-1969, elazığ
babam, ceketinin iç cebine elini soktu ve üzerinde türkiye bayrağı kabartması olan gümüş sigara tabakasını çıkarttı. bu tabakayı ona bir dönem önceki belediyenin başkanı hediye etmişti. babam da üzerinde bayrak olan bu tabakayı, sigarasını sarsa da sarmasa da bulunduğu ortamda mutlaka teşhir ederdi. bir masanın en ortasına koyar ve gelenin geçenin "tabakan çok güzelmiş ilyas ağam" demesini bekler ve beklediğini de her zaman alırdı. şimdi gene öyle yaptı, tabakasını önünde duran sehpanın üzerindeki bakır tepsinin üstüne koydu. sonra camdan dışarı doğru baktı gözlerini kısıp. sonra yüzünü bir anlığına bana döndükten sonra tabakasını eline aldı, açtı ve tütünleri kağıda sarmaya başladı. sarmasını bitirdikten sonra kav çakmağını çıkardı, yaktı sigarasını. odayı bir "adıyaman tütünü" kokusu aldı. severdim bu kokuyu.

sigarasından ilk nefesini çekti ve ardımdaki divanı işaret edip:
"otur ibo, otur" dedi. geçtim, oturdum. babamın benle ilgili ne gibi bir derdi var da bunca merasime gerek duydu diye düşünürken, söze başladı:
"gene kavga etmişsin ibo, ögretmen bey öyle dedi vallah..." şaşırdım, birşey söyleyemedim. çünkü ben, elazığ atatürk lisesi edebiyat son sınıf öğrencisi, 1949 doğumlu ibrahim kızıltaş, zaten okuduğu okulu, çeşitli kanlı bıçaklı kavgalar ve hocalara asilikten iki buçuk yıl uzatmış olan ben, en son olayımın üstünden iki sene geçeli daha kimsenin tavuğuna ses etmemiştim. ağzım yanmıştı, kulağıma küpe olacak bütün materyalleri toplamıştım zihnimde. okuldan uzaklaştırıldığım birbirinden farklı dört dönemde -ki toplamları iki buçuk yıl ediyordu-, babam ilyas kızıltaş'ın "tatlı" diktatörlüğü altında, babam elazığ ilinin en tanınmış tüccarlarından biriyken gidip köylerde çobanlık, çapacılık, şehirde de babamın dükkan ve depolarında hamallık, at arabacılığı, getir götürcülük gibi emeğe dayalı işler yaparak "ehlileştirilmeye" çalışılmıştım... ve bu uygulaması da başarılı olmuştu babamın. "çalışmak terbiye eder" lafını o günlerde okumuştum, adını şimdi hatırlayamadığım bir kitaptan.
"neden kavga edirsin ibo?" dedi babam ve dalgınlığımdan uyanıp cevap verdim:
"ne kavgasından bahsediyon baba sen?"
"veli ögretmen geldi bu öğlen tükana. adam epey sinirliydi vallah, bi kayfemizi bilem içmeden kalktı getti. bişeyler bişeyler anlattı da tam anlamadım lakin dedi senin oglun okuldaki sınıfları birbirine çatıyormuş. kavga ettiriyormuş. sınavda falan sen anlatmışın ögretmenine."
durumu kavrar gibi olmuştum.
"sınıf çatışması mı dedi veli hoca sana?"
babam ağzında sigara, boğuk bir sesle:
"heh işte onu dedi oglum... sen niye katıyon elin çocuklarını birbirine?" dedi. durumun gülünçlüğü ve ciddiyeti ortadaydı. istemsiz bir gülmeye tutuldum. babam şaşırdı.
"ne gülüyon lan gavatın oglu" dedi.
"yanlış anlamışsın baba. hoca sana sınıf çatışmasında bahsetmiş" dedim tebessümle.
" eee? ben ne diyom itin oglu?" gülmem daha artarak ayağa kalktım ve babamın elini öpmeye çalışarak -kendisi bir türlü elini uzatmıyordu ama en son kapmıştım ve öpüp başıma koymuştum tütün kokan elini- odadan çıktım. arkamdan babamın kızgınlıkla "gevşek it... bir dahakine diyarbakır'a maraba deyi yollayım da o zaman da kavga edecen mi bahalım?!" diye bağırdığını duydum ve yüzümdeki gülümsemem daha da arttı.
**
-birkaç gün önce
Lacivert ceket giyinmiş ve sağ kolunda “nöbetçi öğrenci” yazan bir öğrenci kapıyı çaldı ve içeri girdi. Öğretmene saygıda bulunduktan sonra elindeki kağıt parçasını uzattı. Matematik öğretmenimiz burhan bey’di öğretmen, gömleğinin sol üst cebinde daima kısa maltepe paketi bulunurdu. Sağ üst cebinde de kalın çerçeveli okuma gözlükleri. Elini sağ cebe atıp gözlükleri aldı, kısa bir sürede okudu ve bana “ibrahim Kızıltaş” diye seslendi, “müdür bey seni odasında bekliyor”.

