bugün

adınız, ailenizin yapısı, arkadaşlarınızın karakterleri, ekonomik durumunuz, mesleğiniz, inanışlarınız ne olursa olsun bir sahil kasabası'nda büyümek hayatınızda ve ruhunuzda derin etkiler yapar siz farkında olmadan..herkesin emekli olunca gidip yerleşip, bahçeli bir evde domates yetiştirme hayali kurduğu yerde doğmuşsunuzdur siz. ilk oyunlarınızı kumsalda oynamışsınızdır. ilk farkettiğiniz kokular kömür kokusu değil yosun kokusudur.. içinizi zenginleştiren, yüreğinizi şişiren denzi kokularıdır. limandaki küçük iskelede yığılı ağların balıkçılar tarafından tamir edilmesini izlemek çocukken yaptığınız en ergen iştir.. o elleri nasırlı, enseleri denizin yakıcı güneşinden esmerleşmiş garip bakışlı, sigaranın birini söndürüp birini yakan adamları izlemek, size garip bir büyüme duygusu verir. martılar iskelenin ucuna konar. sizle birlikte izler milyonlarca yıl sürecekmiş gibi dingince süren ağ tamir işini.. liman kasabalarının güneşi hiç bir zaman yakıcı olmaz. karşı kıyılardan esen bir sam rüzgarıyla birlikte okşar yüzünüzü ve çocuksu hayallerinizi.. oyunlarınızdaki kahramanlar köy çocuklarınınkilerine naza ran daha delice, daha cesurdur.. çünkü denizin büyüklüğü, uçsuz bucaklığı size hayal etme gücü verir.. bazen iğne ucu kadar küçük kaldığınızı hissedersiniz karşısında.. karanlık suları ürkütür sizi. bazen de büyüklüğü size tarifsiz bir güç verir..yüreğinizin rüzgarla dolup şiştiğini hissedersiniz.. daha bir büyük, daha bir sert olur hayalleriniz de kişiliğiniz de..

bir sahil kasabasında büyüdüyseniz bilirsiniz.. ilk çocuksu aşkınızın büyüsü de bir başka olur oralarda. deniz gözlü , sarı bukleli saçlı bir kız, yıldızları seyrederek uyuduğunuz yaz gecelerinin yoldaşı olur..aklınız çok uzaklara kaçar.. onu görmek ve kapılarının önünden geçmek için türlü bahaneler uydurursunuz.. bazen balıkçılardan kaçırdığınız yarım kilo balıkla annem yolladıpalavrasıyla kapılarını çalarsınız, bazen topunuzu bilerek bahçelerine kaçırır, şarapçı ve güzel küfürler bilen babası cevat amca' nın değil de deniz gözlü yavuklunuz serpil ' in topunuzu bulmasını dilersiniz. ilk randevunuz sahilde ki yıkık kalenin avlusundadır... onu beklerken kalbinizin çarpıntıları artar.. deniz bir başka eser.. güneş bir başka parlar.. hayallerinizdeki kara korsan sizsinizdir artık.. çocukça heyecanlarla, ergenliğe geçişin ılık duyguları bedeninizi esir alır.. deniz gözlü serpil' iniz köşeden görünüverince damarlarınızdaki kanın akışı hızlanır.. bütün bir gece uyumayıp serpil ' inize denizminarelerinden yaptığınız kolye elinizden düşüverir.. birlikte eğilip alırsınız.. serpil ' in titreyen kirpikleri içinize batar gözleriniz gözlerine çarptığında. yaşlı bir balıkçının ağlarını örmesini izlemekten daha dolu dolu bir huzur kaplar içinize.. martılar öper sevginizi ta içinizde biryerde küçücük buselerle. aynı anda bir martının ağzını andıran minik dudaklarıyla serpil ' de dudağınızın kenarına kaçamak ama ömre bedel bir öpücük bırakır.. ve bir hayalmiş, bir masal prensesinin ağzından çıkarmış gibi bir sesle; gitmeliyim babam hasta der..
üzülürsünüz ama üzüntünüzü yaşamanıza dudağınızın kenarında izi kalan buse izin vermez. ertesi gün günbatımında aynı yerde buluşmak için sözleşirsiniz. onun gidişini izlemek için kalenin yıkık duvarlarından birine yaslanıp oturursunuz. akşam güneşi sevginizi okşar.. daha sonraları gözlerinizle anılacak olan derinliğiniz o akşamın sabahında şekillenecektir ama siz bunu bilemezsiniz..

