bugün

hayatın yeniden başladığı bir an.

ayrıca bir yazım;

zamanında birini sevmiştim, zamanın sonsuzluğuna o zaman inanmaya başladım. elinin değmediği tenimde attı kalbim uzun bir süre. insanın kalbi canının acıdığı yerde atar nasıl olsa. sonsuz zamanlarda attı kalbim, dudaklarımda attı ellerimde attı. sadece yüreğimden gelmedi o patlamak isteyen kalbin sesi. kaburgama her vuruşunda acıtan o kalp, ellerimi acıttı. onun her gülüşü, kalbimin her atışıydı. kalbimin her atışı, acıydı benim için.

zamanla geçer deyip, eyerini attığım yelkovanın üstüne binip zamanda yolculuğa çıktım. ilk önce onu ilk gördüğüm yere gittim, eski demir bir kapının paslı koluna yaslanmış vaziyette sigara içerken, dolunayın aydınlattığı ve sokağın sarı ışıklarıyla birlikte yetersiz bir şekilde ışık tuttuğu kapı önünde karanlığı izlerken birden gelip karşıma çıktı. yanında iki arkadaşıyla birlikte, beyaz tenini süsleyen açık buğday, beline değmek üzere olan saçlarıyla ve tıpkı saçları gibi renk ve güzellikte olan gözleri önümden geçip içeri doğru girdi. kalbimin bütün vücudumda attığını hissettiğim o anlarda en ufak bir göz teması bile beni öldürebilir, yere serebilirdi. elimdeki sigaradan uzun bir soluk alıp gökyüzüne baktım. ışığın yetersizliğiyle beliren yıldızlar o gece sanki birbirleriyle anlaşmışlar gibi bana onun yüzünü betimliyor, sanki simsiyah bir tuvalin üstüne onun eşsiz yüzünü çiziyorlardı. samanyolu o, evren oydu o an benim için. sigarayla birlikte yandım ve bittim. ne kadar şanslı olduğunun farkında olmayan demir kapının öteki tarafındaki binanın önünden yavaş yavaş, gözüm kapıda uzaklaştım. sanırım o gece paslı demir kapının kolu bir kez daha dönse ve içeriden o çıksa gözlerimi kaybedebilirdim, çünkü o sıra dolunayın parlaklığını, ışığını ondan almasına bağlıyordum.

uzaklaştım, kapının önde bekleyen yelkovanımın üstüne atlayıp zamanda, karanlığımda ilerlemeye devam ettim. o günün sabahına; okulun ilk arasında, bahçede onu ilk defa aydınlıkta gördüğüm ve gözlerime ilk baktığı lahzaya eriştim. gece toplanan bulutlar hafif bir yağmur bırakmıştı, bu nedenle yerler çok az ıslaktı. okulum dağ eteğindeydi ve dağ, kışın ortalarının verdiği gazla soğuğu üstümüze üflüyordu. ben üstüme giydiğim kazağın ve çenemi yapıştırdığım boynuma sıkı sıkı sarılmış olan kaşkolumun üstünde dudaklarıma sigarayı yapıştırıyordum. cebimden çıkardığım çakmağı -soğuktan ateşin bile donacağını düşünüyordum- sigaramı yakmak için çaktım, ilk denememde başarısız olunca ikinci kez döndürdüm taşı, ateşle birlikte o da geldi. sigarayı tutuşturmak için dudaklarıma kaldırdığım çakmağın çıkardığı ateşin arasından onun güzel yüzünü gördüm. sigaranın ilk dumanını içime çektim. duvarları parçalanmış, pencereleri çıkarılmış ve yangından dolayı içi simsiyah olan bir gecekondu olan "ben"i, o sabah yeni baştan inşa edip sımsıcak bir ev haline çevirenin o olduğunu gördüğümde, sigaradan çektiğim ilk nefesin, komadan sonraki ilk nefesim olduğunu farketim.

bir ona baktım, bir ona. yaklaşık bir dakika sadece onun gözlerine, bana bakmayan gözlerine baktım. kimdi? adı neydi? neyi severdi? kimi severdi? nasıl severdi? ne yapsam beni severdi? başına, saçlarının sadece bir kısmını örten kırmızı yün bir bere giymişti. buğday saçları berenin yanlarından yüzüne iniyor ve narin parmaklarıyla o saçları kaşlarının yanına doğru itiyordu. soğuktan pek fazla olmasa da kızarmış burnunun ucu, her güldüğünde onu daha da tatlı yapıyordu. boynunu soğuktan korumak için ise yün bir şal giymişti. şal kimdi, onu benim kadar soğuktan koruyabilir miydi? üşüse dünyadaki tüm yünleri önüne dökebilirdim, şal bunu yapamazdı. şal sadece onun boynuna sarılırdı. benim sarılamadığım o boynuna sarılırdı. tenini tanımayan ellerim ile sigarayı dudaklarımın arasına götürüp uzun bir nefes çektim.

