bugün

AŞKIN ŞEHRENGiZi

ne canlar yakmış iç Kale
sararmış resimlerce
mahzun Viran Tepe
bereli havuşlarda tükendi nesli dinçliğin
bir küf tutmuş muskalar
bir keder karası bazaltlar bilir
nerden nereye solmuş
yetim Diyarbekir’im
nerde kimi ölmüş Yedi Kardeş burcu sesin
birden düşersin akla
başım gözüm ısınır
Eski Cezaevinde yel ıslıkları küsülü
Aslanlı Çeşme şimdi kıraçlıkla kınalı
kenti çoktan terk etti
Hamravat Selsebili
bir kuyu kendine düşer canımın tenhasında
eyvanlar serden geçip durur ciğer saatinde
bir sensizliktir gider
bin sessizliktir gelir
açılır çakı gibi Fetih Kapısı
yeni baştan çevik Fatihine
tel örgüler kuş olup uçuşanda
belki değeriz yine
On Gözlü köprüsünde bakır düşlerin
yangınlar gömülü
Süleyman mertliğinde
bir zaman abdestsiz çarıklarla
doluşmaya utanılan Sur
şimdi hangi hakirliğin mahzeni
abdal damlarımızdan mağrur çatılara
taşların boşluğunda zemheri
cehennem lokması kursağında
avlularda tükenmiş
dut çiğdeleri bağrın
boynu bükük nergizlerin saksılarda
vurulmuş haremlik
dökülmüş selamlık
kalmış Deliller Hanı
cinnete bir soluk
kırılmış mezarlarda buruk kuş lokları
hanayda kumruların
su kadehi burulmuş
kararmış bahtı fildişi kalkerin
namusun narin beli bükülmüş
durgundur Mesudiye
argındır Ulu Cami
yorgundur Dicle Kapı
fıtratına dönme günü Kırklar dağımın
bir şehir ki töresidir
nice kıtaların hey
selsellerin uğultusu serdaplarda
tulumbalar hasretinle taşmaktadır
Şeyhandede şelalesi
hazan olup yağanda
ahşab nar çiçekleri
sülüs hatları mevsim
nakşetsin sevdamızı Gelincik dağı
yüreğin beynine hadisler mıhlı Nebi cami
Asur kalesinde kral mezarı bağrın
gözlerin gözlerimde dilsiz Malabadi
ve paygamber kabrinde
öksüz yara salardık
gırtlaktan revakların karanfil sokağında
umudun umudusun
çeyizlen Diyarbekir

AMEDYA

ranzalarda Anzele serinliği
Arbedaş Kapısı
yüreğin dolar
Nasuh Camisinde Ömeroğlu
Nasıriye Kalenin Halidoğlu
bize Amedyalı
derler hey cano
mazluma safdil
namerde sarraf

şimdi ne Küpeli
ne Dıngılava
Diyarbekir bir ceset aramızda
akar akar Hamravat
çehremizin kederinde
taşar yüzlerin
emekçi coğrafyasından
masum, maralsı
Kürdistan gülleri

ürkek avlu mırnavları
ceylansı hafız kızlar
kadim Zinciriye
kokar çocukluğum
Benusen burcunda sesin
girer düşlerimin rüyasına

hatıralar deşer
hatır yarasını
Hançepek türküsü yakar
babasının ciğeri filintalar
öksüz içerin
Zembilfroş dumanı

sürgüler çekilir
durur hücremde
tütsüler doğurur
yetim Bircuşah
kaynatsın ahımızı
dadaş Haburman
sağsın zor hüznümüzü
aygın Malabadi

kurşunlanmış can Kurşunlu
Dört Ayaklı minarem
dört ayağından vurulmuş
öyle bir zelzele
ki çetin gidişin
Mesudiye sütunları oy
gayrı yerinde durmaz

Parlı Safa Minaresi gibi dimdik
ömür kavgasını
verir hep kalanlar
dam loğu, et taşı
bulgur değirmeni
bir destandır burada yaşamak saati

Fiskaya Şelalesi
hazan olup yananda
gör nasıl
yeniden yağarım
dişimle tırnağımla loy loy
bir daha bulunmaz böylesi
gazel ölen
bizi, bizim gibisi

ROZERYA

yüreğin Hilar
mağarası gibi serin
yüreğin dağlarcası
gariban, ıssız
söyle sen hangi
boranın meltemisin
yanar dudağında karanfil tütün
yanar da verir
sırtını Kırklar suruna

ellerin kelepçe
ellerin zozan
gözlerin zor kafesler
gözlerin zilan
içerin Kralkızı içerin mahzun
alıngan, kuğumsu
hançerem hançerli
suskum sahipkıran
bir masum pusuda tahtırevan

söyle ben nereye gideyim Rozerya
gel de gör içim dışım Amedya

yaşmaklara yaşamaklar doladın
Rabbinden razı
sesin papatya devrimi
sesin ardınsıra zılgıtlar
körpe nazenin

daha kaç mendil
sarsın yangın kederini daha kaç
ahraza bürünecek
cıvıltısı sabilerin

gel de izle Rozerya
aşklar şimdi bir mumya omuzlarda
tepişirken fevkinde
şımarık firavunlar
aziz bir şehir yıkılıyor altında

hal böyleyken
hasmına kılınç
olsan da duramazsın içinde dimdik
çökersin soylu
sevdiklerin aşkına
biz şimdi sensiz
boyuna çöküş
biz şimdi gözlerinsiz
antik tohumduk

bak da yeşert Rozerya
Diyarbekir hayat ister bağında
yeniden nefes almak
biz ki yorgunluklar halkı
gürleşirdi alnımızın teriyle
ceddimizi saklayan
aziz toprak.
çocuklar eker
filintalar yeşertirdik yılmadan
usturalar kayarken ensemizden
bükülmezdik usulca

ata yadigarıydı mesleğimiz
yüreğimiz haykırır gözlerimizde
canımız o parola
yakıl ama yıkılma
söyle susma söyle Rozerya
diyesin
yitik insanlık
hangi eğreti dağın ardında

RÜMEYSAH

sen, çocukluğumdun, masumiyetim
sen bereket, han duvarları mazim
toz çuvallar üstünde dinginliğim
rüyam, göğüm, çölüm, denizimdin

dans eder, göllerin ıssız akışı
her nakışı, hüsrana yar bakışı
özlem tüten demden gönül kayışı
hem canım hem cananım, cevherimdin

ayrılık da aşka dahil, Rümeysa
bir hayatlık canı var ölümlerin
bülbüle uzaklar yakın Rümeysa
bir nefeste yayılır gül dediğin

Rümeysa, zarftan kuşlar fezamda
gurbetimin teli kopmuş sazımda
deli taylar uçar durur bağrımda
seven ruhta fren tutmaz Rümeysa

konmaz öyle her dala sev devrimi
sütü zift, balı zehir semahında
uzar, uzar, uzar, şeyhin gözleri
can kınına sığamıyor Rümeysa

mürşid gamzelerin Fındık burcudur
aşığı, mürid kılar tek bakışta
dergahında cerenler kuruludur
aşka dizgin vurulmuyor Rümeysa

GÜVERCiNLER ÇARŞISI

şükran toylarımızın
sesi gelir aşiret çadırlarından
obamız hayran
otağımız kurban
kıl çadırda yer sofrası kalbin
serilmiş razı
serilmiş padişahına kadar
Nur burcunda ciğerim ağarır
külahına dek kufi, ebebulguru
saçlarında nesih yazıtlar
döşlerin kesme bazalt döşeli
mukarnas bezemeli
yazmalarca beklenen yankılarda
kurşunlu kubbelerin

Halilviran köprüsünde hey canım
düşlerin hıçkırır
sazlar kavrulur
yanar sazlıklar
Nevruz neşesi saran köşelerinden
bir firak hüznü
tüttürür dağlar
kavun rayihasına karışır
karpuz burcuları
çörtenlerden bin rahmet damlar
demirciler çarşısı orkestra
sadrı tonozla örtülü
ceylanlar salınır
filintalar ormanında

Kazancılar Hanı mürd
suskun kaya mezarlar
Sultan Şuca çeşmesinde bağrın
bağlanıp budaklansın
yeter ki kapılma
çeper çağın ağına
can akar yolunu bulur
yeter ki solmaya
yaşamak sevincin
iki gözümün goncesi

HIZIR KÖŞESi

göğün göğüyüz biz, yerin yeri
niceye Süreyya, niceye bağır
testin kadarsan, günahımız ne
ya kıl taat, ya cezbemizden delir
ki yokluk, varlığımıza delil
ki yokluk, yokluğunuza tülbent
içimiz var, içimizden içeri
ve dışımız, dışımızdan dışarı
vur testini, ne dış kalsın, ne içi
lamekânda bulunur bu define
aşk, öyle bir uçurur ki kimini
aşk dahi bilmez uçanın yerini

VEDA TEPESi

Kudüs'ün ürkek gözyaşları
Diyarbekir'in gözlerinden akar
Tunus'un yanaklarından sızan
Kahire'nin koyu kanıdır
Şam'ın sonbahar saçları
Dökülür derisinden Yemen'in
Medine tüter Mekke'nin burnunda
Düğümlenir boğazı istanbul'un
Vedâ tepesinden uyanış doğar

DORU

poyraz yanar, kandiller üşür
Nupelda
suna boynun yaslar dağ eteğine
yıldızların kaydırağı var bu gece
dokunsan, ağlayacak ceylanlar
tavşan, yavrular aşkına cesur
arslan, yavrular aşkına ürkek
ve bakışlar, çığlık çığlığa kuşlar
yokluğun, boğazda kement
bakışın, nasıl da çatal
değdiği kalbin etini delen
acemi, rafine, boyunca usul

bağırda dalgalar kayalığa vuranda
diyar gözlü, bekir yürekli
filinta baharlar birikir Yeldama
gurbetin, hançeremde kelepçe
ranzamda, kahırdan darmaduman
ağarmış anlıklar, gurbetin
maral titrekliğinde, soluk soluğa
bir cezbeden yadigar
bahadır, külhani yakalardan
ve mahzun, namus burcu
niyetli, meçhul denen ferdalara
umutma Evîn
gevherin kışlatma
avlularda serpilen gonceler hatrına
kenar mahlesinde dar bulvarların
gül hevesler kurutmuş
başı hep ustura tıraşlı
oğullar etmez hayınlık
yokluğun ebubekir dostluğuna

çünkü yaşamak bu küllüklerde
dakik bir vaiz kuzulara
ve sıtmalar, ardın sıra kan ter
ardın sıra tutuklu, kısık
iner gibi sürgüler hücre odaya
görüş günleri ıssız
volta demleri öksüz, dımdızlak
cehennem kesiği gerdanlar namına
hiç değilse düşlerim, boran
savur çeltik yaylana, pamuk ovana
savur da kıyılsın inceldiği kuşeden
aşiret bozkırları çocukluğum
divane dağın doruğundan tütsün
vakarlı umular, yarınlarımız

