bugün

leyla

Leyla ile ilk kez Akademi'nin Müzik Klübü toplantısında karşılaşmıştık. Fular bağlamıştı. O zamanlar fular, bir çok "şey"in sembolü idi gözümüzde. "Freak" olmanın, yani özgür düşünmenin, biraz da hippi olmanın göstergesiydi. Dinlenilen gruplar da paylaşıldığında (Crosby,Stills, Nash and Young, Jim Croce, John Mayall, Joan Baez, Bülent Ortaçgil) ana çizgi belli olmuştu. O zamanlar (1981), değil Bülent Ortaçgil, müzik dinleyen kız bile yoktu aslında.

Biz de, kolejlerden tanıştığımız, çok sesli vokal ve beste yapan grubumuzla Akademi'ye bir şekilde kapağı atmış, çalışma yeri ayarlamak (müzik provaları için!) ve yeni elemanlar bulmak için oradaydık.

Fleetwood Mac'taki Steve Nix gibi bir hanım solistimiz olsun diye hep hayal kurardım. Toplantı dağıldıktan sonra, müzikle biraz daha yakından ilgili olanlar ve bir enstrüman çalıp, şarkı söyleyenler odada kaldı ve Leyla eline gitarı alıp söylemeye başladığında hepimiz donduk kaldık. Leyla'nın sesi ve besteleri, abartmıyorum, Joan Baez'e taş çıkartacak güzellikte ve özgünlükte idi. Kerem ile birbirimize baktık ve Leyla o andan itibaren gurubumuzun değişmez elemanı oldu.

Tahmin edileceği gibi, Leyla ile birbirimize içine bestelerimizi kaydettiğimiz birkaç kaset hediye edip, gece yarılarına kadar bunları dinleyip, telefonla saatlerce konuştuktan sonra sevgili olduk.

Ancak, işler bu kadar basit değildi. Leyla'nın babası önemli bir iş adamı idi ve annesi de, Leyla'nın kendisi gibi Kolej'li idi. Bu yüzden okuldan fazla uzaklaşmamak için okula yakın bir semtte otururlar, annesi her fırsatta adeta tapınırcasına bu okuldan bahseder, güzel havalarda okula gidip gezintiye çıkardı. Kendisi aslıda basit bir ev kadını idi, yani sanırım aldığı eğitim evde oturup yemek pişirmek için biraz lükstü. Ama olsun bu yolla toplumda saygın bir yer edinmişlerdi.

Babasının derslere verdiği önem o derecedeydi ki daha ilk karşılaşmamızda lise ders notlarımı sormuş, belki inanmayacaksınız ama, daha sonra verdiğim bilgileri üşenmeden Avusturya Lisesine'ne giderek Türk Müdürü'den soruşturmuş ve lise ikide fizikten 7 değil 6 aldığımı söyleyerek beni yalancı çıkarmıştı. Gerçekten, abartmıyorum.

Daha bismillah, ilk günden babasının bu ilişkiye karşı olduğunu öğrendik. Anne ise kontrolü kaybetmemek için olsa gerek, zoraki bir sıcaklık ve anlayış taklidi ile bizi bir kere eve çay içip prova yapmaya çağırmış, çıkardığımız gürültü ve uzun saçlarımız komşuların beğenisini pek kazanmamış olmalı ki, provaları daha sonra hep anneannemlerin evinde yapmak zorunda kalmıştık.

Leyla ile sık sık anneannemlerin evinde buluşurduk. Anneannem Caddebostan'da bizim eve çok yakın otururdu ve yalnız yaşardı. Herhalde dünyanın en anlayışlı ve sevimli kadınıydı. Ben de bizim eve misafir kabul edilmediğinden, üniversiteye girince ona taşınmış, hayatımın en mutlu günlerini yaşamaya başlamıştım. Leyla da, garibim, Arnavutköy - Caddebostan arası mekik dokur, ya da ben okulda yurtta kalır, Kale Kahve'nin, o sıralar bütün gece boyunca önünden toplam 4 (yazıyla dört) araba geçen rıhtımından geceleri denize ayaklarımızı sallandırır, usulca akıp giden boğazın üzerinde, ay ışığının o büyülü kıpırtılarına dalıp, birbirimize Özdemir Asaf şiirleri okur, aşkın ve saf sevginin o duru, bozulmamış sularında yıkanırdık. Cinsel hayatımızda aynı derecede saf ve naifti.

