bugün

(bkz: kis geldi Mulled wine iciyordur ertugrul bey simdi)
kışın sıcak şarap,
yazın soğuk olsun da ne içersen iç.
sonbaharda aşk şarabı içiyoruz. ayrıca öğrenci adama köpek öldürenden başkası yakışmaz, her mevsim kafa yapabilme özelliğine sahiptir. *
bir an için maziye döndüm, hüzünlendim bu başlıkla. bilenler bilir ki önemli bir sorundur bu. ama bilmeyenler için anlatayım (burda bir geriye dönüş yapıyoruz. hafif bir müzikle birlikte yavaş yavaş ekran bulanıklaşıyor. yavaş yavaş..çok yavaş..bulanıklaştı mı? cevap versene! oooo..okumuyosun sen. ama bu bulanıklık geriye dönüşten değilki. senin gözlerin bozuk dostum. hemen bir göz doktoruna) :

efendim zamanın birinde iki arkadaş yanımızda çok hoş iki bayan ile beraber yemeğe çıkmıştık. restaurantı arkadaş ayarlamıştı. gideceğimiz yer hakkında hiçbir bilgisi olmayan ben gayet mutlu, gayet huzurlu, şen şakrak başlamıştım akşama. fakatt..kimin bacağını sıkmışım tramvayda? güya birde galata'ya dadanmışız; kafaları çekip çekip orada alıyormuşuz soluğu...

mekan çok ciks. herşey on numara görünüyor. fakat bu durum bende akıl almaz bir rahatsızlık oluşturdu. bir korku kapladı içimi. menülerimiz geldi. o an farkettim ki korktuğum başıma gelmişti. menüde yazan fiyatlar kol böreği gibiydi. hatta o kol böreğini tersten yemişim gibi bir his oluşmuştu bende. bir kaç dakika sarmala bağladım. menüye hüzünle, arkadaşa sinirle, yanımdaki bayana ise sevgi ile bakıyordum. kitlenmişim bu şekilde. bunu farkeden arkadaşım, sivri burunlu pezevenk ayakkabısıyla sol dizime tekme atarak kendime getirdi beni.

hadi fiyat kısmını geçtik, yemeklerin isimleride bir garip. la figaro le böndö, le hede dö hödö..öle gidiyor. garsonu çağırıp bilader ne var bunun içinde diycem, karizma sürünecek. hadi onu yapmadan fiyata göre seçeyim birini. fakat bu isimi nasıl telefuz edeceğim ki. ya benim ne güzel tükürüklü köftecim vardı. bi yarım ekmek bi ayran. mis gibi ortam. oysa burası çin işkencesi gibi. neyse garson geldi ne alırsınız efenim diye sordu. allahım ben masaya fransızlar ile oturmuşum ama haberim yok. herkes şakır şakır söylüyor yemeklerinin isimlerini. bizim lavukta söledi iyi mi! ben uyanıklık yapıp yemeğimin ismini hızlıcana söledim. garson şaşkın bir bakışla efendim dedi. şerefsiz. he deyip geç işte. bide bi havalar var ki herifte sanırsın eyfel kulesininin temelin bu lavuk kazmış. ikinci denememde de adama ne istediğimi anlatamayınca parmağımla gösterip menüyü eline verdim. ah ortam uygun olucaktı daha neler verirdim ben onun eline ama işte kibar bi mekan, olmuyor.

hibnetör sparişleri alıp gitti. oh ulan yırttık diye düşünürken tekrar geri gelmez mi lavuk. elinde yine menüler var. lan bu bizi iyicene daşağa sardı diye geçiriyorum içimden. bu sefer sormaz mı 'içecek olarak ne alırsınız efendim'. yavrum bize bi biraver birde çerez denmiyor tabi. arkadaşımla eşşek eşşek birbimize bakarken masamızdaki bayanlar şarap içelim dediler. bizde tabi evet şarap içelim dedik. ha onlar deseki bize havyar bunlarada at boku, löpür löpür yer miyiz, yeriz. garson şarap menüsünü verdi. ne içelim falan muhabbeti dönerken benim yarı bülent ersoy yarı fatih ürek arkadaşım demez mi şarabı deatly seçsin. ulan o şişenin mantarını senin kıçına sokarım fikrini sadece içimden geçirebildim ne yazık ki. bu güzel cümleyi kurmak yerine sadece güldüm. bayanlar da benim seçmem konusuna kanaat getirince zoraki aldım elime menüyü. oysaki ne hayallerim vardı benim. garsonun eline vericem diye düşünüyordum biraz önce, şimdiyse garson benim elime vermişti.