ÜLKÜMÜZ DEVRiM

genzimde bir sergüzeşt
koynumun merkezine kadar kıvrılan
kanırtan hınzır hevesleri
sisleri tırmalayan haylaz açelyalar
sensizliğin biz kokan kıyametiyle
aşka hadım edilmiştir

içimde açılmayan mühürlenmiş mektuplar
yağar tırmalarcası sandukamın kürküne
gençtim kısrakların
toprağa hazla saplanan toynakları kadar
gençlikten burağanlar biriktirdim
yatağanlarladoğrarcası
kara kutusuna kadar ciğerlerimin
vurulmak neymiş bildim

mahralarda sahralar uzanıyor
dünya kıyameti sonuna kadar hak ediyor
çırılçıplak armakçılar
kirletirken oğuzluğun hisse senetlerini
dosyalar artık yırtılmak içindir
yargılarından habersiz yargıçlar
şimdi haksızlığın ayetleri

akıyor budunlar sokaklarında evrenin
kurganlar artık çöküşlere mahkumdur
kutaylar kervanlarda
yeni bir cihanın rüyasını çığırmakta
bilge taşralardan
çaylak şehirlere ihtar

orada bengi yaşamaklar
burada tadımlık yalnızca
çocuk sevinçlerinin koşturduğu evlerde
ölümlerin o yetişkin ağır
kulak zarlarını sağır eden
şimdi suskun çığlıkları dolaşıyor

öyleyse acısını dindirmeli vahşetin
bir yağız hünkar korkusuzca
herkes beklenenlerin
peşinde aynalara bakamadan
imgeler alışıktır kırılmaya farlarda
pusumda aşiret bozkırları
güneşin yerini tutar

kozmosunda fantasmalar
bir gökçe hicret kadar mevzi tutar
sarıklara havlıyor kanişler
yağlı köy sabunu kokmuyor yaşayan leşler
kentlerde ceset nehirleri
yıkılan köprülerden
örülen duvarlara üzülme sakın
körpe labirent olur
buldurur birbirimizi

kavganın gümrah memelerinden
yaralar emzirdik hep yoldaşlarla
kaslarımızı gırtlağına değin sıkıyor
kol muskası pazıbentler
can evlerinde tamudan yuvalar kuran aşk
palazlanıyor çıngarın
kanla sulanmış tarlalarında

ülkümüz devrim
insanlığı hunharlığa neşter kılan
huylanan döl döşekleri
doğumun görklü kuzey ışıkları altında
yepyeni bir doğruluşa gebeydi
çapa yapan kadınlarıngölgesinde
ter bezinde kundaklar benim yerim
ülkümde devrim
yıldızlı geceye dönüşür sevgilim

ipiltiler esintilerin
kanına karışıyor ıpıslak ıslıklarda
tezgahlarda işveli ciddiyetler
ne denli serpilebilirse som kapanlarda
o raddeye kadar kuşmar
dağılan nazenin saçların
tellerinde yürüyen cambazlar cudam
betondan putlara tapan
çinko patronlarla haşrolan

pazen entariler yağar militan ruhlara
dindirmek için hoyrat hırslarını cevherin
işte küstah yürekler
mutantan recimlerini kör emperyalizmin
boğazlamaklar için birikiyor
ülkümüz devrime kıvrılıyor
devrimlerimiz ülkülere
türkülere birleşen düşlerimiz
lügatlerde sevmekler
yeniden tanımlanıyor

durun ve hayatla yüzleştirin çehrenizi
oysa haylamaz dibine açan hiçbir domur
huysuz langustlar
pavkırışlara boğuyor yeröteyi
tıpırtılar tıkırtılarla sevişiyor
tenha kaldırımların damsız yalpılarında
fısıltılar boranlarla
cam kırıklarıkarıştırıyor damarlara
kalın bıçaklar kesemiyor ince tülleri
karıncalanıyor ergen yerlerin
yaşlanmayan gözlere küflenmek yasak
işte hipnoz edilmiş metropol köleleri
tiryaki egzoz dumanlarına
özenti vitrinlerde hep janti sömürgeler

bir fiyasko gibi geçenlerdir
sokaklardan caddelerden bulvarlardan
onlar asıl kazananlardı
panjurların satır arasında oksitten
mısraları sökebilen şairler
besteleyecek tutunamayan galipleri

kapitalist yaşayıp komünist küfredenler
rezaletsel rüsvaylığa mahkumsu
sustum susulacak ne kadar kağnı varsa
mecnunlar yüreğini tükürüyor sahraya
düşlüyorsun eriyene dek beynin
kaynayan bir kazana dönüyor kelle tası
ışığa yumruklar attıran sendin

zarfında günbatımı fırtınası
taraçadan süzülen matruş papatya dansı
kardan çocuğa döner cıvıldayan nefesin
aynaları sırlayan cıva gözlerin kokar
çakılır vidalarderisine şehvetin

gün gelir ülkün de devrilir
türkü çığırmaya başlar devrimin
değişmez sandıklarından doğar ilk değişim
alaturkalar alafrangalaştıkça
dumura uğrayacaktır çağdaşça
şen olası raconlar gereğidir

kan damlaları birikiyor kum saatinde
tütüyor fişek tarzı miğferler
dünya kıyameti sonuna dek hak ediyor
bileniyor delişmen pençeler

BEHRAMPAŞA

muhteşem Selimiye benzeri mimari
Mimar Sinan üstadın ustalık eseri

sekiz sütun gövdesine taşlardan
birer kördüğüm atılmıştır sanki

kimsesiz Suriçi’nin dilsiz sokaklarını
bir şölen yerine dönüştüren incelik

eksik olmaz rahmetli avlusundan
çocuklar, kediler, kuşlar, böcekler

gelin bir de buradan izleyin gelin
haşmetli islam medeniyetimizi
karnaslarda Süleymaniye ihtişamı
kitabelerinden belli Sahabe şehri

minberinin külahı çiniyle kaplı
kapısında bir şaheser su mermeri

satranç kufiyle yazılmışdört koldan
semah eden Habib-i Kibriya isimleri

kuvarsı cezbede kendinden geçmiş
iznik çinileriyle kaplı kadim duvarlar

mihraplarında saflığın ülküleri
kara bazalt taşlarından bir şiir sanki

saçı örgülü yıldızlar iç mukarnaslarda
döşü geniş kubbesiyle muntazam estetik

metafizik gerilimler tozan ışıklarında
vakardan metaforlar dimdik sütunlarında

sekizgen yapısıyla; hazin yalnızlığıyla
âlî devletimizin bir türbesi gibi şimdi

diktörtgen boşluklara dolan yaşamak azmi
ecdadın ervahını hissettiren külliye

geçmişle geleceği buluşturan bir meclis
Mimar Sinan’ı Şeyh Galib kılan taş üstünde

kalbi Dicle diye çarpan bahtın rüzgarında
bir çizgiydi bulutlardan Behrampaşa Cami

RÜZGARIN KALBi

kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ
kasımpatılardan doğma entarinle
çalı kuşları konardı dallarına
anadolu buğdayı kokardın sevdayla
bağlamalar dar gelir gönül teline
saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ
kuzgunlar dönüşür üveyiklere

yağmurun çocuğu Pokut yaylasında
bulutlardan bir deniz önündeyiz
uçurumda uçurtma rüzgar yüreklim
ruhunu sal eyleyip uçacak sanki
avcısını bekleyen hazine gibi
ezilir bakışıyla kursak çimleri
yeşerir kuru kütüklerde filizler

evrendin özündeki canlılara
kuşatır damarların dünyaları
günde yüzbinlerce kez atan kalbin
nasırlı ellerinden belli azmin
gönül ışımakta gönlünü Dilbâ
harab kentte bağrı dökük bina âşık
cerrahlarda bulunmaz reçetesi

kurnalar, kandiller, dağ yılanları
fırtına nehrinde kağıt gemiler
derin ormanlarda ay kuyuları
adamın gönlünü göğsünden söker
kurnalar, kandiller, gece suları
bu dermana bir dert yok mu Dilbâ
bakışların deliyor değdiği yeri

kuzgunlar dönüşür üveyiklere
saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ
bağlamalar dar gelir gönül teline
anadolu buğdayı kokardın sevdayla
çalı kuşları konardı dallarına
kasımpatılardan doğma entarinle
kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ

Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri
CENNETiN CEHENNEMi

yorgunlukta beyaz kurdelalı kalbin
ensarla muhacirin yoklukta paylaştığı
eski medine evleri kokuyor şimdi
kusacak kadar fazla bolluğun ortasında
hayatın damarlarında tıkanırcasına
üstü kocaman bir kışla kaplı dağlar gibi
akıyorsun tünelden bükülmüş sırtınla
bebeklerin henüz açılmamış gözlerinden
sebepsiz gülüşlerinden öpüyorsun
hoyrat yontların yelesine bir öpüş sanki
çul kilimlerde yer sofraları kalbin
göğertide gökekinler, harman nefesi
helal lokmalar gibi kursağa dizilmeyen
üryan yavruların nasırlı avuçlarında orak
ütüsüz yüzlerinde pürüzsüz memleket
pak soluklarında düğürcük çorbaları
köy gibi nezihtik hep güzeli düşlerken
güğümleri binbir çilesiyle kaynatan
hevesi tandır egişe takılı nenelerce
tütünü kucaklarcasına saran atalar
kalaysız tasta bayat somunlar kalbin
tığları tesbih çekercesine nakışlatan
teyzelerin dillerinde dilsiz nağmeler
hep saflığı çağırır kıdemli ısrarla
yağmurunu bekleyen toprak misali
çünkü anadolum tutunamaz içtensiz
ve bakma pehlivan durduğuna
naylonlar küresinde duramaz ruhsuz
salıncak gözlerinde acılar sallanır
çocuklara bakarken iki misket sanki
usanmadan yüreğine yuvarlanan
hafızan kaybetmek istiyor kendini
sen hep o tel örgülerle çevrili
çocuklukların düşlerini yıldızlayan
dışardan cennet, içerden cehennem
pek nazlı pek havalı çokça yangın
ulaşılmaz lojman parkıydın.
GÖLYAZI

zeytin ormanları, gam leylekleri
sazlıkta salınan nazlı sandallar
Apolyont gölünde mahzun gökada
Ağlayan Çınarını ağlaşmakta
sevdaya pervane yel değirmeni
Eleni’yle Mehmed’i anlatmakta
yerinden yurdundan eden acılar
bazı mevsimler çınarın göğsünden
birkaç damla kan olur göğe damlar
uğultular duyulur Rum evinden
derler ki; aşkları ah olup tozar
çığlıklar yükselir harabelerden