Müdürün odasına ilkin nöbetçi öğrenci girdi, ben de hemen ardından girdim. Müdür Ahmet bey, emekli tarih öğretmeniydi ve elazığ’ın yerlilerindendi. Beni getiren nöbetçiye el işaretiyle dışarı çıkmasını söyledi. Çocuk çıktıktan sonra da bana döndü:
“ibrahim Kızıltaş, 829, edebiyat son…” dedi.
“buyrun hocam” dedim.
“ibrahim, senden şikayet var, başını gene belaya sokucan galiba.” Durumu kavrayamamıştım, anlamsız anlamsız baktım müdürün yüzüne.
“veli hoca kompozisyon sınavı yapmış geçen gün. Doğru mu?..”
“doğru hocam.”
“konusu neydi kompozisyon sınavının ibrahim?”
“yaşadığımız memlekette gördüğünüz, çözülmesini istediğiniz sorunlar.”
“ee peki sen ne yazdın oğlum?”
“insanlar arasındaki eşitsizliği anlatmaya çalıştım hocam” der demez müdür ayağa kalktı ve suratıma bir tokat aşketti. Afalladım, burnuma acı bir koku geldi, kan kokusu gibi bir koku ama tam olarak kan gibi değil…
“ulan sen okuldan uzaklaştırıldığında nerelere takıldın böyle ha?”
“aşağı yapalak köyünde çalıştım hocam.”
“yalan söyleme lan” deyip bir tokat daha attı. Kan iyice beynime sıçramıştı. “ben daha altı ay önce seni görmedim mi lan babanın ambarında ha?”
“gördünüz hocam. Şehirde de çalıştım ama köyde daha çok çalıştım.” Dedim. Müdür yerine oturdu ve masasının ortanca çekmecelerinden bir kağıt çıkarıp okumaya başladı:
“en basiti; eğer elazığ’da olmasa bu eşitsizlik, ya da tunceli’de olmasa, malatya’da, elbistan’da, gürüm’de olmasa ve herkes emeğinin karşılığını alsa misal… babam ve babam gibi adamlar, bu kadar az çalışıp da bu kadar kazanmasalar, eşitlik olsa ve bu, bütün memlekete yayılsa misal… işte o zaman ne elazığ’da ne de başka bir köşesinde memleketimizin, ne bunca dert olur ne de sınıf çatışması…” müdür en son cümleden sonra durdu, kağıdın üzerinden bana doğru baktı. Burnundan soluyordu. Bense onun herhangi bir yeni tokat girişimine karşı kendimi içten içe hazırlıyordum. O yüzden hem bedenim hem de zihnim yay gibi gerilmişti.
“şimdi sen,” diye söze başladı müdür, “bunları nerden ve kimden öğrendin söyle bana”.
“kendim öğrendim.” Müdür iyiden iyiye kızarmıştı.
“ulan elazığ’da neyin sınıf çatışması var itoğluit, göster bakalım”
“dünyayı soksalar gözünüze, sizin gözünüz görmez müdür bey” dedim. Müdürün gölzeri faltaşı gibi açıldı, birden ayağa fırladı, tokadını yüzüme doğru savurdu. Tokadı yüzüme vuramadan havada yakaladım. Müdür şaşırdı. ince bileğini, kalın ellerimle sıkınca yüzünde bir acı hissi oluştu. Bileğini sıktıkça kolunu aşağı indirmeye başladım. Suratına vurmamak için kendimi zor tutuyordum. En son bileğini kavradım ve kendisine doğru savurdum. Bu savurmadan sonra biraz geriledi, öfkeyle karışık ama daha çok korkuyla yüzüme baktı. Bense son bir bakıştan sonra arkamı dönmeden, geri geri yürüyerek kapıyı açtım ve dışarı çıktım.
**
-eylül, 2009
elazığ

Notları okumayı bitirdikten sonra en sondaki imzaya dikkatle baktım: böyle küçük italik harflerle “ibrahim Kızıltaş”. Bir insanın imzasından yahut yazı şeklinden aşağı yukarı karakteri seçilebilir bana göre. Belki de sadece ben öyle düşünüyorumdur, hissediyorumdur, emin değilim… az evvel hikayesini okuduğum ve hem el yazısına hem de imzasına iyice bir göz gezdirdiğim bu “artık nerede olduğu bilinmeyen” genç adam için şunu söyleyebilirim ki; hakikaten sağlam bir irade, dönülmez bir inadın abidesi olduğu çok belli.

Notları, aldığım kutusuna ihtiyatla katlayıp koydum ve büyük abisi baki’ye uzattım. Baki Kızıltaş, babası ilyas kızıltaş’ın ölümünden sonra, üç tane kız kardeşi bulunmasına rağmen, bütün malın mülkün tek varisi olarak kalmış. “babam ibo’nun kederiylen öldü ağam,” diye tekrarlıyordu. “dediler sizin küçük oğlunuz anarşik olmış, moskof olmış, babam dellendi, dedi daha da okula getmeycen. ibo diretti gitti. Babam çok dövdü, hırpaladı çocuğu. En son ibo liseyi bitirdi, bir hafta sonra da ankara otobüsüne inip getti. Otobüsçü tanıdıktır, o söyledi. Ordan da ıstanbul otobüsüne binmiş. Bak ağam, babam öleli yirmi yıl oldı, ibo gideli kırk yıl. ne ses var, ne soluk.”