bugün

AYLiN HANIM
Bir ses duydu, arkasına baktı ama kimseyi göremedi. Sanki ona sesleniyorlardı: “Aylin! Aylin buraya bak!”. Yürümeye devam etti. Kalabalık bir şehirde, sanki insanlar burada olmak zorundaymış gibi, yolda yürümek bile yer yer güç iken garip sesler duymak onu germişti. Adımlarını hızlandırdı. Sabahın erken saatleri olmasına karşın “amaçsız kalabalık” sanki onun peşindeydi; aslında herkes onun gibi işinin yoluna koyulmuştu.
iş yerindeki ana kapıdan içeri girdi. Girmesiyle “Günaydın Aylin hanım!” sözleriyle karşılanması bir oldu. “Günaydın, teşekkürler.” sözleriyle karşılık verdi herkese. Şirketin genel müdür yardımcısı, aynı zamanda patronun da kızı olması onu çok ünlü etmişti o civarlarda. Asansör kapısına doğru hareketlendi. On altıncı kattaki odasına çıktı. Odaya giderken adımları hızlanır oldu. Hızlandı ve hızlandı; telaşlandı, heyecanlandı ve kapıyı hızlıca kapattı. Çok gergindi. Saçma saçma sesler duymuşluğun verdiği bir gerginlik olabilirdi bu. Sonuçta sağlıklı bir birey olmaya aykırıydı bu sesler.
“Doktorumla konuşmalıyım.” dedi kendi kendine. “ne olabilir ki? Dün gece az uyudum ve işlerim yoğun, hayatın bu ucuz stresi beni bu hale getirdi. Korkmuyorum hiçbir şeyden!”Gerçekten de hiçbir şeyden korkmuyordu Aylin. Ancak bu düşüncelerin ardından ilk işi doktorunu aramak oldu. Üç gün sonrası için randevu veren doktoru ona bugün dinlenmesi gerektiğini söylerken sıkı sıkı tembihledi: ”Mutlaka ama mutlaka gelin”. Ancak Aylin Hanım işleri gerçekten yoğun olacak ki her zamankinden daha fazla çalıştı o gün. Nihayet akşam oldu, binadaki çalışanlar çoktan evlerine gitmişlerdi bile ve Aylin birkaç saat sonra iş yerinden ayrıldı.
Asansörden aşağı iniyordu, on altı kat birden inerken masmavi ve sonsuz bir denizin yüzeyine hızla dalıp dibine yavaş yavaş ilerliyomuş gibi hissetti Aylin: ağır ve gergin. Asansör aşağı inerken sanki bir ömür tüketmişti orada. Gittikçe sona yaklaşıyordu. “Üç...iki...bir!” Başı dönmeye başladı. “Dingg” diye bir ses duyuldu. Kapının açılıyor olduğuna delaletti bu ve irkilip kendine geldi.
Binadan kendini hızlı hızlı dünyanın geri kalanına saldı. Hafif bir rüzgar esiyordu. Saçları havalandı, yüzünde bir canlılık hissetti. Muhteşem doğa, o narin, o tatlı elleriyle saçlarını okşuyor; o güzel, o derin sesiyle kulaklarına bir şeyler fısıldıyordu: “Bu koca koca binalar, bu hasetle grileşmiş betonlar ve o karanlık duvarlar beni yok etmeye muktedir değiller!” Kendini özgür hissetti Aylin yeniden. Her taraf karanlık, ay kendini göstermeye yüz tutmuş, yıldızlar göz kırpıyordu sanki ona: “Biz burdayız, sen yürümene bak, hep seninleyiz ” sözleriyle selamlıyordu sanki bu koca evren bu aciz Hanımı. Ve şaşırdı Aylin “Ve biliyorum sen bu şehrin üstünde, ciğerlerime dolan rüzgarsın!”
Bu garip düşüncelerin ardından, çok da uzak olmayan evine, sanki yıldızların sesine kulak vermiş gibi yürüyerek gitti Aylin. Yürümek istiyordu, koşmak, bağırmak istiyordu. Soyadının verdiği ağırlıktan mıdır bilinmez sadece yürümekle yetindi lakin. “Ahh” diyordu Aylin “ahh dünya örtündüğün bu çirkin örtüya rağmen sen ne güzelsin. Yürüyorum sana ulaşmak için ama biliyorum varamam, varsam da dönmekle yükümlüyüm; sen dünya, ben ise küçük bir insan parçası, bu şuursuz yerde kalmalıyım.” derken bulutlar örttü yıldızları ve yağmur başladı karanlık kentin üzerine. Kendini temizleniyor hissediyodu Aylin; üstü başı, saçları yavaş yavaş ıslanıyordu. Bu ağırlığa yavaş yavaş yürümeyle karşılık verdi.