sevdiğinize kolye yaparak geçirdiğiniz geceden kalan uykusuzluk bedeninizdeki masum bir öpücükten kalan mayışmayı güçlendirir. ve uyuyakalırsınız bin yıldır hem kanın hem aşkın bekçiliğini yapmış kalenin dibinde. gecenin ayazını işitmezsiniz bile.. anneniz alışkındır geceleri portakal bahçelerinde uyuyakalıp sabah kucağınızda özür anlamında portakallar, saprası eller ve ishal olmuş bir bedenle dönmenize. sabah olur.. dünya sizin için daha güzel, hayat daha doludur.. ama siz daha bir çocuksunuzdur ve hayatın ve koyu siyah gecelerin insanlara oyunlar oynayabileceğini bilemezsiniz. ince cılız çocuk kollarınızla gerinerek uyanırsınız.. öğle olmak üzeredir güneşin yakıcılığından bilirsiniz.. üzerinize gece çiyleri yağmış, zayıf omuzlarınız tutulmuştur.. ayağa kalkıp bedeninizi açmak için hareketler yaparken limanın yanındaki kahvedeki garip hareketlilik dikkatinizi çeker.. oraya buraya dağılıp sonra yine anlamsızca birleşen bir kalabalık vardır gül nuri amca' nın kahvesinin önünde. koşarak oraya doğru gidersiniz.. siz yaklaştıkça kalabalık ta yukarı mahalleye doğru ilerlemektedir. içinizdeki çocukça merak büyür. bir yandan da dudağınızın kenarındaki akşamdan kalma buse izinin hazzını hatırlamaya çalışırsınız içinizde.. kalabalık giderek hızlanmakta, ara sokaklardan başkaları da katılmaktadır bir mateme esir düşmüş gibi görünen kalabalığa. sonunda kalabalığı yakaladığınızda deniz gözlü serpil' iniziz oturduğu mahalleye gelmişsinizdir. mahalleyi kaplayan matemli erkek kalabalığına üzgün bir kadın kalabalığıkarışır. gözleriniz kalabalığın backları arasından hızlıca çevreyi tarar.. bu arada birşeyi farkedersiniz.. etrafta balık ya da yosun kokusu değil, yanık kokusu, ölüm kokusu vardır.. biraz daha yararsınız kalabalığı ve acı çarpar önce gözlerinize sonra kalbinize ve en son da şiddetle hayallerinize.. serpil ' inizin iki göz odacıktan ibaret ahşap evceğizi yanmış kül olmuştur.. martılar yoktur gökyüzünde . uğursuz kargaların kahkahalrı çınlar kulaklarınızda.. bir tuzlu su akıntısı burun hizenızdan gözbebeklerinizin hizasına hızla yükselir. ağlayamazsınız.. merak, korku, güçsüzlük hissi zayıf omuzlarınızı ele geçirmiştir. koşarak ve tuzlu gözyaşlarınızı içinize akıtarak evin önüne koşarsınız.. gözleriniz delice tarar mahalleyi. deniz gözlü' nüz nerededir.. ona birşey olmuş mudur? korku dolu sorular beyninizi kavururken, iki yan evin bahçesinde burnunun ucunda bir is izi, titreyen bacakları ve ucu yanmış eteğiyle serpil' i görürsünüz. içiniz üşür..aşk artık bir vurgundur yüreğinizde. ve yalnızlık kaderidir şarapçı cevat' ın kızı deniz gözlü serpil' in. çünkü kulağınızın dibinde mahalleli olayı anlatmakta, kırmızı yüzlü koca yürekli, dünyanın en güzel küfür eden adamı şarapçı cevat, maltepe sigarasının külünü yorganına düşürmüş, ateşini de serpilciğine acı olarak vermiştir. koca ev yanmış, açlıktan, yalnızlıktan ve köpeköldürenden kemikleri fırlamış şarapçı cevat küllere karışmıştır. etrafta insanlar serpil ' e büyük şehirdeki dayısının bakacağını, zaten kızcağızın talihsiz olduğunu, en azından buralardan gidip kendini kurtaracağını konuşmaktadırlar.. zavallı serpil ' in meczup anacığı deli emine yıllar evvel denize yürümüş, kimseler durduramamıştır..

