bugün

fazıl say ın eseridir efenim. eserin içinde onaltıncı yüzyıldan kalma bektaşi raksanı yer alıyormuş.
eserin sadece bir kısmı için:
http://youtu.be/JFN1nU4Dhlk
18 haziran 2011 tarihinde enka açık hava tiyatrosunda türkiye prömiyeri yapılmış borusan woodwinds quintett'in seslendirdiği bir fazıl say eseridir, fazıl say bu eseri dostu arif sağın anlattığı bir fıkradan esinlenerek bestelemiştir.
haber niteliği taşımayan bir vakanın sanatsal giydirmeler ile müziğe yansıtılması çabasıdır. önemli olan adamın köpeği ısırmasıdır, köpeğin adamı değil. yani dedeler camide deseydi fazıl say, o zaman ilgimi çekerdi mesela.
dedeler diyince gelen ürperti
Fazıl Say ın nefesli sazlar beşlisi için bestelediği bir eseridir.
Hiç unutmam faşistler... Hiç unutmam... Yaşım daha 5-6... Dersim Ovacıkta ahırda yaşadığımız dönemler... Bir perşembe öğlesi uzun bıyıklarından yıllardır üst dişlerinin olmadığını fark edemediğim leş gibi rakı kokan babam sonunda eve ay pardon ahırımıza dönmüştü! Annem de ahırda olmazdı zaten o günler... Bu yüzden ineklerle konuşurdum ben, keçilerle, eşeklerle... Babamı gördüğüm için de çok sevinmiştim haliyle! Böyleydi işte ben can yoldaşınızın çocukluğu... Nedense perşembe günlerini sütçüye süt almaya gitmekle geçirmeyi tercih ediyordu anneciğim... Meğerse ben ineklerin direkt memesinden süt içiyordum! Ahırdaydık yani! Bizimle birlikte yaşayan bir ineğimiz vardı! Neden böyle bir şey yapardı, neden biz istanbul'a göç edene kadar böyle bir şey yapmaya devam etti, amacı neydi hiç anlamadım... Ama 'babanın beni almak için verdiği çıplak küçük ineğin sütünden daha güzel sütçünün o büyük ineğinin sütü içmelere doyamıyorum Ozan Can!' derdi perşembe günleri eve döndüğü akşam saatlerinde hep bana... Bu da istanbul'a taşınana kadar böyle devam etti anlayacağınız canlar... Gerçi orada düzelmişti bu durum. Anneciğim biz istanbul'a taşınınca bir kez olsun istanbul'daki cemevleri nasıl olur acaba merakından o Büyükşehirdeki cemevine gidince, yüzünde sanırım o heyecanın verdiği allıkla ve gülümsemeyle geri dönmüştü eve... O anı da hiç unutmam! Çünkü dış kapı dışında kapısı olmayan sıvası boyası badanası yapılmamış gecekondumuza heyecanla döndüğünde 'Sivaslısı var! Erzincanlısı var! Tokatlısı var! Amasyalısı var! Seçenek çok! Hepsinin soyadı bizden de değil! Yeni insanları çok yakından tanıyabileceğim Ozan Can'ım! Dersimdeki cemevimizde herkes babanın kopyasıydı! Ondan gelmiyordum! Ama buradaki yeni insanlar!... Yeni heyecanlar!... Çok güzel oldu buraya taşınmamız! Çok!' demişti... Annemin yüzündeki Hazreti Ali aşkına olan açlığı ilk o an fark etmiştim sanırım... Bilmezdim bu kadar aç olduğunu bu aşka... Kaması Sağlam, Zülfikar-ı Kocaman Şah-ı Merdan Ali affetsin onu. Neden Dersimdeki cemevimize de gelmezdi ki böyle? Neyse. Konuya dönelim... Dersim Ovacıktayım, yaş daha 5-6, annem sütçüde, bir perşembe öğlesi babam ben yalnızlıktan eşeğimizle konuşurken ahırımıza dönmüştü.. Ah o canım babam... 30 yıl sonra fark ettim üst dişlerinin olmadığını... 30 yıl canlar! Öyle de bıyıkları vardı! Ne Alevilik ama! Ne Alevilik... Aah! ah! Neyse. Babacığım gel dedi gidiyoruz cemevine... Baba dedim cemevi de ne? Orada öğreteceğiz sana bir şeyleri dedi... Tamam dedim tuttum elinden ve gittim cemevine... Oradaki herkesin soyisminin bizimle aynı olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım ama kaşlarımız birebir aynıydı! Özellikle gözlerimiz! Hele yüz hatlarımız! Kadınıyla erkeğiyle herkes aynıydı! Hele o koku! Aynı benim gibi kokuyordu her biri! Yaydığımız o kokuda sıcak bir ortam aurası