Nihayet evine ulaştı. Ne yemek yedi ne de başka bir şey yaptı: terli bedeniyle doğrudan yatağına koştu koca ve yüce evinde; hiçbir şey yapmak istemiyordu o sessiz ve yalnız evde. Yatar yatmaz uyuyakaldı ki normalden farklı olmasından şaşıracaktı bu duruma aklı durulunca. Sabaha kadar birbirinden değişik rüyalar gördü; değişikti ve korkunç, yer yer tatlı gibi de olsa sabah olunca üzerindeki genel his yorgunluk ve acı üzerine olacaktı.
Sabah oldu nihayet, üzerinde bir ağırlık vardı. Doğrudan Aylin Hanım, duşa girdi. Banyoda işi bittikten sonra hazırlanıp yola koyuldu. Hava bulutlu ve habisti ama yağmur yağmıyordu. ilkbaharın bu gündüz karası gününde işine yürüyerek gitmek zorundaydı: aracını iş yerinde bırakmıştı ve taksi tutmak aklının ucuna dahi gelmedi. Otobüsle gitmek ilişti aklına ama hayatında hiç tatmadığı bir deneyimdi bu; sebebi malum uzak durmayı, yürümeyi tercih etti.
Her zamanki gibi şık ve sade elbiseleriyle yavaş yavaş yürüdü Aylin. Gittikçe yaklaştı yirmi yedi katlı iş yerinin o ruhsuz binasına. Ama kahvaltı yapmamıştı ve bu sebepten bir ikilemde buldu kendini: yüksek yüksek binaların altlarında o renkli ve çekici kafelerden birine gitmek istiyordu. Ve bir tanesine giresi geldi: turuncu ile yeşilin çarpık bir ikili oluşturduğu bir kafe. Besinlerini en güzel şekilde seçen titiz Aylin Hanım için kirli sokakların, parlak tabelalarının altında kahvaltı yapmak pek alışılmadık bir durumdu ama tedirginlikle de olsa o kafeye girdi ve sundurmadan uzak üstü açık kısma yakın, kafenin önüne dizilmiş süs bitkilerinin hemen kenarında bir masaya oturdu. Garson masasına menüyü uzattı, ve Aylin uzun uzun inceledi sanki şirketler arası bir anlaşmayı imazalama aşamasındaymış gibi. “Ehh” dedi kararlı bir sesle ve garson hemen yanına gelivermişti bile: “Biraz bundan, biraz şundan, en çok da bundan yanında da şurdakinden istiyorum.” diye belirtti garson gençten arzuladığı şeyleri. Ama hiç de aç değildi bu uzun siparişi verirken dahi. Sanki buraya oturmak ve burada bir şeyler yeyip içmek zorundaymış gibi hissediyordu kendini, içinde farklı bir şeyler vardı Aylin’in.
Kahvaltısına yavaşça başladı, uzun uzun çiğnedi yiyeceğini ve bunu yaparken tam karşı masadaki bir adam dikkatini çekti. Hoş görünümlü sade giyimli bir beydi bu. Ancak adamın hoşluğu değildi Aylin’in ilgisini çeken: masasının etrafında üç tane kedi vardı ve adam yediği her şeyin yarısını bu hayvanlara veriyordu. Ne yiyorsa yarısını, ayrıca üç bardak da süt söylemiş, bu bardakların ağzını geniş olmasını dilemiş olacak ki garsondan, kediler hiç istiflerini bozmadan rahatça nasipleniyordu sütlerinden. Aylin şaşırdı adamdaki bu paylaşımcı hale ve uzun uzun onu izledi.
Kediler sütlerini yavaş yavaş içerken adam ciddi bir ifadeyle başını kaldırdı ve tam karşısında ona dik dik bakan Aylin’i gördü. Görür görmez suratındaki ciddi ifade birden yumuşadı ve gülümsedi. Aylin heyecanlandı. Kafası birden saçma fikirlerle dolmuştu. Birkaç saniye afalladı, elini masaya indirirken bardağın birine çarptı. Nihayetinde o da karşı masadaki hoş beye gülümsemek zorunda kaldı. “Size katılabilir miyim?” diye bir ses duydu. Bu söze “Evet, tabiki!” diye karşılık verdi o an ama adamın masasından kalkıp ona doğru yürüdüğü o birkaç saniye Aylin’de bir iç muhasebeye sebep olmuştu: “Ne yaptım ben? Neden evet dedim!”
Artık çok geçti ve o hoş görünümlü bey, tüm endamıyla Aylin’in karşısında dikiliyordu. “Merhaba, ben Alper” diye selamladı Aylin’i. Aylin ayağa kalktı adını söyledi ve oturdular. “Bizim masamıza baktığınızı gördüm, sanırım kediler ilginizi çekti, o yüzden yanınıza gelmek istedim. Kediler de yanıma gelecektir birazdan, siz de böylece onlara daha yakından bakabilirsiniz.” dedi adam. “Kediler sizin mi?” diye sordu Aylin. “Hayır” diye cevapladı adam. “Kedilerin sahibi yoktur, onlar birer cisim değildir lakin arkadaşları vardır. Ben de onların arkadaşıyım.” Bu sözler Aylin'in hoşuna gitmişti, “Demek kedilerle arkadaşlık kuruyorsunuz.” dedi. “Evet, kuruyorum. Kediler insanlardaki bazı duyguların gün yüzüne çıkmasına yardımcı olurlar.” diye cevapladı adam ve bu andan sonra aralarındaki sohbet eğlenceli olmaya, ve haliyle artmaya başladı.