Bekaret, halen biz genç erkeklerin dokunupta bozmaya cesaret edemediği, ve bir şekilde saygı duyduğumuz ve son kararı kesinlikle karşı cinse bıraktığımız bir olguydu o zamanlar. Bir de sanırım "Aman başımıza bir bela gelmesin!" diye düşünürdük, sorumluluk almak istemezdik. Sevginin, aşkın ve paylaşmanın tadı o kadar lezzetliydi ki, aklımıza daha fazlasını istemek de gelmiyordu. Salt pornografik heyecanlar ve bedensel tutkular, henüz temiz beyinlerimizi ve kalplerimizi istila etmemişti.Yeterliydi herşey bir şekilde.

Yine de içimizde, kendi hayatımızı kurmak ve yaşamı özgürce paylaşmak için dayanılamaz bir arzu yanıp tutuşuyordu. Bu duygu Leyla'nın anne ve babasının üzerimizde kurduğu cehennem baskısı ile doğru orantılı bir şekilde dayanılmaz bir tutkuya dönüşüyor, sevdiğim kadının benim yüzümden acı çekmesi içimde tarifsiz bir his bırakıyordu. Bebek'te akşam gittiğimiz arkadaş evleri anne ve babasınca basılıyor. Arkadaşlarımız "Bunlar ne yapıyor?" diye sorgulanıyor, bu eğitimdeki insanlara hiç yakışmayacak envayi çeşit rezillik uluorta sergileniyordu.

Leyla, Seramik bölümünde okuyordu ve Akademi'nin en iyi (?) bölümü Seramik bölümü değildi. (Neye göre "iyi bölüm" bilinmez tabii!) 2.sıradaymış bu bölüm! Birinci sırada Heykel bölümü varmış. Bu durum Leyla'nın anne ve babasınca kabul edilemez bir durumdu. Kızları en iyi bölümde okumalıydı. Bu yüzden yüksek bir not ortalaması tuturup işletme bölümüne paralel geçiş yapması hedef tayin ediliyor, bunun için annesi her gün okula gelip Leyla'nın hocaları ile konuşuyor, bahçede beni yakalayıp kızlarını rahat bırakmamı ve benim yüzümden Leyla'nın ders çalışmadığını söylüyor, babası ise tüm akademik çevresini seferber edip bu uğurda gözü dönmüşçesine çaba sarfediyordu.

Artık durum dayanılmaz hale gelmişti, ne müzik çalışmalarının, ne de aşkımızın tadı tuzu kalmıştı ve ne hayal ederken ne bulmuştuk. Ders verip, çeviri yapmaya ve para kazanıp ev tutarak "başka türlü bir paralel geçiş" yapmaya karar verdik. Ancak daha sonra ben bu durumda anne ve babasının ne kadar üzüleceğini düşündüm, artı daha üniversite birinci sınıfta iken böyle bir uğraş ve sorumluluk almanın yaşantımıza ne kadar zenginlik kazandıracağını da sorguladım. Tatsızlaşan durum ve Leyla'daki o hüzün belki bize bir iki acıklı beste yaptırdı ama kesinlikle birbirimize gerçek anlamda yakınlaştırmadı. Davranışlarımız doğallıktan uzaklaşmış ve tepkisel bir boyut kazanmıştı artık.

Eve inatlaşarak geç gidiyorduk, inat olsun diye ders verip para kazanıyorduk, inat olsun diye tartışıyor, konuşuyorduk. Hiç te kötü bir niyetimiz olmamasına rağmen, neredeyse inadına kötü oluyorduk. Zar zor provaları bitirdik, sanki inadına verir gibi bir konser verdik okulda. Annesi konserin gerçekleşmemesi için okul yönetimine başvurmak dahil, her şeyi denemesine rağmen, konsere geldi ve " işte bu benim kızım!" diye böbürlendi.