ey devrik ulu çınar; bir bilseler
ne sırlara şahid ihtiyar gövden
koynunda can veren nice hasretler
hesap günü için bir mahşer bekler
miras hatıralar, Mübadele’den
yüreklerce çarpar zerrelerinde
çığırsın mayanı Zambak Tepesi
dallarında; Taş Mektep öksüzleri
Kazım Paşayı hayırla yad etsin
dağlan hey Gölyazı, ağla ve çağla
saplı durdukça tarihin bağrına
sönmez hakkın hilali karalarda.
MAVERA TAKViMiNDE BiR YAPRAK

kırımlarda, beraber katledilirken
evladına kefen olmuş valide cesetleri
çünkü anneler, şu zamanda bile
çabalar, vefatı nazik göstermeye
kınalı kekliğine, kırkı çıkmamışken
bambaşka yörelerde, apaynı sahne
hiçbir şey olmamış gibi devam etmek hayatına
günde milyarlar kere, çok kahkaha, az insanlık
nafile değil, hoyrat sokak köpeklerinin
gittikçe daha fazla imtinası, gelip geçenden

oysa gümlememiş ketum füzelerden
saksılar, oyuncaklar çıkaran mustazaflar
etti mi hicret, kuşunu, kedisini unutmayan
işte bu sessizlere, cevrederken tiranlar
masumu terörist, teröristi kahraman
vatanseveri hain, haini yurtsever kılan
anırırken ıslah diye bozgun üzre bozgun çıkaran
bir çeperi, bakışlara çekmek istiyordu

oysa tam bu zamanlarda tam bu noktada
hayır, değil -az sonra, yok -şimdi reklamlar
tuzakların üstünde bir tuzak vardır gerçeği
usanmadan asırlardır, devreye giriyordu
cerenlerin sıcacık gülüşünü
bölüşürken erenler, şurada
helak olmuş bir kavim gibi gözler yeşeriyordu
ertesi nesillere, ibret mirası, kalan talan

ağarırken ağır, erkler, bükümler, hendeseler
cümbüşler, tin saatleri sanrı köşklerinde
esrardan savruk, cismiyle bir tan vakti garb
şarka dönüşecektir, yeter ki çemren
çünkü asla dönmeyecek faytonlar balkabağına
sabretmek, yarısıdır dikey zaferin...
BEYAZ KARANLIK

Gövdeyle kuşatılmış dinmeyen ruhlarımız!
Ağlar, yırtar kendini sonsuzluk diye diye…
Sanki evvelden tanışmış gibi canlarımız;
Yosun gözler boğuk kellede ürkmüşçesine.
Dalardın; sen değil, uzaklar koşardı sana.
Bakışların, sumruların sarsılmaz töresi…
Uyurdun; uyanışa dönerdi uyku, hırsla!
Nakışların, varlığa gebe bir yokluk sanki…
Çiçeğin yüreğinde çiçek açan polenler;
Anlatsın öykümüzü ceylansı yavrulara…
Yatağanlarla doğranmış batağandı keder;
Mahzunlar mahzeninde kurulmuş kursaklara.
Dikiş tutmaz ülküler çaçaron göğüslerde.
Mevte battıkça çıkardık doğumun yüzüne!
Tabutlar bağırıyor toprağın yüreğinde…
Kefenler, kuduruyor okyanuslar dibinde.
Duyamaz; yangın kuleleri bu cehennemi.
Bulamaz deniz fenerleri şu pus gemiyi…
Bir sıyrık ki, âlemler saklambaç pıhtısında!
Aklın dil, vicdânın göz kesildiği boyutta...
Sisten, çığlıktan bir kaledir beyaz karanlık!
Çektikçe çeker göğünü göğüne, haylazca.
Ah ne afet katliam; rahim nurda kayıplık!
Nadide eriyiştir; katışmak, karışmaza…
GEVHER

hakikat şarabıyla kendinden geçmek
kendine gelmek, özüne dönmektir bize
Hakk dostlarından cesur yiğit mi var alemde
sırra kadem basışları izdir, ufkumuza
mülk, şöhret, evlat, içtikçe susatan derya
gerekmez, aşkın nehrinde arınan toklara
ancak harabeler bilir asıl hazineyi
yalnız zeki canlar anlar sonsuz saltanattan
bilinmezler diyarında bilen öz bilgiye
zirve göklerde değil köklerde, derindedir
ey cevher, daha kaç can verecek nefsin
ne zaman cesaret edeceksin soyunmaya
hikmet kaftanı üryan olmadan giyilmez
bu hiçlik ateşinde üşümeden pişilmez
kök sağlamsa derinde, boy atarsın zirveye
şu mânâ göğünde çınar olmadan uçulmaz
islam ruhuyla canlanan şah soylular ki
mesihtir birbirine, yürümeden bilinmez.
YENiLGiYE MERSiYEDiR YENGiMiZ

şimdi kimsesizliğin anıtı Gököz irkintileri
Şehzâde Mustafa türbesinde asırlar deviren yas
yüzyıllardır ağlaşan Ulu Cami şadırvanında
hüznün gözyaşlarıyla alınan mahzun abdestler
külahtan kevsere inen cayır cayır katreler
her taşlığı başka bir matem şölenine dönüştüren
şimdi ne desen gecikmiş bir Murâdiye saati
fildişi kaftanları aşkına hassasiyet müzelerinin
sıyrıklar hatrına; börklerden kubbelerin iliklediği
ve toylarda oylanan güneş yüzlü hükümler
tuğrul ruhlu, akın yürekli hünkarlar hayratına
öyle bir hû çek ki bağırdan; dem-i devranı deprem vura
zülfikâr imanlı yeniçeri gülleri yeniden soylana boylana
“baş üryan, sîne püryan”
gayrı kılınç kınına ziyan!
oysa tam burada; çınarlara, çimçeklere karışmış çiniler
buçuk kalmış rüyanın uykusuzlarını çağırmakta ısrarla
mükellefiyetler, muvaffakiyetler, mazhariyetler
berhudarlar, alemdarlar, mihmandarlar mahareti

aleyhtar çoğunluğa yeter güzelliğin azınlığı mümtazlar
akıncı canlar bilge hakanlarını bekler fetih meydanında
o vakit gün sizin gündüzünüzdür ey Müstahzar
gayrı geç ey Muhafız
bahadır ruhlar ordusunun başına
serden geçer gibi geç kaçınılmaz kader eyerine
yan bakmayasın; ne sağa ne sola
işte düşman Gargat ehli karşında
vur pençeni Kahhâr aşkına şenlensin çelik bilekler
vur mazlumlar hatrına vur dile gelsin dilsiz gökler
yamalı sandukalar, ihtiyar revaklar hep seni
hevesi kursağında döşlerin burnunda tüter nezih kalbin
dallarında kandillerle duada Emir Sultan hazîresi
ve Geylânî hazretlerinin sevdası muska bağrında
bir mezarı bile olmayan medreselerin buruk hayaleti
karabasan celladı olup çökerken sılamızın boynuna
gürbüz gürzler, mahşerî marşlar devri gelmiştir
şahid iznik surları, şahid Bursa kalesi
ikbalin aynasıdır Osmangazi nahiyesi
derviş nehirleri ummanlara delta kılan esrarı vefanın
coşsun da taşsın Oylat şelalesi gibi hararetler üstüne
fetretin bitiş mührü Yeşil Külliye
muştulasın müstakbel meşalemizi
iNCELiKLERiN EFENDiSi
1
kuşu vefat eden çocuğa taziyeye giderdiniz
rengarenk ebabiller yağardı gül şerbeti kıvamında
hıçkırınca yavrular; namazlar, dualar kısaltırdınız
mukaddes Tur-i Sina gibi mübarek sırtınızdan
pak torunların inmek istemeyişi gönlüm, umarsız

gözyaşlarının tadını iyi bilen mecalsiz diller hatrına
geceler, gökadalarca çullanırken yüreğimin boynuna
ruhumun çocukluğu ahlarken gövdemin nağrasında
siz ki hizmetçilerinize dahi öf bile demeyendiniz
söküğünüzü diker, karnınızda taşlarla gezerdiniz

ayinlerinin kibriyle -piştim- der iken nice kavuklu
günde en az yeştmiş defa; aşkla istiğfar ederdiniz
cümle canlılardan; ezilen emekçilerin safındaydınız
ortaya doğru yeşertip öğütleri kimseleri kırmazdınız
kölelerin ki, azadı için hiçbir fırsatı kaçırmazdınız
2
anlatmaktan anlattığını yaşamayı kaçırmalar değildi
yaşamaktan anlatmaya vaktinin kalmayışı sahih sevi
ürkek tavşanların mahzun ceylanlarla buluştuğu
altından saflıklar akan ırmaklar gibi bir geceydi
zarif nehirlerin başını taştan taşa vura vura çağlayıp
uçurumlardan şelale olarak atlarken ki nezaketi
gibi bir havaydı hilalin şavkı vururken alın yazgımıza
meltemlerin korosu, resmi törendi kulak zarlarında
ve hasretin şu dağdan yumruğu gırtlağın yatağında
ve zulüm… suskudan tükenen dilceler kördüğüm
3
vurulan masumların babasından kurşun parası isteyen
otokratları şimdi hangi tarih kabul etsin hafızasına
ey kalbimizin diktatörü siz diktayı bile güzelleştirirsiniz
yeter ki bir işe başlayın, kılınçlar çiçek açar buzulda
gitmeseydiniz, bitmeseydik, tutuşsaydık yağsaydık
Mâşûk’u için kavrulan cehennem gibi küfür tepesine

sessizliğiniz, aniden bastıran mutlak bebek gülüşleri
durgunluğunuz, boraları çekip dindiren kadim kasırga
dolaşırdınız, kuşlar uçardı sanki okyanusların dibinde
canlar sizsiz, şimdi vadilerde şaşkın gezen dilsiz şuara...
iSTiKBÂL GAZELi

doğrul, çığ gibi çökse de cümle gökler tepene
cehennem olup kudursa zemîn, zinhâr düşürme
mübârek sancağı çek, Allah için çek, göndere
kulak ver, şühedâ kefeni dipdiri toprağı dinle
irkil, köklerine dön, dallarını sal ğarîblere
sal, huzûrla yatsın ecdâd, sal, en tekin sipere
habîb için sal, vatan, bilsin ki emîn ellerde
durma, nerde bir yara görsen merhem ol fevkine
dikil, senden de olsa dikil, zulmün üstüne üstüne
yurduna sâhib çıkmayana sâhib çıkacak yoktur
işte islâm kıtası, kahrına taşlar, ne çoktur

yürü, yol yürüyenin, kuşan, pusat giyenindir
kısrak binenin, söz diyenin, erlik erenindir
sen çakıldıkça makber mâzine dar gelecektir
diril, Allah için diril, mazlûmlar mahşerindir
toplayacak cüzleri, hilâlden bir sûra, üfle
dönsün özüne vücûd, uzuvlar, gelsin dile
yapının tuğlaları kaynaşsın tâ temelinden
vaktidir, yetîm ümmet, taşmalı beytinden
yüreklere, mâbedler îmar et ki, yürekten
azmini hiçbir pusu çevirmesin emelinden
ey şehîdoğlu şehîdlere hergün şâhid kesilen
yetmez şehîdoğlu künyen, savul zincirlerinden
sen ki, üç deryâ üzre bir seccâde, anadolum
çınlasın zerrâtında -sâde Rahmân’a kulum-

durumdan değil, safından sorulacaksın, etme
boğazla güdümleri, müslimsen haykır merdâne
nisyandır, tercih zulmeti şerîat kamerine
eğil, ancak rükûda, cân ver, cânânı verme
kıyâmete dek yurdun çiğnensen de çiğnetme
ey Millet-i Muhammed, dön Hakk’ın devletine
dön, Allah için dön, çehreni dînin hükûmetine
silkin, silkinmeyenler seyre pek müstehaktır
davran, değil mâtemler sana rövanşlar yaraşır.
ARASÂT DEMLERi

