bugün

Istanbul şehri demenin bir başka şeklidir.

Yüzyıllardir milyonlarca insanın yaşadığı eski osmanlı başkenti, günümüz türkiye sininse en gelişmiş şehridir. manisa da lise okurken birçok yazarın kalemimden okudugum, üstüne hayal kurduğum şehir... Boğazıyla, adasıyla, sarayıyla, üniversitesiyle...
Ama, ne yazık ki her şey insanın umduğu gibi olmuyor, arkadaşlar!kadıköy den bindik vapura, Adalara gittik arkadasimla,hani şu, sait faik in anlattigi adalara, daha doğrusu burgazadasi na. Yolculukta öyle eski,kitaplardan okuduğum güzellikler,tat kalmamıştı. Yolculuk esnasında insanlar birbiriyle konuşmaktan ziyade ellerindeki telefonlarla anı yakalamaya çalışıyordu, belki yarım saatlik yol boyunca fotoğraf çekip, çektikleri onlarca fotoğraftan birini instagram a veyahut da twitter a yüklemiştir. -e tabi, günümüzde önemli olan orada olmak değil, orada olduğunu başkalarınin bilmesi-. asıl, ironik olansa bu insanların çoğunun bileğinde "carpe diem" veya "live in the moment" falan yazması...neyse, bu tip insanlarla geçirdiğimiz bir vapur yolculuğu nihayetinde adaya vardık. Gözüm sait faik in hikayelerinde bahsettiği balıkçıları, o çaresiz insanları aradı, gördüğüm,vapurdan indgimiz iskelenin 20 30 metre ilerisine kurulmus, sakalli gereksiz bir medyumdu.-falcı- bi de tabelaya marifetleriyle alakalı gazete kupürleri falan asmış , "nereden nereye, bu sahillerde ekmek parası için koşturanlar yerini kimlere bırakmış..." dedim kendi kendime. sonra yürüyüp adanın rasgele sokaklarından
Birine daldım. Biraz yürüyünce polis karakolunu gördüm, sait faik müzesini sordum, gösterip sohbete devam ettiler. müze yokuş yukarı çıkıldığında, hemen adadaki klisenin biraz ilerisinde kalıyordu. Köpekler izin verdiğince arkadaşımla beraber bu yokuşu tırmandık.- eğer köpek korkunuz varsa adada yayan gezmeyin, adadan dışarı çıkamayan köpekler belki de adadaki insanlardan daha çoktur.- müzenin girişindeki tabelada sait faik in annesinin vasiyeti üzerine yazılmış "herkese açıktır" yazısı yazıyordu. Girdik, hayli büyük bir bahçesi vardı, her türlü ağaçla müzeyyen. Bahçede gelen ziyaretçilerin yazdığı mektupların asıldığı sergen vardı. Sergene asılmış, Ziyaretçilerin mektuplarını okuyup içeri girdik. 3 katlı binanin her katını gezdik, gördük. Hani filmlerde olur ya, ekranın sağ alt köşesinde 1950-60 vs. yazar, bi anda her şey eskiye döner, biz de kapıyı açtığımızda sanki gördüğümüz gerçek değil, bir filmdi. Evin kapıkolunu indirip kapıyı açtığımızda ekran bir anda siyah-beyaz oldu, ekranın sağ altında ise "sene 1940" yazısı belirdi. bizi gerçekten bir filmin içinde olmadığımıza inandıran tek şeyse, herbir eşyanın önüne bir set gibi çekilmiş kırmızı şeritlerdi. Bu filmi izleyip tekrar dışarı çıktık. Hava rüzgarlıydı. Az önce bahsettiğim köpekler peşimizde, biz önde koşa koşa sahile vardık. Köpeklerden kurtulunca sahil kenarındaki bankların birine oturduk. Bir dahaki vapuru bekledik, geldi, bindik. Giderken sahil kenarındaki villalar dikkatimi çekti, neden balıkçıların, Fakir çocukların, sokak aralarındaki rum ve ermeni meyhanelerini göremediğimi o zaman anladım, para veya paraya tapan birkaç ****pu evladı onların da topraklarını satın almıştı.

anlayacağınız öyle istanbul diye bir şey, bir yer kalmamış artık. Eski istanbul da balıkçısı, dilencisi, hambalı,memuru, yazarı, şairi, türk ü, ermeni si, rum u, en nihayetinde sultanı yaşarken, şimdi birtek "zengin"i yaşıyor.