elime vermişti ama ne vermişti. öyle ki kırk zenci birleşse bu acıyı veremez elime. allahım bu fiyatlar ne. garson koş bana kolonya getir fenalık bastı beni demem an meselesi. baktıkça ter basıyor. ayaklarım uyuşuyor. zaten ben isimlerden hiçbirşey anlamıyorum. bi ara bilader şirince yok mu burda diycektim, sonra vazgeçtim. benim ilgilendiğim kısım fiyat kısmı. uzun uzun baktıktan sonra en ucuz olan şarabı söylemeye karar verdim. ama söyleyemedim tabi. yine hebele hubele dedim. garson anlamadı. ikinci kez söledim. ibne yine anlamadı. en sonunda tekrardan parmağımla gösterdim şarabı. önce çok güzel bir seçim dedi eleman. sonra aldı menüsünü gitti. gidişin olurda gelişin olmaz inşallah servet düşmanı pis herif falan saydırıyorum içimden. ama güzel şarap seçmişim, onu biliyorum.

efendim yemekler geldi. benim ismini söyleyemediğim şey bildiğiniz kuzu şişmiş. lan ben bunu sokaktaki urfa sofrasından da yiyordum ama fiyatı bunun beşte biriydi. galiba yanına koydukları haşlanmış brokoliden dolayı bu kadar pahalı diye düşündüm. hemen ardından şarap geldi. şarap şişesini gördüğümde yine gözlerim karardı. istediğim şarap küçük şişe şarapmış. pek sevgili garson şarabı açtı ve kadehe azıcık doldurdu. sonra doldurduğu kadehi bana uzattı. o iç yanmasıyla direk diktim kafaya. meğer önce bi koklamak, ağızda bi çalkalamak falan lazımmış. o kadar para veriyoruz buna, gargara mı yapıcağız lan. neyse, ilk şişe dört kadehin dibini anca doldurdu. bayan arkadaşlarımızın şarabı çok beğenmesinden dolayı ikinci şişeyi söyledik. artık sadece ben değil arkadaşta fenalaşıyordu. zaten fenalaşmasada burdan ayrıldıktan sonra ben onu fenalaştırıcaktım. lan hadi sen kendin buraya gelip yakıyosun cüzdanını, peki benimkini neden yakıyorsun.

ikinci şişemizide doya doya içtik. fakat şarap en ufak bi kafa yapmadı. sarhoş olsam acılarım dincek azıcık biliyorum ama üçüncü şişeyi söylediğimde oluşacak acıyı FLORENCE NIGHTINGALE gelse dindiremez, bunda da eminim. gecenin sonunda hesabı istedik. gelen hesapla birlikte bende bi baş dönmesi bi mide bulantısı başladı ki iki şişe tekilayı tek başıma içsem öle kafam olacağını zannetmiyorum. ah benim canım biram, ah benim sevgili köpek öldürenim. nasıl aldattım sizi, nasıl yaptım bunu size. acıyı hala içimde taşıyorum. olanları düşüncükçe hala kıçım sızlıyor.

sonraki gün mahalledeki pavyoncu abileri abi süper ruslar var, süper ortam, öle böle değil diye gazlayıp oraya yolladık. abiler bir süre oturup kızların sahneye çıkmasını beklemiş. sonra sinirlenip bizim garsonu dövmüşler. oh olsun sana. dartanyan'ın kılıcı dötüne girsin çakma fransız seni..