1
Ellerinle yıkanırdı sebiller
Buyrulduğun günden beri torpağa
Dinmez cihânın şükür salâtı
Semavat ruhunun yolunu gözler
Müstakim! Ayinelerin sürmenelerinden süzülen
Mutmain! Rabbinden razı yetimler gözlerin

Martılar kahkaha koparır mücrimlere
Kaldırımlarda kibrin ayak izleri
Kasvâlarda bir çöküş
Nasıl da belli yerin
Pahadan müşterisi bulunmayan
Afili binaların içindeki boşluk içim
Tarifi meslek sırrı
Edebullahtan nazârın
Oysa düğün derneğiydi göklerin
Yoksa kıyamet evrenin sensizlikten
Çıldırması mı geri dönmen için!
2
Ölene kadar değil, öldükten sonra da!
14 burç, Kâbe’de putlar, bin yıllık nâr
Kurudu Sâve gibi
Leyli fecreyledi Nur
Kayıplara karışan Semâve vadi
Ve buruk necmlerin güzleştiği feza
Bir nefeste toz duman ayyûkun muhbirleri
Ey kamerlerden asil yarılan sadır
Yürüyen yağmur duası çocukluğun

Nerdesin, neredesin, nerelerdesin
Akisi bilinen, sormadan edilmeyen
Bir sayhalar katarı yokluğun
Sireni sâde dâhilden duyulan
Altından damarlar akan bilekler
iştiyaktan pehlivan
Gözleriyle konuşan mustazafları
Gözleriyle dinleyen
Edîbullâha selam!
3
Sonsuz parmağında sonsuz marifet
Kudretullahın, haşmetullahın, yedullahın
Kalbet, kavlet, hıfzet, celbet, refet!
Yaşlandıkça evren, gençleşiyor Furkan
Ey varlığı Zâtından
Varlıktan/yokluktan evvel bulunan
inayet, şehâmet, selamet lutfet!

Yaradılmaz Yaradan
Yaradamaz yaradılan
Vahey! Aralıklar çık aramızdan!
Bizdedir geçiş hakkı
Ben/sen geçmez sırattan
4
Kaybolunca sis, geriye görüntüler
Kaybolunca görünen, görünmeyenler
Ne kalır kaybolursa görünmeyenler!
Caizdir perçemi pençeme küffârın
Umman yanar, volkan üşür, eser sahra
Beyaz duvaklarıyla salınan güverteler
Yaslanıp Hayy zikrüne yığılan dalgateynler
Tilavetlerin bam telinde açan Firdevsler
Karışır birbirine
Ayasofya saatinde
5
Bir beytullah olarak
Dönünce fıtratına
Parlatınca leyâli devletlû lem’alarla
Balkırı şeriatın mecelleyi boğunca!
Gerekmez yeni bir Boğaz teşrifine
Gülüşünle kandilleri dağlaman için
Derdim yâ! Ayasofya! Tik! Tak! Tın!
Şühedâ makberine sığmaz artıkın!

Açıl Fâtihlerin mirası açıl!
Geber ayna ayna söyle banalar
Altı bucak ve dört dal ve beş zaviye
Martılardan bir deniz içerisinde
Ney kıvrımlarında mukaddes kavsının
Erîs gamzesinde elbet bir gün
Yeniden biter ol hilafet mührün!
HAYY

Bil, ölmeden ölmeyenler
Dirilmeden dirilmezler
Serilmeden derlenenler
Serpileni göremezler

Aşkı vurur yere, göğe
Can kıvrılır içten içe
Dipler düşer şu en dibe
Çökmeyenler bilemezler

Mahcupluktur son zirvesi
Dile değil sevda demi
Tadılmakla bilinmez ki
Duyularla içemezler

Aciz gönül, var öteye
Soyun da gir bu çeşmeye
Biz ıraktır ben diyene
Donmayanlar yanamazlar

Dal kırılır, içer özün
En duyulmazlardır sözün
Nereye bakarsam yüzün
Görmeyenler eremezler...
Verâ’ya Vedâ

Bilal Yavuz



1

Vurulmak, kırk vav mikdârı…
Tutulmak, yeni doğan bebelerin aksırması, hıçkırması kadar muhtâc. Demlemek geceyi, söylenemeyenlerin demliğinde. Abdestli yürekler menzilinde sâhibini bekleyen, kınalımendiller timsâli.

Nasıl da dirilmiştik bizi Verâ. Adı bende mahfûzum.
iffetten titreyen sesin, ceylanların yarasını yalarken kuğular gibi boyun büküşüydü sanki…
Aynı ahşab odalarda yaşlanan, aynı makbere gömülü, ölene kadar değil öldükten sonra da diyen, ukbâda beraber olmayı bekleyen sâdık eşleri hatırlar birden kalbim; tomruklar misâli çiçeğe dururken gamzelerin…

Birbirinin mürşidi, birbirinin mürîdi, birbirinin nâsihi, birbirinin teheccüd demlerine ve sabah namazlarına kaldırıcı yâreni, birbirinin hayra çağıran müezzini Verâ, o kördüğümlüler ki onlar kadar birbirineiçtenlikle vâbeste, birbirini Allah için severek arşın gölgesine şâyeste eşler yoktu.

Çünkü onlar kadar birbirinin iyiliğini düşünen, beraber Rahmân’ı râzı edip cennetlerinde sonsuza dek bir olmak isteyen zevçler belkiolmayacaktı…
Helâl dâiresindekıyılan nikâhları, birbirlerine ne kadar değer verdiklerinin en gökçek şâhidi değil miydi.

Çevremizde hep hüsran doğuran nikâhsız ilişkilerden görklü sevdâların zinhâr doğmayışı; hakîkî usûlü nasıl da azimkâr haykırıyordu, duyabilen arayış ehline.

Rasûlullâh -s.a.v- efendimizin Hatîce vâlidemize olan sadâkatini örnek alarak,hanımını vefâyla sevmek; en hayırlı sünnetlerden biri değil de neydi?
Hançeremde bir yumruk, yutkunuyorum, inmiyor. Görünmüyor, kendini müdhiş hissettiriyor, indiriyor ama inmiyor. içimde, yalçın kayalıklara dalgalar vuruyor.

Çocukluk yaşlarımda, içimi içine hapseden Verâm, romanlar yazdıran, besteler üfleten ateşten kâğıtlara, kurşundan kalemleri cânımın cânına saplatan.
Yolcuyken yollarda, gözleriyle yutacak gibi bakan şıpsevdiler arasında, zemîne mıhlı bakışlarla yol almak.Ve asfalt şeritlerinde bile yâd etmek çehreni…

Kamerî eşkâlinden akan güneş saçlarında,fanuslarda üşüyen alevler mavisi gözlerinin gökçedenizinde, handelerinin istanbul boğazında, tesbihlerce dizmek ayrılığı, yokluğunun çetin halatına. Oysa, uzak bir sinyal gibi düşmüştünkapsama alanıma.

Şimdi sînem bir köşeye kıvrılarak sadrımda, bekleyiş trenimin menzilgâhına vurgun hicretine sabretmektedir.Oysa Verâlar, bakındığı Vefâları ihtiras izdivâclarında bulamayacaktı asla. Sonrası Vedâlar…

Karıncalar gibi tevâzûyla çalışan, başı dolu başaklar misâli Hakk aşkına bükük anadolu anneleri kokardın, yağmurdan sonra gelen iffetli toprak rayihası sanki.
Ülkemin ülküsü gibi akça sokaklarında Diyarbekir, kanatlanıp yuvandan uçuşunu beklettirirdi sabahın yedisinde; lacivert ceketimle, oniki yaşımda.

Uğradı mı affetmez aşk, küçük bedenlerde dahî aniden yaşlandırır ruhları, olgun düşünceler vurmaya başlar rıhtımlarına, kıtalar demir atar okyanuslarına, yıldızlar gümler kâinâtında, deşe deşile büyür içindeki karadelik.

Aynı seccâdelerde Rabbine secde eden, aynı takunyaları aşındıran, aynı testilerde abdestlerle arınan, şakaklarında aynı secde izleri beliren, baraber dirsek çürtüen, diz buruşturan, saç ağartan delikanlı ihtiyarlar olabilme ihtimalimizi söküp attın ya bizden…

Şimdi gönlüm, rızkını yitirmiş bir yetîmpervâne kozasında.Hayır, günahtan değil sevaptan kaçar gibi gittin Verâ. Fısıldanmıştı; ürkütürsen kaçırırsın, saflığını sıkı tut.Tutmadın işte, tutamadıkça tutunamadın.

Soba üstünde kaynayan dem buharı hüznün, yer rahlelerde ğarîb köy sofraları gülüşün, sevinince ağlayışın, üzülünce gülüşün… Söyle nerdesin, nerde kimi pişman hislerin, hangidubleks avuntuların omzunda tesellî aramakta hırstan bitkin yüreğin?

2

Onbeş sene evvel, dantel yakalı önlüğünden salınan omuzlarına kondurduğum omuzlar, gel de gör nasıl yorgun ilkyazım, alınyazım, nasibim, kal saatim… inşirâh mevsimleri şimdi nasıl da zemheri, bir zamanlar coşkudan terleyen avuçlara, uyku tutmaz qözlere.

Buğulu pencerem, cüz cüz sensizliği hıçkırıyor. Şimdi yaralarımı yaşıyorum kitâbeme, yaralılar kendini bulsun diye, helâl etmiyorum şımartılmışlara, kabul etmiyorum şehâdetlerini vakit geçsin diye.

Hazzın hız, hızın haz çağında mâsum mâzim; daha fazla saklayamadığım için taşıyorsun cümlelerime şimdi. Nice Verâlar, vebâsına kitâbeler nakşedecek bir şâirin hasretiyle hebâ ederken ömrünü, kaçırdın derdim.