siz çocuksunuzdur..hayat ve karanlık lacivert karışımı geceler size öyle oyunlar oynar ki bazen, hiç gece olmasın istersiniz.. kargalar düşmanınızdır artık ve siz hiçbir masala inanamazsınız hiçbir sahil kasabasında. cenaze toprağa verilir..mezarlığın kapısından öteye geçecek gücünüz yoktur. serpil ' iniz akşamüzeri dayısının kırmızı murat 124 üne binip gidecektir.. hayalleriniz de en az serpil kadar öksüz kalacaktır. boğazınızda ağır, acımasız bir hıçkırık bir yumruk gibi çakılı kalmıştır. mezarlığın çıkışında adeta bukleleri kaybolmuş sarı saçlarıyla serpil yanınızdan geçerken bir an duraksar.. dayısının ilerlemesini fırsat bilip gözlerinize kabaran bir deniz gibi bakarken, avucunuza bir şey bırakır.. içinde birşeyler olan dikili bir kumaş parçası.. içinde serpil' in yanık saçlarından bir tutam olan bir muska.. ellerinizin arasına bu kumaş parçasını bırakırken küçük avucunu bir anlığına bile hissetmeniz size belki de yıllarca acı verecektir. ama o anda sadece içiniz üşür başka bir duyguya yer yoktur kararmış akşamüstünüzde.

serpil gider sahilinizden, düşlerinizden.. yüreğinize çakılı kalan izleri, dudağınıza asılı duran öpüşü, gzölerinize oturan gözleri acıya dönüşür ve siz koşarak kıyıya; dalgakıranlardaki kayalıklara gidersiniz..daha kayalıklara oturur oturmaz, saatlerdir içinize hapsettiğiniz gözyaşları boşanır.. içinizin acısı, gözyaşınızın tuzu denize karışır.. yaralarınız artık kalıcıdır. ve siz büyüyorsunuzdur denizin karşısında. acınız denizden büyük , hayalkırıklığınız dalgalardan daha vurucudur..

ve yıllar sonra......
edit; başka siber alemlerde de yayınlanmış eski bir hikayemin yeniden düzenlenmiş halidir. tek entry e sığmadığı için ikiye bölerek yayınlıyorum.
ve yıllar sonra...

sahil kasabasında büyümek çocukluğunuzu ve hayatınızın tamamını öyle derinden etkiler ki bunu ancak orayı terkedip büyük şehrin karmaşasına daldığınızda anlarsınız.. ilk biranızı içtiğiniz sahil lokantasının yerini karanlık meyhaneler, çay içip güneşin batışını izlediğiniz çay bahçelerinin yerini o toparklar, balık ekmeğin yerini pizza almıştır.. alışmak zorundasınızdır.. ve alışırsınız da.. ilk öpüşmenizi yaşadığınız dalgakıran kayalıklarıartık çok uzaktadır..ve uzakta olan herşey unutulmaya mahkumdur zaten.. artık babanızın armağanı el yapımı oltanın yerinde evrak çantanız ve okul çıkışı sırt çantalarınızı meyhaneci niko' nun bahçesine atıp limana koşturuşunuzun yerine de bankalara koşturuşunuz vardır.. yosun kokusu rüyalarınıza bile uğramamaktadır artık.. bir eşiniz, iki de çocuğunuz vardır.. ve içlerinden birinini deniz gözlü olması nedenini hatırlamasanızda içinizi acıtır.. bir anlığına da olsa yıllar evvel o limanda yüreğinizi şişiren duygu gelip oturur içinize. ama böyle duygularla kaybedilecek vakit yoktur.. çünkü yapılacak bir sürü güneşsiz, yakamozsuz, martısız iş vardır..

aradan yıllar geçer.. siz artık kahramanı tek gözlü bir korsan olan o şortlu kara oğlan değil, işadamı rüzgarsınızdır artık.. zayıf omuzlarınızı titrete titrete nedensizce limanın ucundaki deniz feneri' nde ağladığınız yıllar çok uzakta kalmıştır.. arada yaşlı babanızın o nazik el yazısıyla yazıp yolladığı mektuplar olmasa, belki de hiç öyle bir sahil kasabası olmamıştır sizin için.. zaman sizi o kadar acımasız öpmüştür ve siz dudaklarınızı zamana esir etmişsinizdir.

