bugün

kapalı çarşının kapıları kapalı içeri girmek çok zor. istanbul üniversitesinin kapıları kapalı. dükkanlar kapalı ama insanlar görece çok. bahar gelmiş haberimiz bile olmamız. tekrar ağaçları ve hayvanları görmek güzel. umarım bu karanlık günler çabucak geçer zira özgürlük de sağlık kadar önemlidir.
Ekranlarda her gün arz-ı endam eden bazı hocalara bakıyorum tek sermayeleri ve geçim kaynakları din sanki. Asıl şaşırtıcı olan büyük bir kitlenin bu durumu artık kanıksaması, normal karşılaması. Böyle bir ortamda deist ve ateistler değil, ancak açıkgöz dindarlar ekmek yer. Hangi peygamber tebliğ ettiği din karşılığında insanlardan para aldı, hangisi mal mülk içinde yüzdü? Bizim hocaların hangisinin evi sade, mütevazi ve üstelik sobalı?

iki saatlik bir dini program karşılığında milyarlarca para almak nasıl bir şey, bir türlü anlayamıyorum. Üstelik anlattıkları şeylerin hemen hepsi kıssalardan ibaret. Dinin özüne ilişkin dişe dokunur hiçbir şey yok. Hz. Ali Basra’ya geldiğinde yaptığı ilk iş kıssacı vaizleri mescitten kovmak oluyor. Bugün bir yönetici böyle bir şey yapmaya kalkışırsa ilk kendisi toplumdan kovulur. Belki de uydurulmuş denen dinin bütün sermayesi bu kıssalar.

Menkıbeler, kerametler, fevkalade haller uçuşuyor havada. Evliya tezkireleri adım başı kerametlerle dolu. Su üzerinde yürümeler, kuş gibi havada uçmalar, gece rüyalara girmeler, kalplerden geçenleri okumalar… Adam bast-ı zaman ve tayy-ı mekan yaparak evleniyor, çoluk çocuk sahibi oluyor ama aradan henüz bir gün bile geçmemiş. Daima düşünmüşüm, bu kadar keramet gösterenler neden bunları en fazla gösterilmesi gereken yerde ve zamanda göstermezler? Mesela içimizde o kadar keramet sahibi evliya var hepsi birlik olup bu korona hastalığının ülkeden defi için tesirli bir keramet gösterseler olmaz mı?

Bazen masum ve minnacık bir soru koca bir külliyatın devrilmesi için yeterli. Mesele arz-talep meselesi. insanlar çoğunlukla gerçekleri değil, duymak istediklerini duyarlar. Sadece gerçeklere dilbeste olanların müşterisi her devirde bir elin parmakları kadar nadir. Aynı şekilde sadece gerçeklere dilbeste olanların da sayısı bir elin parmakları kadar nadir. Tarih nedense hiç değişmiyor, bin yıllardır tekerrür ediyor. Gazali’nin ibn-i Sina karşısındaki üstünlüğünün gerçek sebebi hakim diasporanın Gazali’nin arkasında olması değil mi?

Her ramazan aynı edebiyat, aynı konular, aynı sorular, aynı hocalar, aynı hava, aynı programlar. Önceden çekimi yapılmış bir filmin her yıl ramazan ayında gösterime girmesi gibi. “Hocam şikayet ediyorsun, eleştiriyorsun iyi güzel de kendin bunların yerine ne koyuyorsun?” diyorlar bana. Keşke şikayet etmenin, surat asmanın, eleştirmenin hakkını verebilseydik! Yani gerçek manada “La” diyebilseydik. Şikayet etmek, surat asmak, “La” demek o kadar kolay mı? Bilhassa hurafelere karşı.

Günümüzde hangi hoca, hangi ilahiyatçı imam Azam Eb-u Hanife kadar dürüst ve cesur olabiliyor. Bırakın onun gibi olmayı hangisi onun onda biri kadar olabiliyor. “illallah” diyebilmek için önce sahih bir “La” çekmek gerekiyor. Toplum “La” diyeni önce taşlar, toprağın altına koyar, belli bir müddet sonra koyduğu yerden kaldırıp heykelini diker, adına mezhep kurar, imam yapar. Eb-u Hanife’nin başına gelenler tam da bu değil mi?

Tabii ki bu her “La” diyenin başına konan bir talih değil, sadece bazılarının. insan her şeyin geçmişte düşünüldüğünü zannediyor ama derince düşününce birçok şeyin aslında düşünülmediğini, sadece düşünülmüş gibi yapıldığını görüyor. Adam yirmi ciltlik tefsir yazmış eline alıp sıktığında bir sayfalık aydınlık bile damlamıyor içinden.