Hayır. En çok neyi kaçırdık bilir misin Verâ? Kâfiyeleri değil, efsâneleri değil, iddiaları değil.Dünya ve ahrette, iki sâdık yolcu ama tekbir yololabilmeyi belki.
Oysa dünya/ahret acımsın şimdi…

Papatyalardan daha fazla benziyordun papatyalara sanki. Yanaklarında çocukluklar hiç sönmeyecek gibiydi. Gamzelerinde bahçeler, dişlerinde yumurcak hayretleri.
Gözyaşlarıyla buruşan kağıtları, hangi unutuş ütülüyebilirdi? Unutsan da, özlüyorsun bizi.

Öyle yürekler vardır ki, saatli bomba gibi gümlemiş de her bir et parçası başka bir iç organa yapışmıştır sanki. Nice takvâlı kızların iffetten yere düşen bir bakışı için, nice takvâlı erlerin nice dünyaları yakacak kaynayan bağırlarını bilirim Verâ.

Eski sevgili koleksiyonlarından iğrenen, nezih kalmayı başarabilen, bir kez sevdi mi pîr kez seven yiğitlerin hatrına dönüyor biraz da, cihân dediğin…

Kızınca nasıl da karadeniz kesilirdin. Engin, görkemli, dalgalı ve bulutlu. Topraklarımı verimli kılardı, nâzenin tutumların. içimde, sert rüzgârlarında güçlenen köklü ağaçlar, gür ormanlar filizlenirdi; ciddî.

Mahfilinde, vakfında, partisinde, şirketinde pek az tanıdığı insanların fikirlerine dahî ehemmiyet verirken, yuvalarında yollarını gözleyen hayat arkadaşlarının düşüncelerine önem vermeyen benlikler hep hayrete düşürürdü kalbimi…

Verâm, biz böyle olmayacaktık değil mi? Önünde ceketimi iliklemem gereken biri olacaksa o sen olacaktın değil mi? Verâlar, niçin terkeder böyle kıymeti? Hangi lüks, hasbî bir seviden daha pahalı idi?

Kuruyan yürekler çölünde susuzluklar; ırmaklarca iftarlar, vâdilerce ziyâfetlerdi sırların sırdaşı olabilene.

Sana yanmaların şeddesi, cezm hâlinde şimdi. Ötrelerim karışmış esrelerine. Kırk vav mikdârı sükût içerim, kırk vav mikdârı sükûn, kırk vav mikdârı sürgülerce çekilen; içten sürmeli gözlerin.

içindeki o tamtakır kavanozun kapağını bir sıyır da gör, içerden göklere kanatlanan ne kelebekler keşfedeceksin…

Kalanları kavursa da gidişler Verâ, acıyı tatmasını bilen yürekler, ardında bir damak zevki bulabiliyordu. Kalmaların gitmekler olduğu sahrâlardaysa, acıların tadılabilecek bir yönü bir yöresi yoktu.

Büyüyünce bile çocuk yüzlü sabî gülüşlü kalman, mâsumiyetinin tecellîsi miydi? Bilirdim, mecnûn û leylâların öyküsünde, haram şehvetlere yer yoktu. Helâline dahî kıyamamak, kırma telâşiyle titremekti aşk.

Sana helâlim diyecektim, diyemedim. Bilmem, görünmez bozguncular mı engeldi bu visâle? Bildiğim, hebâ oluşu Verâm, mücevherin lâyık olduğu kıymeti göremeyişindeki o tüm seyircileri hüzne boğan sahne.

“Bir kez içeriyi dağıtıp gidenlerin;
bir ömür ardını toplar kalanlar…
Bazı sözler öyle derin ki,
asırlar alır vurması kıyılara.”

3

Şu doğayı, tefekkürü unutmuş muhteris kentlerde değil de, yaylaların meşe odunlu kulübesinde gelseydik yüzyüze, belki hazîn bir sonla bitmeyecekti bu film…

Eylül bakışların, nerde kimi yaprak döküyor şimdi? Sözde mantık evliliklerinin nasıl da bir bir yıkılıp gittiğini benden iyi biliyorsun aslında.

Nasibse Rahmân’ın cennetlerinde sonsuza kadar komşu kalabileceği müslüman kardeşlerine şu yarım günlük dünyada eziyet eden dindaşlar yaralıyordu en çok da.

Ya sen de bizi mahvettiysen Verâ? Ya zâlimiysen mazlûm bir aşkın hiç düşledin mi? Vebâl Verâ, vebâl ne ağır sözcük şu sözlükte.

Vurgun kalblerin erteleyişleriyle erirken yeryüzü, içlerde boşalırken söylenemeyenlerin kum saati, geç kalışlar koleksiyonu insanlığın en hazîn birikimiydi belki.

Hazân diyordu Verâ;kavuşanların güz günleri.
Hazân diyorum şimdi; ilkyazıymış bilâllerin...

Aşkın müezzini taştı yine. Sadırlarda buruk harfler coştu yine. Kalbimin aklı, aklımın kalbini aştı yine. Aslında ne sen gittin, ne ben kaldım; ortada sadece bir yarım…

Nice gelinlikler nice erlerin kefeniyken, nice kefenler gelinliğiyken nice nâzeninlerin, şu mutsuz sonlar bilyesinde helâlim diyememek sana, belki…

Hayır, hiçbir avuntu emziremiyor bu kalemleri.
insanın insana tere yağından kıl çeker gibi kıydığı bir çağda,bakmaya kıyamayışların nesli tükenirken hızla, bağırmak isteyip de bağıramamak Verâm, son nefesini vermeye çalışan bir tavşan gibi aslanların ağzında.

Hayır, kimsesiz sokakların öksüz sokak çocukları gibi diz kapaklarının kabuğunu kaldırsa da kalbim, sensizliğin sokak lambaları yâren, banklarıysa kan kardeşidir. Çünkü bilirim, Hakk gönlü buruklarla beraberdir. Hû dost oldu mu, âlemler dost olur kalbe.

Takvânın azınlık olduğu müslüman ülkelerde, islâmın ğarîb kaldığı islâm beldelerinde, mecnûnların leylâsını şımartılmış sosyetiklere kaptırdığı bir çıkar küresinde; temiz kalmaya, yıkmamaya, incitmemeye çalışmanın asıl uyanıklık olduğunu bilenler, helâl yalnızlığı haram sosyalliğe tercih eden paydaş erenlerdi.

Kırık çay bardaklarında eğri çay kaşıklarıydı berraklığın. Bizde flört yoktur Verâ, helâlinin ahretliği olmak vardır.Karanlık güllerin gece yüzlü bülbülleri şimdi gidişin. Şimdi yokluğun; çokça ney çokça rebâb çokça diken çokça cân çekişmesi...

Kız Kulesi, Kız Kulesi olalı böyle mahpus görmemiştir. Diyarbekir kalesi, Diyarbekir kalesi olalı böyle zindan…
Şimdi belki çoktan serilmiştir bir cennet ayaklarının altına. Kuzuların olmuştur, bilmem mutlu mu mutsuz mu bir yuvan. Sen göçeli beri kentimden, kuşlar haber alamıyor artık pencerelerinden.

Dokunduğu çiçeği kurutan adamlar arasında günden güne solmak. Seni sensizlikte bulmak. Hasretlerinin gurbetlerinde, Kays gibi Hakk’a giden yolu bulmak.Mahzenler haznesinde güneşsiz serpilen ayçiçekleri göğnüm. Verâ diyor başka bir şeyh demiyor. Mahrem çekilen çorak zikri firâkın, alevleri ateşlere yangın yangın dikiyor.

Arınmak birbirimizde günahlardan. Irmakların arıttıkça arındırtan sırrına varmak birlikte. iki ten ama tek cân emsâli geçmek içiçe. Ve -kıvranmayan açmaz- esrârına varmak goncelerin. Nerede, kimi buz tutuyorsun şimdi?

Elvedâ Verâ, elverâ. Yaşanamayanlara…
Oysa aşk, dağıldıkça kuvvetlenirdi. Darmadağınıkların yorgunluklarla doğru orantısı hiç mi şaşmayacaktı?

Doğruyu bulunca tâkât getirememek, eski yalnışların pişmanlığı neden hep öyle günlere ayarlı idi?Sûreti sîret, sîreti sûret adamlar ıssız değildi. Boyuna savrulmuşlar aslında onlarsızdı.

4

isrâf edilmiş gönüller körfezini boylamaklar ne hazîn.
Sakalları şiirle karışık adamlar için Verâm, yüreği Rabbiyle barışık hanımlar için gökyüzüydü; şatolar, mücevherler, jetler, gösteriş gemileri…

Hakîkîler için bu umde; köşklerde yahut kovuklarda, değişmezdi.Vakfelerim, vakfına hasret çocuksu süt dişlerinin. Şehirler, kıtalar değil Verâm o kadar ucuz değil, upucuz… Şimdi koca bir yaşam girdi aramıza. Gayrı nasıl buluşabilirmüddetlerimiz? Neresinden tutuşabilir ömürlerimiz? Ölümlerimiz…
Oysa ne bekleyişler beklemişti, bekleyişlerimizi.

Fırat ile dicleyi, tunalarla nilleri dökseler tepesine, karacadağların, kırklar dağımın yalazları sönebilir mi?
Bu cennetin cehennemi şu cehennemin cennetine kavuşabilir mi? içi içini yiyen içler, durulabilir mi?

Helâl -bir- aşk, sadâkat demekti. Mukaddese önyargılı insanların dahî doğası gereği gizliden gizliye ağlayarak aradığı o düşlenen değer... Ukbâda Rabbi onlardan, onlar Rabbinden râzı, hayırlı eşler olarak.

Rahmân’ın sonsuz cennetlerinde usanılmaz bir sevdânın zirvesinde dolaşmak…Birbirini Allah için sevmek, burada ve orada; sonuna/sonsuza kadar…

Demini almış sevdâların harcıdır ancak bu.
Ya tek taraflı kebir özlemlerin yalnızlığa demir almış payına ne düşer şu ıssız mahşerin çilehânesinde?

Yağmurlardan sonra yerden göğe yağan toğrağın öze aslını hatırltan kokusunu çekmek içmize, ayrı kentlerde, aynı demlerde. Denizi olmayan şehirlerin denizi gökyüzüdür. Hiç deniz görememiş ğarîbler iyi bilir arşın dalgalarını. işte böyle sevmiştim bizi…

Hazret-i muhabbettir, Hakk’ın dostlarına sevgisi. Tetiği çeker gibi çekip gitsen de bizden Verâ, umarım Rahmân sevdiklerinden eyler kalbini.

Hiç görmediğini hep özlemek nasıl da müdhiş bir mûcize Verâ. Rahmân’ın rasûlünü -s.a.v- sevdirmesi milyarlarca nakışlı kalbe. Âh diyorum, âh; işte helâl sevdâları bahçesinde yetiştiren devâsa sevgi…

Yâr, yardılanı Yaradandan ötürü seven yaraların yarınlarına bir haber bırak.Cenâze defnedilir gibi gömülen şu tohumlardan bir demet bulacaksın belki;onyedi sene evvel ilk kez baktığın o mekteb sıralarında.