bir gün yorgun bir akşamüstü eve erken gelirsiniz.. kapıda eşiniz sizi iki damla gözyaşıyla karşılar.. kızınız ve oğlunuz komşunun bahçesine oynamaya yollanmıştır..içeriye geçersiniz ürkek ve soran bakışlarla.. salonda her iş dönüşü oturduğunuz kanapenin üstünde bir mektup vardır.. babanızdan gelen kısa bir mektup.. bu kez o güzel yazısından eser yoktur. kargacık burgacık, belli ki ıslanıp kurumuş bir kağıda yazılı bir mektuptur..
okumak için mektuba yanaşırken, vefalı eşiniz sevgisini ve üzüntüsünü hissettirircesine kolunuza dokunup sarılır size.. okudukça; yıllar evvel gözbebeklerinize hücum eden tuzlu gözyaşlarınızın daha yakıcısı gelir üstünüze.. serpiliniz; evlenip yerleştiği o büyük şehirde çocukluğunun ağır acılrını unutamamamış, bu karanlık lacivert hayata katlanamamış asmıştır kendini.. o deniz gözlerin sahibi, o ince öpülesi boynun sahibi sarı bukleli saçlı ilk aşkınız kendini öldürmüştür.. ve bu hayattan uzak denizlere giderken de rüzgarına bir mektup bırakmış, mektubun yanında da denziminaresinden bir kolye..

gücünüz kalmaz o mektubu okumaya. ağlamak dindirmez acınızı.. korkarsınız bu hayatı yaşamaktan. sizin de deniz gözlü ismi serpil olan bir kızınız vardır.. ve umudunuz yoktur artık martılardan yana. koşarak üst kata çıakr. sandıktaki o muskayı bulur. serpil' in ucu yanık saçlarını öper, koklar, ağlar çok ağlarsınız. bir otobüse atlar dönersiniz büyüdüğünüz ve unuttuğunuzu sandığınız sahil kasabasına.. daha babanızın ellerini öpmeden dalgakıranlardaki kayalıklara gidersiniz. ve oturup ağlarsınız bahtınıza.. sevginize...kayıp çocukluğunuza..

ve bilirsiniz artık;
ilk aşk asla bitmez, ilk aşkınız ölünce siz de ölürsünüz..
sızıdır!

hep vardı. ezelden beri. hep varolacak. ebede dek. yerli-yersiz hissederim bunu. kağıt kesiği gibi. ya da kıymık batması. hiç bilemedin diş ağrısı. gelişini hissedemezsin. akıntıdır bu. kadınların özel günlerinde olan akıntının aksine rahatlatmaz, tam tersi iyice rahatsız eder. ki ben, sevildiği zaman huzursuz olan bir adamım. sevdiği zaman da huzursuz olan bir adam.
ruhumun dinginliğe kavuştuğu anlar ise sadece ve sadece hastalandığım zamanlar. o hastalıklardan kurtulmak için verdiğim mücadele. bedensel acılarla ruhsal acıları yer değiştirip, ruhumu rahatlatmak sadece.

beni anladığını varsayanlar bir bir çıksın inlerinden. yazılarımı okuyup bana sadece "hak" veren ahmaklar. asalaklar... kokuşmuşluk, lağımlardan daha kötü kokuyor çünkü. hissedebiliyorum. kokusunu alabiliyorum. ellerim üşüyor yerli-yersiz çünkü. en mutlu anımda bir mutsuzluk bulup çıkarabiliyorum. ve işte o an, bir sızıyı alıp, kalbimin tam üzerine oturtabiliyorum.

benim hiçbir şeyim değişmedi. ben de değişmedim aslında. ne bir zamanlar uzun olan saçlarım, ne de daha dün kestiğim 80 günlük sakalım, hiçbiri ama hiçbiri bende tek bir değişikliğe neden olmadı.
kötülüğe dair yapabileceklerim katrilyonlarca şey iken iyiliğe dair bildiğim her şeyi tek tek unutuyorum. beli bükülen yaşlıların aksine, ben toprağın kokusunu asfaltlardan sökmek uğruna, ellerim ceplerimde sürünerek yürüyorum. içimde, nedeni belirsiz bir sızıyla.