farkında olmadan, istemsiz bir şekilde gülümseyerek, ona dalgın bakışlar atıyordum. sanki gözlerim yuvalarından çıkmış, onun ayağına tıklayıp bana bakmasını söylemiş gibi, bir kaç dakika sonra gözleri gözlerime değdi. bakışından milyonlarca anlam çıkardığım, sanki o an gözleriyle bana dünyadaki bütün saadeti ateş etti. saadet mermisi kalbimi deldi ancak geçmedi, kalbime karışıp o da atmaya başladı. kalbimin attığını ve sanki ağzımdan çıktığını hissediyordum. bakışından pek memnun olmasa gerek anında gözlerini çekti, o an kafamda binlerce senaryo uydurmuş ve bir kısmını eleyip en son elimde, onun bir şey hissetmediği teorisini bırakmıştım. neden bir olayın üstüne atıldığımızda, olma ihtimalinden çok olmama ihtimalini düşünürüz? neden bardağın boş tarafını görürüz? sanırım benim o an yaptığım bardağın boş tarafını düşünmenin ötesinde, boş tarafı taşa vurup parçalarını bileğime sürtmekti. yürümeye başladı ve önümden geçip sınıfa doğru yol aldı.

yeniden etraf karanlıklaştı ve önüme dört nala yelkovanım yanaştı. üstüne binip tekrar yolculuğa devam ettim. unutan iyileşir diyordu yelkovan, çok karışıyordu oysa ki, onun işi sadece ilerlemekti. ilerledi ve bir cafenin önünde durup inmemi söyledi, indim. işittiğim ilk ses titreşiminin çıktığı yere getirmişti.

g.. kafesinde oturmuş, yanımda çok şey bildiğini ve çok sustuğunu zanneden bir arkadaşımla; siyaset konuşuyordum. susmak bilmemesinin sebebinin acıları olduğunu düşünmeye başlamıştım, yoksa çok gülen ve çok konuşana dikkat etmişimdir hep. yalnızlığı vurma biçimidir. ufak bir siyasi tartışmadan sonra masamızdan kalkıp hesabı ödemek için kasaya giderken, sol çaprazımızda bizden 3 masa uzakta komadan sonraki ilk nefesimin oturduğunu farkettim. içime dolan heyecan yetmezmiş gibi, yanımdakinin o masaya doğru yürüdüğünü farkettim. geceleri onu görmem için erken uyuduğum, rüyalarımın prensesinin yanında oturanın onun arkadaşı olduğunu ve benimkinin onu görmek için masaya yürüdüğünü anladım. elimi sıktı, felç geçirmiş yüzümde boncukla eşdeğer pozisyonda duran gözlerimi onun gözlerine kilitledim. ufak elleri ellerime değdi ve hafif bir şekilde salladı, o an beni böyle gömün diye bağırmak istedim. kokusu burnuma geldiğinde tamam dedim, artık ölebilirim, bu dünyada görülmesi gereken her şeyi gördüm!.. ...yanlarından ayrıldık, ruhum yanlarına oturdu, onun ruhu başını omzuma yasladı ve hala orada oturmaktalar.

yelkovan kapıdan beni tutup üstüne attı ve hızlıca, acımasızca imkansızlığa doğru sürdü. imkansızlaştırmıştım, evet. asla benimle olmayacağına inanmıştım. ve o trene binmiştim ki yanlış trene bindiğinde koridorun tersine yürümenin hiç bir faydası olmadığını biliyordum. başkasına güldüğünü, başkasına dokunduğunu öğrendiğim gün bitmişti her şey. papatyanın bir yaprağıydı onu benden ayıran. imkansızlığın dozlarını bir günde geçirdim tüm damarlarıma. karanlıkların içerisinde dinlediğim her notada sesi geldi kulağıma. yoldan geçen her araba ışığı gözleri gibi çarptı yüzüme. umuttu beni dikenlerin üstünde sürüyen, umuttu duvara daha hızlı çarptıran. her sabah erkenden okula gittim, onu daha fazla görebilme umuduyla soğukta, kalbimin sobasını görebilme umuduyla bekledim. bakmayışına anlamlar yüklediğimi her gördüğümde, gözlerimden nefret ettim. her konuşmasında kulaklarım, her kokusunda burnumdan nefret ettim. onun gelmediği gün yıldan eksik bir gündü benim için. şehir görünmezdi, sis değildi şehri görünmez kılan, onsuzluktu. karanlıkta içe çekilen sigaranın yaydığı ışık gibi yayardı sis bulutunu. şehri gösterirdi bana, şehir o olduğu için güzeldi benim için.

yelkovan yanaştı, ağır adımlarla yürümeye başladı ve konuştu, aşk yaşanmakta olan şeye denmez, asıl aşk, aşk acısı sandığın şeyin ta kendisidir. sen dünyanın tüm güzelliğini tek bir insanda gördün, o bir yanda güzelliği timsali iken, acının da timsali oldu senin için. ilk gördüğün anı hatırlıyor musun? hiç ile her kelimesinin farkı iki harfti o zaman. hiçbir şeyin olmayacaktı o senin, her şeyin oldu. acın oldu, mutluluğun oldu, göz yaşın oldu. çok sevdin, çok sevmenin yan etkisi hiç kavuşamamaktır oysa ki. yürüdü yelkovan, ağır ağır, çamura bata bata şimdiki zaman geldi ve indim, giderken arkasını dönüp; zamanla geçen tek şey zamandır dedi. o kadar karanlıktı ki, dudağıma koyduğum sigaranın ucunu bile göremiyordum. yürüdüm, yürüdüm..

http://sahmalt.blogspot.com