bugün

Şüphesiz ki yunus suresi 100. ayet'in ilk cümlesi. 2 ayrı meal yazalım.

--spoiler--

Ve Allah’ın izni olmaksızın, bir kimsenin (bir nefsin) mü’min olması (mümkün) olamaz. Ve (Allah), akıl etmeyen kimselerin üzerine ceza (azap) verir.

Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez. Allah, azabı akıllarını (güzelce) kullanmayanlara verir.
--spoiler--

evet, şimdi soruyorum.
madem kaderimizde iman edip etmeyeceğimiz çizilmiş (zira allah bize izin verirse iman edeceğiz), o zaman neden çabalıyoruz ki? nasıl olsa sonumuz belli.
"Allah zalimleri doğru yola iletmez"
"Allah falancaları doğru yola iletmez"
"Allah şöyle yapanları doğru yola iletmez"
Tarzı bir çok ayet var. Olay bu. Kötü bir insansan, "kendi iradenle" kötülük yaparsan kalbin imana açılmaz. Allah böylelerinin kalbini imana açmaz.
Hatta hadiste de der. Bir günah işleyenin kalbinde leke oluşur. Günah işlemeye devam ettikçe kalbi iyice kararır. işte böylesinin inanmasına izin vermez.
kalu belada insanlar kendi hür iradeleriyle ya iman etmişler, yada inkar etmişlerdir.
bugün sırası geldiğinde o ruhlar bedenlere girmektedir.
yani en başta imana ve küfre kişi kendisi karar vermiştir
allah cc yaratıcı olduğu ve mutlak bilgi sahibi olduğu için kişinin neyi seçeceğindende haberdardır.
imandaki esas şudur
kul bir şeyi yapmayı murad eder
allah o muradı yaratır
hayrıda şerride yaratan allah'tır
hayrın işlenmesinde rızası vardır
şerrin işlenmesinde rızası yoktur.
1. entrydeki görüş kaderiyenin görüşüdür ve batıldır
vesselam.
allah kişilerin kalplerini kör eder inanmaz. allah aklını kör eder gene inanmaz. allah istemez inanmaz. sonra bunlar kaderci yorumlar. zaten kaderci yorumun kendisi ki, batını nasıl olacak?

hem her şey allahın izni ile gerçekleşir diyeceksin, hem o istemese yaprak bile kıpırdamaz diyeceksin, sonra kaderci bakanlar batını olacak.

sonuçta ilk neden tanrıysa her şeyin nedeni o dur.

bir şey kendi nedeniyse o zaman başka bir neden aramaya gerek olmuyor çünkü.
önce şunu belirtelim. cenab-ı hakk'ın dilediğine hidayet buyurması caizdir. insanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak o dur. lakin yüce rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüzi iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, cenab-ı hak onu o yola sevk etmez. aynı durum hidayet için de söz konusudur. nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere başvurduktan sonra neticeyi allah’tan bekler. zira rezzak (rızık verici) ancak odur. (#28647266) (tam bir sene önceki entrylerim -1- saattir bulmaya uğraştım ama değdi.)

---------------------------------
konu önemli soruyu gündeme getirenlere teşekkür ediyoruz allah (c.c.) razı olsun.
---------------------------------
hayır ve şerrin allah’tan olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak odur. insanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. hidayet ve dalaleti cenab-ı hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “hidayet allah’tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler. (#28647263)
insan, sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle, rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. aynen öyle de bir kimseye allah’ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. zira, hadi (hidayete erdirici) ancak odur. (#28647270)
allah’ın dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer. (#28647273)
bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. işte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergah-ı ilahiye ye iltica etmesi ve o'na yalvarması hikmetine binaendir. bu misal ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur. (#28647274)
hidayet allah’ın elinde ise, dalalete gidenlerin suçu ne?

hidayet: “doğru yolu göstermek. irşat etmek. rehberlik yapmak, hakkı hak, bâtılı bâtıl görüp doğru yola girmek, bâtıldan ve dalâletten uzaklaşmak.”