vardı sanki... Hepimizin soyismi Kızılyurt'tu... Ali'm, Zülfikar-ı kalın, kamas-ı uzun, Şah-ı Merdan Ali'm sanki gözlerimin içine bakarak gülümsüyordu duvardaki resminde bana... O andı sanırım... O andı. Her Alevi erkeği gibi bir erkeğe aşık olmanın ne demek olduğunu ben de Hazreti Ali'nin cemevindeki resmine baktığım an ona aşık olarak öğrenmiştim... Gerçi o değildi ilk gerçek aşk... Bir Alevi dedesi vardı... Babamın ve annemin de büyük dedesiymiş... O öğretti bana aşkın ne demek olduğunu ama konu değil bu! Aklım karıştı... Yaşlandık işte... Ne diyorduk?! Konu yine bu bana aşkı ilk öğreten Alevi dedesine gelecek ama... Off. Neyse başladık bitirelim bari! Babam git Hasan Hüseyin dedenin önünde diz çöküp elini öp dedi... Kaşları, bıyığı, sakalı yüzünden yüzü gözükmüyor olduğu için onu gördüğüm an biraz korkmuştum ve çekinmiştim... Ama sonunda korkarak ve çekinerekten de olsa bacaklarım istemsizce adım atmaya başlamıştı... Onun kudretine, sadece gözlerinin siyahının gözüktüğü gözlerindeki ışığa karşı koyamıyordum ve aramızda yarım santim bir mesafe kalmıştı... O an önünde eğildim ve elini öpmeye eğilirken bağlamasının ne kadar büyük olduğunu fark ettim... Dedim ki sahibi olmalıyım bu bağlamanın! Almalıyım elime onun o kocaman, sapı kalın, uzun bağlamasını ve oynamayalım hunharca onunla! Bağlama çalmayı öğrenene kadar oynamalıyım! Çok tok ve tatlı bir sesi vardı... Ağzı her nefes alıp verişinde şarap kokusu yayıyordu ve o an ilk kez konuşmuştu bana... 'Adın ne senin Kızılbaş küçüğüm?' dedi... 'Ozan Can Hasan Hüseyin dede...' dedim... 'Biz seninle çok iyi anlaşacağız Ozan Can! Sen tam bir Alevi olacaksın!' dedi... 'Ben sana her Cem Dem aldıracağım! Rahat ol Ozan Can!' dedi... Anlamamıştım ve kafam karışıyordu ama hipnotize de ediyordu beni... Öğrenmek istiyordum... Tam cevap verecektim ki bir anda 'bir engür tanesini sıktı nuş eyledi, kırk kişi içti huş eyledi ne demek bilir misin Ozan Can?!' dedi... 'Bilmiyorum Hasan Hüseyin dede... Bilmiyorum!' dedim... 'Sen Hazreti Ali'nin eline Cebrail tarafından bir üzüm tanesi verildiğini ve onu elleriyle sıkan Ali'nin altında kırk kase belirip bunların içinin şarapla dolduğunu bilmez misin yani!' dedi... 'Bilmiyorum...' dedim.. 'işte Hazreti Ali ilk o an semah dönmüştür, yanındaki 40 Kızılbaş'ta kaselerden dem alıp semah dönerek birbirlerine yavaş yavaş yakınlaşmaya başlamışlardır!' dedi... Şaşırmıştım... Ne kudret... 'Dersim mevzusunu ve Atatürk'ü bilir misin Ozan Can?' dedi... Şaşırdım. ilk defa duyduğum isimlerdi bunlar... 'Bana bak! Bunu çok iyi bilesin ki bizler Atatürk'ü Dersim mevzusundan sevmeyiz! Ama sen kendine hep Atatürkçü diyeceksin ki Sünni Türkleri kendi tarafımıza çekelim! Yıllardır diz çöktürmeye çalıştığımız Sünni devlet yönetimini ele geçirelim!' dedi... Anlamıyordum... işte o gün herkes kahkahalar içinde gülüyordu... Hafif bir kasık kokusu hissediyordum... Sanki hiç kimse iç çamaşırı giymemişti... Meğerse bu konuşma 'Don değiştirme' denilen olgudan önceki konuşmalarımızmış... Neyse siz Sünnilerin bilmemesi gereken detayları geçiyorum ama işte o perşembe günü Hasan Hüseyin dede babama gece kendisiyle cemevinde kalmamı rica etmişti... Kaldım da... Aşkı öğrendim, rakıyı, şarabı, bir erkeğin önünde eğilmeyi, diz çökmeyi, kısacası saygıyı... ilk deneyimimdi canlar! ilk deneyimimdi... Daha devam edebilir miyim bilmiyorum ama... işte böyle... Bu işler böyle... Aah! Ah! içlendim. Hasan Hüseyin dedemiz yaşamıyordur artık ama umarım yaşadığı dönem ona sıcaklığımı, samimiyetimi, aşkımı hissettirebilmişimdir... Bu işler böyle...