--spoiler--
doğduğundan beri kalbinde bir delik
almak için bütün sızıları içine
--spoiler--
--spoiler--
aynı terasa açılıyordu, yanyanaydı kapılarımız kaldığımız pansiyonda. sabahları ya da akşam üzerleri karşılaşıyorduk. ortak duş, ortak mutfak, çekingen bir selamlaşma. aynı terasta yanyana kuruyordu çamaşırlarımız. bu ürpertiyordu beni. acemi, tutuk bir kaç sözcük eşliğinde beyaz şarap içerek aynı terasta seyrediyorduk günbatımını. bu da ürpertiyordu beni.
ışığın azalan şiddetinde yanyanaydı terasa vuran gölgelerimiz ve karışıyordu birbirine. elimizde olmadan gülümsemiştik bakışlarımız çarpıştığında. sahildeydik ve aynı kitabı okuyorduk ilk karşılaşmamızda da. sezon açılmamıştı, seyrekti sahiller, daha erken yaz gülümsüyordu. pansiyon önündeki sandalların kıpırtısı, çiçeklerin çekingen dirimi, günbatımıyla gölgelenmiş alanların rengi kalmış aklımda. ikimiz de yalnızdık ve birbirimize ilişmemeye çalışıyorduk adını kimselerin bilmediği o uzak sahil kasabasında... oysa güneşin batışını izlemek gibi kendiliğinden bir birlikteliğe dönüştü paylaştığımız şeyler. birbirinden kamaşmaya başlamıştı. tenlerimiz, dokunmasan da, yanındaki gövdeyi duymanın şiddetine dönüşmüştü. aramızdaki çekim tenin çağrısı hazırdı kendine kurulan bütün tuzaklara. o akşam terastaydık gene. gün çoktan batmıştı. çamaşırlar asılıydı, uzaktan şarkılar geliyordu ve kekik kokuları... nedense herzamankinden başka bakıyordun bana. sonra usulca dedin ki: "ilk kez birinin tenine dokunma isteği duyuyorum içimde." benim için yaz başlamıştı. "dokun öyleyse" dedim. sustun. uzun uzun baktık birbirimize. kendine nasıl karşı koyduğun okunuyordu yüzünün derinliklerinde...
sonra hiçbir şey söylemeden usulca kalktın, odana gittin, yavaşça örttün kapını. saatlerce orada, gecede ve terasta kaldım. sabah uyandığımda, odanın kapısı açıktı, eşyalarını toplayıp gitmiştin, baktım... yalnızca terasta unuttuğun havlu çırpınıyordu rüzgarda.
bir daha hiç rastlamadım sana. hiçbir yerde, hiçbir yazda. düşünüyorum aradan onüç yıl geçmiş. onüç yıl içinde uyanan o isteğin anısı saklı duruyor mu sende?
birden adını hatırlamadığımı farkettim bunu yazarken. ama terasta çırpınan havlunun rengi hala gözlerimin önünde...
onüç yıl sonra şimdi sevgilimden ayrıldığım bu derin, bu kavurucu günlerde, neden ansızın aklıma düştüğümü sordum kendime.
sonra anladım:
"bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiç bir seferinde!"...
--spoiler--

murathan mungan - terastaki havlu - yaz geçer
Bana sorarsanız hakkımı helal etmedim hiçbir sevdiğime. Sevmeyi şiir kitaplarında okuyup, şairlerin kadınlarına aşık olan umarsız, bir hayli de arsız bütün edebi sakinler gibi. Hiçbir kadın o dizelerdeki gibi durmadı benim aynamda. Yüzleri yoktu ölümsüz aşk vaatlerinde bulunurken. Aslında ne yaptımsa kendime yaptım biraz, aslında bütün haksızlıkların kontratlarında sol alt köşedeydi adım. Tango'nun en münasebetsiz yeridir, kadının burkulan dizi üzerine abanması adamın, gözlerdeki ateşe acıyla su verilir, kadının kendinden geçmesiyle ritmin değil, adamın ve adımın alakası vardır anlayacağınız. Yürek acısı da böyledir biraz. En münasebetsiz yerinde hayatınız acıtır canınızı, yandığınızı zannederken üşürsünüz. işte benim gibi. Sonrası mı; zamanın içinden geçen ırmağa doğru çıkılır yola...
--spoiler--
Aklın ilk göz ağrısında
Hatırlıyor mu seni hala
--spoiler--
Evet! yine fazla değişen bir şey olmadı Üzülmek hepimizin 'Baba Mesleği'!..