elinize kur’an-ı kerim’i alınız. “allah’ın hidayeti ve dalâleti dilediği kimseye verdiğine” dair bütün âyetleri birer birer bulunuz. her âyetin geçtiği sûrenin baş tarafına doğru yaprakları çeviriniz. sûrenin başına vardığınızda karşınıza her defasında “besmele”nin çıktığını göreceksiniz. bildiğiniz gibi “besmele”de üç ilâhî isim zikredilmiş: allah, rahman ve rahim. birçok âlimlerimiz allah isminin ism-i âzam olduğunu ifade buyurmuşlar. allah, ism-i âzam... yâni bütün isimler bu isim içinde dahil... şöyle ki, allah rahmandır, rahimdir, kadirdir, kahhardır, rezzaktır ve hakeza... şu noktaya dikkatinizi çekmek isterim: acaba niçin allah isminden sonra kahhar, cebbar, aziz gibi celâl ve kibriya ifade eden isimler değil de, rahman ve rahîm isimleri zikredilmiş? bu soru ile birlikte zihninizde hemen bir kutsi hadis şimşek gibi çakar: “rahmetim gazabımı geçti.” (#28647283)
göklerin ve yerin mülkü allah’ındır. dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. allah gafur'dur, rahîm’dir.” (fetih, 48/14)

allah, göklerin ve yerin yegâne yaratıcısı, sahibi ve mâliki... o’nun bağışladığına kimse azap veremez; azap verdiğini de kimse bağışlayamaz. mutlak iradesine karşı koyacak bir başka iradenin mevcudiyeti muhaldir.

ve âyet-i kerime “allah gafur’dur, rahim’dir” diye son bulmakla mü’mine şu mesajı veriyor:

gafur ve rahîm olan allah, lütfuyle yarattığı, gökleri ve yeri hizmetine verdiği bir kuluna azap ederse, bu azap mutlaka o kulun küfür ve isyanındandır. (#28647288)
hidayet ve dalâletle ilgili âyet-i kerimeler bir yönüyle de mü’minin ruh terbiyesi ile ilgili... bilindiği gibi mü’minin ruhu havf ve reca sınırları arasında terakkisini sürdürür. bu sınırları tecavüz ettiğinde zarara düşer yahut mahvolur.. havf, allah’tan korkma, o’nun azabından kendini katiyen emin bilmeme hâli... reca ise, allah’ın rahmetinden daima ümit var olma, günahlarının o’nun affını hiçbir zaman aşamayacağını düşünerek yeise, ümitsizliğe düşmeme hâleti. (#28647297)

kur’an-ı kerim, “allah’ın dilediğini dalalete götürebileceğini” beyan etmekle mü’mine, yaptığı iyi amellerle övünmemesini ve onlara güvenmemesini öğüt verir. diğer taraftan, kötü halleri ve günahları için de yeise düşmemesini, “allah’ın dilediğini doğru yola sevk edebileceğini” hatırlatır. (#28647300)
“bir de müşrikler (allah’a eş koşanlar) dediler ki: allah dileseydi ne biz ne de atalarımız o’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık. ve o’nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık. kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. buna karşı peygamberin vazifesi ancak açık bir tebliğ değil mi?” (nahl, 16/35)

bu âyet-i kerimeden, şu anda karşımıza yeni bir soru gibi getirilen meselenin, aslında bir gericilik belgesi olduğunu, bu şeytanî sorunun tâ asr-ı saadette, hatta ondan önceki devrelerde ortaya atıldığını anlıyoruz. bu soruyu soranlar, kaderi, cebir mânâsında gösterip, insanın cüz’î iradesini görmezlikten geliyorlar ve ilâhî adalet konusunda muhataplarının zihinlerini bulandırmaya çabalıyorlar. “madem ki hidayet ve dalâlete gidecekleri allah diliyor, öyleyse kulun iradesinin ne hükmü var?” demek istiyorlar. (#28647306)

“her şeyin kader ile takdir edildiği” bir hakikat. ama, bu takdir edilenlerden birisi de insana cüz’î irade verilmesi ve onun emir ve yasakları işlemekte serbest bırakılması... bu da bir takdir... buna göre, insan ister ibadet etsin, ister isyan yolunu tutsun, her iki hâlde de kader dairesi içinde... bu incelik, çoğu zaman gözden kaçıyor, yahut yeterince anlaşılmıyor. (#28647308)
bir başka âyet :

“onlar öyle kimselerdir ki, hidayet karşılığında dalâleti (sapıklığı) satın almışlardır. ticaretleri kendilerine bir kazanç sağlamadığı gibi, doğru yolu da bulamamışlardır.” (bakara, 2/16)

bu âyet-i kerimeden kulun, dalâlete kendi iradesiyle müşteri olduğunu açıkça anlıyoruz. hidayet ve dalâletle ilgili âyetlerin her birinde bu hakikati görebiliriz. bunlardan bir kısmını takdim edeyim:

“... allah zâlimler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (bakara, 2/258)
“... allah kâfirler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (bakara, 2/264)
“... allah fâsıklar topluluğunu hidayete eriştirmez.” (tevbe, 9/24)

bu üç âyet-i kerimeden kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebebini öğreniyoruz. hepsi de insanın kendi iradesiyle ilgili:

zulüm, inkâr ve fısk. (#28647341)