Dosdoğru sevenler Verâm, toprağın yedi kat dibinde çatlayacağı zamanı bilen tohumlar gibi… Onlara kaybetmeklerden örülme bir fetih vardır, belki ancak hemhâllerinin görebildiği…

Kalbini arıyorsun, meşgul çalıyor. Bir yetîme sığınak, yaraya merhem, derde devâ, hüzne tebessüm olamayan başkasının hayatına anlam olamaz, biliyorsun.

Edebli bir kimsesizlik diyordun, cümle edebsiz sosyalliklerden hayırlıdır…
En büyük cesaret, merhamettir.

Kuğu güllerinin bükün boynundan yavrusuymuş gibi okşayan hacılar… Görsen sevmeye kıyamaz kalbin… Bir nefeste yarılanır kimsesiz kederin…

Anladım ki Verâ; şu hayatta nefret kolay, muhabbet zor, şefkat asıl kahramanlık, zulüm asıl kokraklık, her nefes mucize ve her dem imthan, prangalardan kurtul diyor kalbim, kanatlanmaya bak…

Vatan en mübârek anaydı Verâm, anneler günü kutlanması en çok gereken. Ona hayırlı evlâd olmamız elzem olan. Sen bana en çok vatanımı hatırlatıyodun.
iffetli hanımların en şımarığında bile şıpsevdi bir heriften daha fazla sadâkat ve muhabbet vardı.

Ve sen muhabbetin pîriydin, talebe yüreğime…
Uzaktan seyretmek kalbini; yaşama tutunmaya çalışan yavru bir ceylan gibi... Annesini yutan kaplanlar tarafından -cılızlığından ötürü- yutulmamasıyla hayatta kalmışçsına, avazı çıktığı kadar susma hissi…

5

Cennetimin cehennemi yüreğin… Bizi ölmen sevmekse bu sevmek sevmemektir sevgisizgilim…
Yüzüne okuyamadığım şiirleri yıllarca tekrarlamak içimin dudaklarından.

Tadımlıktı dünya, asıl ziyâfet âhirette. Refah çoğaldıkça azalan huzur. Ve cennetlerin cenneti rızâsıdır Rahmân’ın… Beraber kazanabilmek hoşnutluğunu Hakk’ın, birbirini Allah için seven eşler olarak.

Biri diğerinin aynısı olmayan milyarlarca rengin olduğu bir gökkuşağu kaydırağında kaymak seninle.
Gökyüzünden örülme berrak bir okyanus evreninde ışık hızında yüzmek el ele, gönül gönüle.

Gönlü güzel Verâma gönülden merhaba…
Yaşamın en güzel sahne performansıydı rol yapmamak, hasbî olmak sevdiklerine. Bir vakit arzın kuşları gibi uçuşan küheylanlar misâl.

Rableri için birbirine vefâsını ömürleriyle gün gün, nakış nakış kanıtlayan eşler, sonsuza dek beraber olmakta cennete en yakışan yoldaşlardı.

Bakışmalar, mezarlıklardan gelen kemik çıtırtıları.
Ne afili denizleri var bu kentin ne yıldızlar görünüyor şu naylon ışıklardan. Bu şehir göğü deniz eyleyip yeri çadır belletir kalbimize, hû Verâ hû…

Baklaçiçeği tavanların karanlığı; doğarken ilk, ölmeden son duyduğu nesneyken bakışlarının…
Ölmeden ölen seher yürekli erlerin, dirilmeden dirilişleri sanki… Kader derdin, iççekerek şükürle, iç içe geçerdi içtenliklerimiz…

Eli pas ve ekmeği bayat ama emeği körpe; göğün gürlüyor, karıncalanması gibi en derinin…
ilk nefesini alır gibi verdiğin son nefesinde, can kıyamıyor çıkmaya ve bıçaklar yeşeriyor içinde…

Yağmurlardan sonra gelen o toprak kokusunu içine çek; toprağına yakın olmak kibri önler, kalender bir bilgeye dönüştürür kalbini…

Susmak, susmak sensizliği…Enseyi alan berberin usturasındaki sükunet… Elde avuçta gidişin…
Damar damar ırmaklar kabarıyor derinde,geriliyor bozkırlar ilkbaharlarca, sonbaharlarca…

Mutluluğun sahibini mutlu edemeyen mutlu olabilir mi hiç? Fotoğraflarda gülümseyen saf çocukluğumdan eser yok şimdi. Belki cennet, en çok da masumluğunu
geri alabildiğin için cennet...

Ne kadar uzaklara dalabilirse o denli derinleşebilir sanki insanın içi. Saygı duymayıp saygı bekleme ezikliğinden ötede bir yaylada.

Ama itiraf et Verâ… O fotoğraflarda gülümseyen berrak çocukluğumuzdan eser yok şimdi değil mi…
Belki de cennet, en fazla maslumluğunu geri alabildiğin için cennet…

Değer veriyorsam verdiğim değer lütuf değildir, vazgeçilmez hiç değilimdir. Ancak haddimi bildiğim ölçüde değerim yükselir çünkü tek üstün O’dur.

Gözlerimize hayırlı cumalar, rahmetin gazabını aşmalı gibi bir gün… Göğe bak; her zerre her nefes her bakış her nakış her akış mucize, her an her zan her can her şan imtihan ve tek fırsatın var…

Ve sen "kalbim dayanmıyor onca kötülüğü izlemeye" derdin; ve ben "biz Allah'ın yaralı kuşlarıyız, tevekkülden başka hiramız yok" derdim, dinerdin…

iyi bayramların bize dargın milyonlarca mazlumun gönlünü aldığımız gün olabileceğini haykırırdı kalbimiz.
Güzel yorgunluğun gölgesinde Verâ, bitme…

Adâlet isteyen yüreklerin cennetidir cehennem…
Hakettiğini bu dünyada çekmeyen acımasızları Hakk aşkıyla yana yana beklemektedir…
Dünyanın en görkemli güzelliğiberrak bir kalbin karşılıksız iyiliğidir.Dünyayı değildünyanı iyilik kurtaracak!

6

Ölünce belki şunu yazacaklar; bilâl hayatını kaybetti.
Hayatsa bilâli çoktan kaybetmişti…
Belki evren dar geldi bize Verâ, beraber sığamadık gitti.
işte hayatın, kaybetmiş seni.

Âh şişlerinde kebâb yürekler… Çöl denizinde yüzen gök kuşları gözyaşların… Uçuşu iptal edilmiş güvercinler…
Öyle aydınlık ki ürkek bakışların; bir an, karanlığı unutturur sanmıştım… Yanılmışım…

Gül kokulu yasinler, sararmış çocuksu elifbâlar hâtıran.
Şimdi kabrine ibrikle su taşıyor çocuklar bu hikâyenin.

Bir ateş yakmaktır karanlığa, marşlar tüttürmek…
Gözlerinden gözyaşlarım bir fırtınadır kopuyor. Kalbin göğünde dans eden renkler ve sevişen sesler yer kabuğunda. Ve uçmak havada yüzmek ve yüzmek ummânda uçmak ve toprak ki durgun ummân ve ummân ki akan toprak sevgisizgilim… Umutma…

Var edilmeden sonsuz var kalmayı ancak var edilmemiş -Mutlak Var; Hû- bilebilir. Yaradılan yaradılmamayı anlayamaz. Sınırsız sudan ancak kendi kabımızcaydı güzel mütevâzı nasîbimiz…

Çiçek açmış dallarında kumrular… Saçlarından damlamakta akasya… Dağlarında öz gürlüğün marşları… Ülkende farkedilmez doğulu, batılı. Yaşam gibi gülüyorsun manolya… Ağzı var diliyok bağrın… Alma birini vurma ötekine mahcûb gözlerin…

Ürperir sazlıklarda balerin kuğular… Astarı yüzünden pahalı umutlar… Tesellî et hüznünü başkalarının mutluluğuyla… Sınırları file yapan çocuklar karşılıklı voleybol oynayışında… Tel örgüler kanatlanıp uçuşunca Verâ… Bayramların çörek kokusu yeniden… Çocuklar sevindiren delikanlı dedeler aşkına…

Cânında deprem; nefsinin altında kalmışsın, sesini duyan var mı. Annesizliği, babasızlığı, çocukluğunu yaşamamayı en iyi bilen Âdem Havvâ değil mi…
Dibinde yer, üstünde gök, karşında su, saçlarında rüzgar, içinde ateş denizi…

Bazı geceler bazı ruhları kemirmek için gibi bir vakit… Bazen öyle bir demde dertlenirsin ki, bin dostun olsa dertleşemezsin Verâm… Asıl erkek adam ağlar, ağlamayı bilmeyen babalığıöğrenemez…

Mazlûmun birleştiği gün zâlimin zulmüne kıyâmet günüdür Verâ… Sığ ihtilaflardan sıyrıl, cevherinin farkına var, rûhunu özgür bırak...

Oysa ufacık mutluluklar yetiyordu muhteşem huzurlara... Âh almanın, hayat karartmanın hobi olduğu çağa veyl olsun... Hürmetin, muhabbetin, uhuvvetin fobi olduğu bir çağa da veyl ola... Başkasının yangınıyla; yemeğini pişirip yavrusunu doyuranın vay haline...

Yeryüzünde milyarlarca kötülüğe en iyi cevap; kardeşliğimizi pekiştirmekti. Kalbin aklı almıyor, iyiliğin güzelliği varken neden kötülüğün çirkinliği...
Güneş tutulup ateşten bir çember olunca; Yusuf'un kuyusunu hatırla… Başkalarını sevindirmekle moral ver keder kuşlarına…

Uzaklarda yanıp sönen yıldızlar gibi bağrımızı zorlayan boşluk...Yaklaştıkça uzaklaşan; git git bitmiyor içimiz...
Dünyanın en hazin korkaklığıyken; kadınlara erkeklik taslayarak şiddet... Şimdi nasıl da üşüyor şiddetle dünya.

En güzel cennet nimeti; yeniden masum olmak... Öksüz bülbül, minnettardı gül ağacına; oysa maharet topraktaydı...içinde bir anne kalbi taşıyan fedakar adamlarıüzmemeli obez dişilikler…

Alnında bir baba onuru taşıyan hanımları da üzmeyin...
Yumurcak serçeler konsun kuğumsu dallarına Verâ…
Hüznün en fazla yakıştığı gönüldür, mahşer yeri.
Hüznün en fazla yakıştığı gönüldür, mahşer yeri.

7

Dostumu sergilediği yanından değil, göstermediği yanından ancak tanıyabilirdim. Naylon canlısı renkler, parlak vitrinler, fantezi ışıklar hep anlamsızların karanlığı. Fosilli sıkma kehribar tesbihler gibi mahzun güzellikler miydi yaşadıklarımız?

