı. onunla konuşmalı, burada neler olduğunu ona sormalıydı . yoksa kafayı yiyeceğinden korkuyordu. onlarca sokak dolaştı ama hasan'ın izine rastlayamadı bir türlü. tanıdığı bir yer değildi ki burası. nereden bulcaktı onu? zaten tanımadığı insanların kendisine sürekli güleryüzlü bir şekilde selam vermesinden huylanmaya başlamıştı. sanırım, insanlara deli gibi gözüküp var olduğunu göstermeyi düşünürken gerçekten deli olmuştu. merakı bir su damlası gibi içinde kaynayıp dışarı taştı. yoldan geçen aşağı yukarı aynı yaşta olduklarını düşündüğü birini durdurdu.

-selamun aleyküm efendi!

-aleyküm selam. buyrun. bir şey söyleyecek gibi duruyorsunuz.

-eee... şey... diye kekeledi. size biraz saçma gelebilir ama acaba hangi yılda olduğumuzu söyleyebilir misiniz?

karşısındaki ilginç kıyafetli adam hiç şaşırmamış görünürken gayet kibar bir şekilde:

-1425 efendim. bunda saçma gelicek ne var. insanlık hali. unutulabilinir.

-insanlık diye geveledi hüseyin.

birbirlerine hayırlı günler diledikten sonra ayrıldılar. adamın, sorulan böylesine saçma sapan bir soruya karşı hiç şaşırmaması, onunla alay etmemesi ve gayet sıcak davranması hüseyin'i oldukça etkilemişti. birden duraksadı. kan beynine sıçramıştı. az önceki konuşmada adam resmen 1425 yılında olduklarını söylemişti. '' neee 1425 mi? seni piç kurusu! demek benimle alay ettin ha! ben sana gününü göstermesini bilirim. '' adamı yakalamak için koşmaya başladı ama ne çare! adam çoktan ortalıktan kaybolmuştu. zaten görse de tanıyamazdı ya neyse. durduğu yerde soluklanırken önündeki camla kaplı mağaza vitrinindeki yazı gözüne çarptı. ''1425 yılının çıkan en son arabaları burada!'' afalladı hüseyin! demek adam doğruyu söylemişti. demek gerçekten de farkli bir yüzyıldaydı. düşüncelerim doğruymuş diye mırıldandı. o sırada yanından geçen küçük kız çocuğu gülümseyerek karşılık verdi. kendini daha önce hiç olmadığı kadar iyi hissetti hüseyin. mutlulukla sokakları dolaşıp, yeni dünyasını daha da derinden keşfetmeye çalışırken gerçekten de mutsuz tek bir kişiyi bile görmemesinden müthiş bir haz alıyordu.

bam! bam! bam!

hayri efendi daktiloda yazdığı öyküsüne tekrardan şöyle bir göz gezdirirken kapısına vurulan bu sesle irkildi.

-aç kapıyı hayri efendi! burada olduğunu biliyoruz.

komşusu mahmud'un sesiydi bu.

derginin dün yayınlanan sayısında yazdığı padişah aleyhindeki yazıdan sonra başına gelecekleri az çok tahmin etmişti zaten. kapıyı açmak için ayağa kalkmaya yeltenirken kapı büyük bir sesle kırıldı. bir anda içeriye hücum eden komşularının bir kısmı hayri'yi yakaladıkları gibi çıkarıyordu. vurdukça vuruyorlardı..
mutluluk sana gelmez, sen onu bulacaksın.
mutluluk gelecek mi bilmem lakin, mutlu isimli arkadaşı bize çağırdım birazdan gelecek.
gelecek ama o geldiğinde ben burada olmayacağım.
güncel Önemli Başlıklar