Konuştukça konuştular. Aylin adamın gözlerine takılıp kaldı, o ne anlatıyorsa sanki çok önemli bir şeymiş gibi adamın gözlerinin ta içine baktı. Koyu kahverengi iri gözler, ardında koyu kahverengi iri dağları saklıyordu sanki. Ucu bucağı görünmeyen geniş bir ovanın tam ortasında, etrafı kısalı uzunlu nehirlerle diklemesine çevrilmiş koca bir dağı andırıyordu adamın gözleri. Genel müdür yardımcısı Aylin; yozlaşmış insanların mesken edindiği bu şehirde, gönlünü hiçbir zaman ferahlatamamış olmasından, belki aile geleneği, belki de kendini yanlış yönlendirmesinden kaynaklı işinden, birkaç dakikalığına da olsa uzaklaşmış olmanın tadını almaya başladı. Çok uzun zamandır ilk kez kendini yalnız hissetmiyordu. Adamı daha fazla dinlemek, onu daha fazla seyretmek istiyordu. “Ben artık kalkmalıyım, teşekkür ederim.” diye sözünü bitirdi adam. Aylin birden sandalyesinden doğrulup dikleşti: “Biraz daha otursaydınız?”
Adam cevap dahi vermeden masadan kalktı ve uzaklaştı. Afallayan Aylin arkasından bakakaldı. “Neden gidiyorsun? Kimsin sen? Bana yalnızca adını verdin.” Neden olduğunu bilmese de içi hüzünle doldu. Uzun uzun izlemesine rağmen adamı, peşinde üç kedisiyle caddenin ilerisinde aniden kayoldu. Ardından Aylin, bir kahve söyledi kendine. Ağır ağır yudumlarken kahvesini, her zamanki haline dönmeye başlamıştı. Saatine baktı. işe gitmesi gerektiğini fark etti. Çantasını eline aldı ve işlek caddenin kenarında arabaların ona müsaade etmesini bekledi. Gariptir bütün araçlar yavaşlayıp yol verdiler, Aylin de karşıya geçip iş yerine girdi. Asansörle ağır ağır on altıncı kata çıktı. Odasına doğru yürüdü ve koridorun kenarındaki geniş odasına girdi. O andan itibaren kendisiyle baş başa kaldı. Önünde bir yığın dosya vardı, o belgelerden sorumlu olduğunu bilmesine rağmen birini bile eline almadı. Masasından telefonu alıp pencereye doğru yürüdü. Gelen onlarca sesli mesajı dinlemeye başladı. “Merhaba Aylin Hanım” diye başlıyordu birisi. “ben doktorunuz, dünkü randevuya neden gelmediniz? Beni arayın. ”
“Doktorumla randevum vardı evet” diye söylendi Aylin. “ama iki gün sonra. Gitmek istemiyorum, hem artık garip sesler duymuyorum.” O an düşünebildiği tek şey o garip enerjili adamdan başka bir şey değildi. Hepi topu yarım saat oturup konuştuğu bu adama aşık mı oluyordu yoksa? “Yok daha neler, aşık olmak bana göre değil.” diye teskin etti kendini. Belki ona göre değildi ama yüreği alevlenmişti bile. Bu koca şehirde, herkesin başkalarından bir şeyler beklediği bu soğuk kentte Aylin insanlara inanmamasıyla övünürdü. Ama bu farklı adam onun ilgisini çekmişti, hatta hayatı boyunca gördüğü hiç kimseye benzemiyordu: sanki bir rüyaydı, ya da bir hayal.
Aylin odasında hiç hareket dahi etmeden düşüne dururken “Dannn” diye bir ses çıktı ve kapı açıldı. Gelen babasıydı: o koca şirketin sahibi koca baba. “Aylin napıyorsun kızım neden telefonunu açmıyorsun?!” diye sert bir ifadeyle kızını azarladı. Ardından sanki uzun zamandır kızıyla görüşmemiş gibi sıkıca sarıldı. “Üç gündür seni arıyoruz, nerelerdeydin, üzerindeki bu kirli elbiseler de ne? iyi misin Aylin?!” dedi ve bunun üzerine Aylin pencereye yönelip yansımasına baktı: saçları kırış kırış, üzerinde kirli kara bir elbise. “Ne oldu bana, bu halim ne?” derken Aylin, gözlerinden korkunun bambaşka bir hali yansıyordu, titremeye başladı birden ve ağlarken, babasının kollarına bıraktı kendini.
(bkz: okumuş kadar olduk ziyade olsun biz kalkalım)

Eklememekleme: gambaz kardeşim biliyorum ki formata aykırı fakat sildirme yav. Günaha ortak olmak. Ya da evrene saygı duy. Vs vs

Edit: merak ettim okudum. Yüreğine sağlık kardeşim.