Sanki yaptığımız her şey yanlıştı. Biz de tabii kendi dünyamızı savunmaya çalıştıkça, onlardan hiç istemediğimiz halde, daha da uzaklaşıyorduk.

Leyla'nın ailesi ile bir gün uzlaşacağımız hayalini tamamen yitirmiştim. Leyla da bendeki bu soğumayı ve uzaklaşmayı bir şekilde görüyor, halimize acıyor ve birşeyler yapmak bu ilişkiyi kurtarmak istiyordu... Artık sözüm ona ayrılmamacasına beraberdik.

Bu arada yaz tatiline girmiştik. Lise'de iken her yaz Bodrum'a giderdik. Kah otostopla, kah otobüsle, kah yürüyerek. Özgürlük damarlarımızda akardı bu seyahatlerde ve yeniden doğardık sanki. Birlikte Bodrum'a gitmeye karar verdik. Ancak Leyla'ya kesinlikle izin verilmedi tabii ve o da "Ailesi ile Datça'ya kampa gitmek ve benim de oraya gelmem ve orada gizli gizli görüşmemiz" şeklinde özetlenebilecek saçma sapan bir formül buldu. Ben de kabul etmek zorunda kaldım.

Datça'ya indiğimde yalnızdım. Çadırımı deniz kenarındaki bir kampinge kurdum ve beklemeye başladım. Leyla geldi. Fena şekilde heyecanlı ve tedirgindi. Babası akşamları dışarı çıkmasına izin vermiyor, verse bile grup halinde ve başlarına da gelişmiş ve tercihen evde kalmış bir adam konarak diskoteğe gidilip geliniliyordu. Görüşmemiz çok çetin olacaktı anlaşılan. " Ben yine gelirim." diyerek kayboldu.

Ertesi gün ağaçlık yolda yürüken karşımdaki virajdan Leyla'nın erkek kardeşi ve arkasında annesi ve babası, ansızın karşıma çıkınca, kendimi yolun kenarındaki böğürtlen çalılarının içine zor attım. Her tarafım kesik içinde kalmıştı. Tatil giderek tatsızlaşıyordu. Çadır'a döndüğümde kapıya iliştirilmiş bir not buldum. Gece grup halinde, adını şimdi hatırlamadığım bir diskoteğe gidilecekmiş (sanırım Çapa Otel. O zamanlar bir tek orası vardı). Bana diskoteğin dışındaki kumsalda beklemem söylenmişti. içeride dans eden insanları ve Leyla'ların arkadaş gurubunu ve başlarına bekçi tayin edilen adamı görüp teşhis edebiliyordum. Bir ara, Leyla çalıların içinden gizlice çıkıverdi ve bir on dakika birbirimize sarılıp, gökyüzündeki parlak yıldızların tadını çıkarmaya çalıştık. Ancak Leyla'nın, bekçi tayin edilen adamın kumsalda onu aramaya çıkmış "Leyla!Leyla!!" diye bağırdığını farketmesi ile, yanımdan ok gibi fırlayıp kaçması bir oldu. Ben ise parlak yıldızların sonsuzluğunda kayboldum, iki saat durmadan kah o yıldız senin, kah bu yıldız benim gökyüzünde dolaştım durdum. Yerimden kalktığımda herşey bitmişti...

Kampinge geri döndüm ve ertesi sabah çadırımı ve sırt çantamı topladım. Teypte Bob Dylan'ın "One More Cup Of Coffee Before I Go" adlı şarkısı çalıyordu. Lokantada kahvaltı ederken, iki tane ispanyol gençle tanıştım. Onlarla tekne gezisine çıktık. Akşamüstü istanbul'a giden otobüste yerimi almıştım. Camdan dışarı baktığımda, Alman bir turist kızın bir arkadaşına sarılarak vedalaştığını gördüm. Otobüs tıka basa dolu idi ve sadece yanımdaki yer boştu. Evet, kader oyununu oynamıştı işte. Muavin " Gidiyoruuuz!" diye bağırdı, otobüs hareket eder gibi oldu. Adının Birgitt Ottman olduğunu sonradan öğreneceğim sarışın Alman kız bir hamlede merdivenleri zıplayarak bir melek gibi yanımdaki koltuğa süzülüverdi... *