bugün

Sevgili dostumuz Zülfü Livaneli genellikle çarçur yazılar yazar ve kendi reklamını yapar... Konserim var, beklerim... Yeni romanım çıktı, aman okuyun... Belediye reisi olacağım, oy verin... Geçen gün Avrupa'ya gittim, şu şu şu kişilerle görüştüm, falan...

Fakat arada çok iyi, çok önemli yazılar yazdığı da olur. Bunların kimisinde yanılır, kimisinde haklıdır.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin patırtısı gürültüsü arasında kaynadı gitti, geçenlerde tarikatları yazdı Livaneli. Bu konuya daha önce de değinmişti.

Bir memur çocuğu olarak (ben de öyleyim) ilkgençliğinde Türkiye’nin derinlerinde neler olup bittiğini, sahne gerisindeki ilişkileri kavrayamamış olmaktan yakınıyor. Tarikat dünyasını, bu ilişkilerin siyaseti ve ticareti nasıl belirlediğini görememiş. Çünkü cumhuriyet rejimi, daha doğrusu devrim kültürü ona bu dünyayı göstermemiş.

Çünkü yoksayılıyordu... Artık ortadan kalkmış olduğu kabul ediliyordu...

Livaneli'nin dediği gibi, toplumun hafızası sıfırlanmak istenmiş ve bunda başarılı olunduğu da sanılmıştı!

Çünkü ülkeyi kurtarıp cumhuriyeti kuranlar da bürokratlardı ve sosyoloji bilmiyorlardı. (Ekonomi biliyorlar mıydı? inönü, anılarında, enflasyon kelimesini ilk kez başbakan olduktan sonra duyduğunu itiraf eder.)

Yeni kuşaklara, yalnız Osmanlı gerçekleri değil, hemen yakın tarihimiz bile unutturuldu. Herşeyin gökten zembille indiği yanılgısı aşılandı. Cumhuriyet yönetimi tam da bu amaçla ekonomik kalkınmayı arka plana itmiş, eğitimi herşeyin üstünde tutmuş, zavallı köy öğretmenleri bile kendilerini birdenbire hem devrim kahramanı hem de süper entellektüel sanmaya başlamışlardı!... (Altmışlı yıllarda sergiledikleri kasıntılı havaları da, sonra içine düştükleri umarsızlığı da Livaneli çok iyi gözlemiş olmalıdır.)

O kadar ki, kurtuluş savaşımız bile ancak ve yalnız Atatürk'ün gözünden öğretildi.

Bizzat Atatürk büyük nutkunu 19 Mayıs’ta Samsun'a çıktığı günden başlatmamış, ondan öncesini silip atmamış mıydı? Yeni kuşaklar, onun Samsun kıyılarına azgın dalgalarla boğuşarak ve neredeyse düşman mermileri altında Normandiya çıkartması gibi bir tür çıkartma yaptığını sanıyorlardı!...

Birinci Dünya Savaşı da öğretildi öğretilmesine ama, yalnızca Çanakkale... Türkiye'de iyi kötü mürekkep yalamış hemen hiçkimsenin ne Süveyş Kanalı seferlerimizden haberi vardı, ne Mezopotamya cephemizden, ne Galiçya cephesinden ne de Baku'ya girmemizden... Kemal Tahir yazmasaydı yanmıştık vallahi.

Bugün bile, Atatürk'ün ordudan istifa ettiği 1919 yılına kadar bir Osmanlı subayı olduğunu hatırlatmak birçok çemiş tarafından neredeyse suç sayılıyor!

Livaneli'nin deyimiyle Ortadoğu bağlantılarımız da göze görünmüyordu çünkü sırtımızı dönmüş, orayı da yok saymıştık. Şimdi bu konuda da, Ermeni meselesinde de, Kürt meselesinde de apışıp kalmamız bundandır. Durduk yerde nereden çıkıyordu bu sorunlar yahu?

Toplum mühendisliği yapılarak bir tür tabula rasa yani boş defter, beyaz sayfa yaratılabileceği sanıldı.

Cumhuriyet yönetimi, tekke ve zaviyeleri kapatıp (tekkeyi anladık da, şu “zaviyenin” ne olduğunu bir çırpıda söyleyebilecek Kemalist var mı aranızda?) din işlerini de başbakanlığa bağlı bir yüksek bürokratın emrine verince, toplumun diplerini temizlemiş olacağını sandı.

işte bu nedenle memurlar, Adnan Menderes de seçimleri kazanınca çok şaşırdılar, Süleyman Demirel de, Turgut Özal da, Recep Tayyip Erdoğan da... Ve bunu karşıdevrim olarak algılamakta ısrar ettiler. (Üstüne üstlük, birçok saftırık, bu köylü kitlesiyle sosyalist devrim yapacağını da sanmadı mı? Birçok çocuk bu aymazlık uğruna bok yoluna gitmedi mi?)

Aslında halk, kendi gerçeklerini yoksaymış, bastırmış olan bürokrasiye tepki gösteriyordu. Bu bir Osmanlı tepkisiydi. Çünkü halk iliklerine kadar Müslüman ve iliklerine kadar Osmanlı'ydı.

Aydınlar da, artık bürokrasinin kanatları altında fevkalade iltifata mazhar olamadıkları, olamayacakları için ağlıyorlardı.

Bugün de darbe isteyen bazı Ankara çemişlerinin öfkesinin temelinde bu yatar.

engin ardıç