Bir şiir koca bir cinayeti önleyebilir. Kendini anlatmakta zorlanıp şiddete başvuranların ellerine sanat aşılamak çok şeyi önleyebilir. Cennet ehli, Hakk’ın sonsuz çeşit kitabını sonsuzh hazla sonsuza dek okuyacakken…
Dünyada nice algıyı ve olguyu birer kitap gibi okuyorken kitapları hafife almak nedendi Verâ…

Dışarda hiç tanımadığım aksakallı dedeleri görünce sarılıp ağlayasım geliyor. Henüz keşfedemedim ama sırların olduğunu biliyorum. Ve merhametli dedelerimizin çoğu çözdü sırları hissediyorum…

Katillerin gözlerine bak, çoğu sevdiklerine seviyorum diyememişlerdir. Her koca ömür, kendi ölüm saatinde tadacağı acının meraklı endişesiyle kül...

Bazı yürekler bazı göğüs kafeslerinde zindan, inanmıyorsa yoklasın… Bazı göğüs kafeslerinde yürek değil kemiktir, taştır, çukurdur atan…

Ruhumda kanatlı ceylanlar, yüzgeçli kuğularla dans ediyordu. Hasretiyle tutuşa tutuşa uçuşan günlerimizin kül koleksiyoncusuyuz Verâm…
Yüreğimin atasözü vicdanıma; geceye yeterince alışırsan, karanlıkta görmeye başlarsın…
Sabahın ayazında ferah kuş sesleri için pencereyi açmak da sevdaya dahildir… Ve şımarıktan eş ya da dost çıkmaz çünkü çabuk vazgeçer, kolay sıkılır hep haklıdır.

Arıyoruz, arayışlarımız burada bulamayacağımızı bağırıyor. Bulamıyoruz çünkü burada bulamayışlarımız orada bulabileceğimizi haykırıyor…
Ciğerdir yanar, yürektir türer, anlayamaz dilsiz şeytanlar… Gıybet yerine soylu sükûtu tercih eden zarif asosyallere selâm olsun…

iyiler dışında herkes örgütleniyorsa, iyiler örgütlenmeyi ahrete saklıyordur. Çünkü yeryüzünün bütün çiçeklerini kırıp geçirecek gibi mağrurdur bazıları her dem…
Bir zalimi ne ceddi ne yurdu ne milleti ne devleti ne ecdâdı ne sülâlesi kurtaramayacaktır mahşerde…

Hüzünlendiğimizde sığındığımız Hira mağaramız kim?
işte mesele bu Verâ…Kalbi ağlarken bile yüzü gülen yakınlarımız, dünyanın en fedakar insanları...
Ve kimsesizler mezarlığı gibiyiz bazen, hayır severlerin bile uğramadığı o tenhâ…

içindeki uçurumlardan derini yok… Sıyrıl yükseklik korkundan… Uçmağı öğren Verâ…Bırak saçlarını rüzgâr tarasın, nazlı sesler öpsün kulak zarlarından bırak… Yarasını yalayan maral kırgınlığı seninki, dalgıçlar gibi dalarken uzaklara gözbebeklerin.

Küllerinden doğmayan simurga simurg denilmez…
Denizler güneştir yanmasını bilene, güneşler denizdir yüzmesini bilene… Saatli bomba kalbin, içinde…
Asıl yiğitlik, zebralar gibi korku salmadan geçebilmek…

Ölüm ki, ölümsüzlüğün kıymetini bildiren en hakîkî öğretmendir. Kof cümlelerden yorulmuş îmânlı ruhlara tesellîydi, orada boş söz işitemezsin müjdesi.

Yokluktan gelmemiz, yokluğa gitmeyeceğimizin en büyük delîliydi Verâm… Bize şahdamarımızdan yakın olana şahdamarımızdan yakın olmaya bir çalışsak…
Mumlarıyla kağıttan gemizler mahzun sevinçlerle bırakıldı rıhtımı karaya vuran dalgalar olan umûdun nehirlerine. Kalbimizde, ilk ve son atışındaki heyecan olmalı Hû aklımıza gelince Verâ…

Zerrelerin nabızlarını hisset… Cümle varlık cümle yokluk O’nu işâret ediyor… Tüten beyaz duvağıyla trenler, salınan dalgadan duvağıyla gemiler…

8

Köy evlerinin kanil önlerinde kimseyi incitmeden eriyen zararsız ömürler âh ne güzel ne özel yorgunluk…
Eminler ki yeryüzüne dağılmış yıldızlardır, karanlık ancak nurlarını arttırır. Yaprakların Hû deyu hışırtısı ve dalgaların Hayy deyı yığılımı âh… Sağcı, solcu, mütedeyyin… Bütün dindaşlarla kemanlı yağmurlar altında türküler çığırmak istiyorum…

Adâlet türküleri… Esenlik türküleri… Kardeşlik türküleri… Hakikat türküleri… Bahar ve güz türküleri…
Umutma… Kuşu öldü diye çocuğa başsağlığına giden peygamberin ümmetisin… Unutma çok güzelsin…
içinde binbir emekle büyüttüğün çiçeği kolayca kırmalarına izin verme çünkü çok değerlisin…
Sana diyorum, Verâ’ya değil, bu defâ sana.

Alıp başını yelken açmak başka hiç kimsenin alıp başını yelken açamadığı tehlikeli denizlere…
Düşünsene cennette hiç nefret olmayacak rûhumuz ne kadar da hasret ne kadar da gurbet değil mi…

Sonbahar yapraklarının ezilirken ki çıkardığı hazîn sedâ; sadrına sığmayan cevherin… Sakalları şelaleler gibi akan dedelerin bükük bellerinde saklıdır sevdâ…
Bak işte bir yaprak daha düşüyor ömür papatyamızdan...

Bir sensizliktir gider, bin sessizliktir gelir. Seni terkedecek bir dünyanın kof gündemini umursamadığın kadar kârdaydın oysa. Ömrünü ötekine nefretle tüketenden kölesi yok Verâm. Bir nâzik maden işçilerine bak, bir de vahşi kolej çocuklarına… Hayat okulu eğitir.

Barışın ve savaşın sebebidir kitaplar. Yûnûs ya da Marx olmak bizim elimizde. Tenhalığımızın kalbinde; kimsesizlikten bir nehri gam lambasıyla aşar gibi...
Selâm Rahmân’ın yaralı kuşlarına, tevekkülden gayrı Hira’sı olmayan mustazaflara…

Hakk’ın unuttuğu unutkanları âlemler hatırlasa ne işe yarar? Hakk’ın yâd ettiği dostlarınıysa âlemler unutsa ne zararı var… Bağrıma yaslan ve dinle… Fırtınalar uçuşuyor içimde… Çiçeklerim endâmını paramparça eden ellerden bile esirgemiyor kokusunu… Çünkü iyi kitaplar doğru dostlar gibidir, kendini bıraksan da seni bırakmaz… Gül fidanı gibi insanların dallarını kıra kıra sevmeden, suyu güneşi olmak ne müthiştir…

Tek bir sövgüyle milyar kul hakkına girilen zamanlarda öyle dağlara öyle karlar yağdı ki artık kimseye şaşırmamak gerekir. Oysa yağmur, gökyüzünün içini dökmesiydi yeryüzüne. Melodiler eşliğinde havayı okyanusla buluşturan ipil ipil damlalar, gönlün kokuyordu Verâ, göğün kokuyordu…

Sözü közüne, közü yüzüne, yüzü özüne vurgun şeffaf karakterleri özlüyor cihan… Evsizler, uyuyor kalabalıklar içinde… Onlar mı utanmalı… Geçip gidenler mi… Yağmurla buluşan keman dinletisi ömrün.

Alnımızda biriken kesikler, hayatın çırnaklarıdır belki de. Gül, geç en iyisi. Hem varlığı sevip hem varlığı düşünmekti kalemin kale kapılarını açan… Rûhun sonsuz matruşka… Kapağı her açtığında yeni bir yüz karşında… Uyumamak için kendi gözkapaklarıyla savaşan bir çocuk kadar yorgun kalbimiz…

Çiçekleri kırmadan, hayvanları ürkütmeden sevenlerdi dostluğa lâyık olanlar. Sesinde kalabalık bir yalnızlık büzgün, üzgünsün, onlar süzgün zannediyor. Yakınlarının hayatına anlam olmak… Uzaklarınsa anlamına hayat…Kullar içinde Rahmân’a dost olmayı başaran soylu cânlardan baka üstün mü var…

Eriyen ömrümüze ne kadar da benziyor yıldız patlamaları. Düşüncelerin tiryakiliği öyle yoruyor ki bazen, çalışmaklar dinlenişlere dönüşüyordu.

Başını taştan taşa vuran nehirlerin şelale olup uçurumlardan atlarken ki nezaketi… Yeşerir gibi sararan ihtiyarlarda temiz ömrün büktüğü belin tatlı yükleri…Ölmeden öl Verâm, ki dirilmeden dirilesin.
Duraklara neyle rebab düeti nakşedilse böyle mi olurdu.

9

Vefasızlar dünyasında sadıkları aramak… Define haritasız defineciler gibi… Toprağına anlam döken her rûh; erguvan bahçesine döner eninde sonunda…Vaktinden erken doğum… Yaşatmaz, öldürürdü…
Ve çocuktuk, anlamdan habersizdik Verâm, düşün, nasıl da yükseltti bizi. Meteor yağmurları altında ışıldayan gözlerin saflığıyla semâzen küremiz…

Yumurcak seher serçelerinin birbiriyle hasbihâl eylediği dalların serinliği içimizde... Âh kuşlarının gönül evlerinden göçerken ki mahzûn güzelliği…
Yaralayanlar dünyasında yaralananlar köyünün mahcûb köylüsü olmak, sessizliğin sesinde…

Başarılı kimdi… Sap olduğu baltaya kendi özgünlüğüne özgü bir keskinlik verendi… Seher vakti sırf kuşları dinlemek için pencere açıp üşüyen yüreklere has…

Ameliyle kibre kapılmadan sessizce hayırda yarışanlar dışında kimse kâr etmemekteydi. Başı dik gezmek neydi… Onursuza kibre kapılmak değildi… Tevâzûdan ve hayâdan; başı önde yürüyebilmekti.

Otururken dağ gibi kurulan ihtiyar ninelerdi, güzel haysiyetin gölgesi. Çöpten bulduğu kitaplarla kütüphaneler kuran temizlik işçileriydi, irfân…

10

Uçurtmalar korkmaz uçurumlardan ama bir poyraza bakar âkıbeti. içinde sesler, sustuklarınla savaşıyorsa kendinle barışacağın gün yakın…Âhirzamanda sanki nice insan çocukken büyük ve yaşlandıkça küçük...
Bu zamânda medeniyyet Verâm, asla betonik şehirlerde değil, hor görülen doğal köylerdedir. Ve kitaplarda kuruyan gül yaprakları, sanki mezarlarda çürümeyen nice Hakk dostları… Biz kimin kimiyiz Verâm, peki…

Akıştan örülme nakış nakış bakışlar, bulutlar okyanusunda dalıp çıkan yunuslar gibi. Saçlarımızın kalbi kırık… iki yıldız çiftleşince bir ölüm mü doğurur kâinâta... Başarıyla fırlatılamayan uzay mekikleri gibiydik, hassas süpernovaların burukluğunda…
Orijinal dilinden okunmayan ezânlar gibi hazîn bir şathiyât bu gidilen acı hâlet… Samimiyet çekiliyor arzın damarlarından… Yapmacık hareketlerin zirveye ulaştığı devir, deviriyor insanlığın başkentini…

Veyl olsun başkasınn yangınıyla ocağını ısıtana, kindara en büyük ceza yine kendisi... Kimsesiz han duvarlarında öksüz güvercinler yüreğin… Can ki yağmur tanesi, tosladığı sevide paramparça dağılan… Alnımızda biriken çizgilerdi hayatın çırnakları…Ruhun sonsuz matruşka… Kapağı her kaldırışında yeni bir yüz karşında… Uyumamak için kendi göz kapaklarıyla savaşan yorgun çocuklar kalbimiz…

ÂH
VERÂ’M…

ÖLSEM
ÖLMEM
BiZi…

UNUTSAM DA
ÖZLÜYORUM
SENi…

ARAMAKLA
VERDiĞiN
SON
NEFESi…

ÇÜRÜDÜ
ÖMRÜMÜN
AK
CiĞERLERi…

ÖLÜRSEM
KALBiMi
SANA
BAĞIŞLASINLAR

BiR
TAŞLA
NEREYE DEK
YAŞARSIN Ki…
ROZA

Yoldular, soydular, kırıştılar
insanı insanla yıktılar
Aşna fişne iskandiller ağında
Bıçkınları puluçlarla oydular

Adındır, dudağımda asırlık
Esrarına amade yalım
Adındır, terk etmez, sıddık
Vurur yumruğunu
Sadrıma sadrıma
Hücremin başkenti suskunluğun

Gözlerin, yalın kılınç
Gözlerin ıssız, kallavi
Bir benim şimdi
Firari sensizliğin belasında
Bir benim tütsülü
Voltalı ahrazlığa

Şimdi yürek yorgun
Virane, ıssız
Ansızın yaşlanmış bir gecede
Yaşlanmış canına kadar
Orostopolluk
Sırtlanca, sefil
Yığınların tenhasında savrulmuş
Yırtılmış bir hecede
Kursağıma avazın gelmiş

Sevmişem, şahidim dağlar
Sevmişem Allah’ına kadar
Ölünceye dek değil
Ölümden sonra da
Yeşerinceye değin
Tutuşan ellerimiz
Seni yangın bağrımın
Avlusuna gömmüşem

Şair Bilal Yavuz

BEJNA

Gözlerin savruk bozkırlar
Gözlerin hoyrat
Ceylansı, afacan
Sevimli taraçalar koylarda
Kalyonlar kanyonlarda
Herkesten sakladığım
Künyeni sayıklar
Gözlerin, gözlerin jiyan

Perçemin pençeler canı
Perçemin perva
Vahim, amansız
Çitlembikler taç olmuş saçlarına
Cimcime sekseklerin
Otağıma volkandır

Fezan; behişt, benefşe
Fezan saflık, insaniyet
Sen bana gürül gürül memleket
Ben sana hep gurbet kalmışım

Biz bizde Diyarbekir
Biz bizken masumiyet
Biz bizsizsek esaret
Bir gün sen de anlarsın
O gün sen de ağlarsın

Rengin nasıl da ateş Bejna
Teninde nehirler ve başaklar
Gülüşün nasıl da mermi
Nasıl da hançer bakışın

Vefakâr boranlara
Harfsiz vasiyetimdir
Kurutunca yokluğun
Beni simana gömsünler

Şair Bilal Yavuz

SEVDE

Çifte dikiş gider sabanlar
Fersiz toprağın koynu
Fersiz, yetim, analar
Kuş uçan, kervan geçen
Bostanlar ölgün şimdi
Ölgün Dicle denizi

Ve çakırkeyif buğdaylar
Kahyalar körkandil çeper
Mösyölerde bir kültür
Nankör çıyanlık
Kepenekler mahzun
Bağlamalar öksüz
Kalleşlik mazinin töresine
Şimdi âdet diye bellenen
Hicapsız ikirciklik

Heybesiz bulvarlarda
Cartalı haybeciler salınır
Dümenci dubaralar
Ertekeden nümayiş
imam kayığındayız sürgit
Façalar çiğnedik muttasıl
Erce, âdil, hilesiz
Bundandır kavlimizden kaçışı
Geçmişi tam kınalı
Piyazcı sendikalar
Kaparoz puştlarının

Çifte dikiş gider sabanlar
Cana bir çınar gerek
Yüreğin, yüreğin gibi serin
Derin kuyular içim
Mars olmuş, dumanaltı
Kaybolmuşam, gel artık
“Karışsın köz yaşlarımız
Karışsın, yeşil…”

Şair Bilal Yavuz
HiVDA

Kül yutmaz kevaşeler hanında
Hancıyı vurmuş gibi yürek
Şimdi unutulmuş bir marştadır
Mavzerlerde mermiler hazan
Bir umuttur alnımızın çatında

Sevdalanmış sedanda salıncaklar
Ay ışığı kokar derin kuyuların
Gül Hivda… Gülşen Hivda…
Sen bende hür, ben sende parya
Ve keşmekeş; yaralar yaralarda

Babaçkolar rıhtımında bir mavi rüzgar
Aparıyor gönlünü çılgın enginlere
Bozuk çalsa da bozum havamız leyley
Çarkına tükürmüşüz bir kere
Kayarto kopillerin, dalkavuk hırboların
Ne çiçektir biliriz
Kokoz kokorozlar da

Vardakostalar zamazingo
Voliyi vurmuş godoş hırtapozlar kanişi
Hey gidi erlik hey şimdi şinanay
Zartayı çekmiş yiğitler
Mıshıtçı gebeşlerin melun insicamında
Sigortası atmış janti yürekler
Bilenmiş zırzoplara
Puskun, kıvam bekler

Ranzam, zulam, soluk resmin
Saplanır soluğuma
Can Hivda… Canan Hivda…
işte böyle yazıyorum canına
Hatıran mermidir damarımda
Dışarda çılgın bir bahar
içerde hep kış mevsimi

LEYLAN

Ilgım ılgım açar yediverenler
Ambarlarda yeşerir hamal fidan
Görsen her biri bir filinta
Pahabiçilemezdir burada alınteri
Helal ekmeğin verdiği memnuniyet
Emeğin kitabı, işhanlarında yazılır
Komşuluk destandır antik katlarda
Seni namusluca sevmeyi
ilkin buralarda öğrendim
Şırfıntılar sokağında tütün emekçisi
Avuçlar bilirim, ihtiyar, nasırlı
Memleketim gibi ak alınları vardır

Sen hep o küçeden gelirdin canıma
Eserdi terütaze hivbanu nefesin
Arzuhalcim, kadife karanfilim
Daya endamını santimantal bağrıma
Daya da dinle, çaylardan su içer gibi
Can feryad, can figan, can yangın yeri
Bayramlar, matemlere sapmış
Namlu yürek, aşka, sevdaya kıvrılmış
Nasıl, nasıl sevmişem bir sevebilsen
Anlarsın zehir zıkkım geceleri
Anlarsın, netameli oyundur, heba
Vurulur denizin, ırmaklarınca

Kaç dağdır aşılmaz olumuş içim
için için tüter kuyumda bir yara
Birden hüzünlenir bütün avlular
Cümle vadilerde zılgıtın kopar
Derin mutsuzluğun türküsüdür
Eser, eser korkunç albenin
Çekilir sürgüler demir koyaklara
Çekilir hayalimden asi bakışın
Gömülürüm kendime bir başına
Tek başına hırgür sensizliğim
Leylanım, nupelda pervinim

Bilal YAVUZ Şiirleri
RONAHi

Eflâtun karanfiller verir Aras
Hıncahınç yaşamak
Gürbüz kızanlarına
Körpe tomurcuklar salınır ekinde
Cehennem göğüslerde asi boran
Ciğerde iştiyak, çıldırasıya
Çatlıyor kısrağın
Kanıyor heyben
Kanıyor dudakları dikenli demirin
Sevdaya set çekmiş saygın çıyanlar
Kurulmuş vadilerine haramî
Görmemiş tarih böyle hayınlık
Böyle maval aynazı
Çekirge utanır istilasından

Tendürek dağına sor yüceltileri
Kato’ya, Cudi’ye, Karacadağ’a
Harnupların irkinç hışırtısı
Götürür hülyanı gidebildiği cana
Çığlığın, akçakavaklar
Çığlığın seyelan, külhani
Bin yıllık asırlardan mahzun miras
Fütursuz, ajitatör, Terme ormanı
Umular figanında yeşerir
Ronahi, yuvasıdır leylimin
Barışın bağını, bahçesini büyütür

82 burç, 82 destan
Dayanmış içerden onca yıkıma
Şarkın bülbülü şavkır Dicle’yi
Şavkın, en karanlık yerimi okşar
Türküsü başlar söylenemezlerin
Kuyumuz yurt olanda
Gözlerinin, gözlerinin nağmesi gelir
Uzaktan, en uzaktan
Ben sana Diyarbekir
Sen bana masum Dersim
BOTAN

Namusun namlusunda göverdiler
Eşit paylaşmanın lezzetine vurgun
Onurlu partizanlar
Bir ceylansı düşe beraber inandılar
Kahpeliğe secde eden engereklerden
Zamazingo puştlardan
Kaşkaval kümelerin
Pazarından, mezarından ırakta
Kalemle, sahneyle, sazla, aşkla, silahla
Dik durmanın kitabını yazdılar
Bilekleri Yılmaz
Yürekleri Kaya
Vicdanları Arif
idrakleri Sezai
Bir ceylansı düşe beraber aldandılar
Canlarında azmin ve sabrın fişengi
Kana kana içtiler sevgiliyi
Sevdayla, düşle, umutla
Yeşerdikçe yeşerttiler erliği
Susmadılar susarcasına
Tetikte şarjörün mahiri
Alanlarda kavgasının çakırpençesi
Mermisi mavzerinde
Çıldırasıya tenha
Yiğitler dökülür dağların sırtlarına
işte Ömer, diğeri Che
Biri Ali, Castro öteki
Kapital imansızın çöktüler gırtlağına
Civanmert, cengaver
Sıkılmış yumruklarla
Özgürlüğün marşlarını dinlettiler
Tanklara, füzelere kurşunlarıyla
Cesaretin cesaretiydiler
ihtilalcilerin bir mezarı bile yok tarihte
Onlarsa tarihin haysiyeti
Haysiyetin tarihi oldular