bugün

rahmetli vahitin anısına trajikomik bir hikaye

üç sene önceydi bu mahalleye taşındık. uzun yıllar antalya'da nezih bir apartmanın altıncı katında oturduktan sonra bursa'ya, yazları gittiğimiz anneanne evinden dolayı pek de yabancılık çekmediğimiz bu varoşlara taşınmak mecburiyetinde kaldık. taşındığımızın ilk günleriydi.

toprağın çiçekleri ve ağaçlarıyla derinliğindeki sırlarını bizimle paylaştığı, koku ve renk lisanıyla kulağımıza "ömrün bitişini" fısıldayan bir yaz sonunda - sonbahar başlangıcında; daha çok yaprakların döküldüğü ama son bir ümitle bir iki şuursuz çiçekçiğin "şu kış gelmeden biz de açıverelim bari" deyiverdiği bir mevsim geçişindeydik.

bu sokak, çocuklarıyla ince sevinç çığlıkları çıkarıyordu. bir köpek zıplıyor, havlıyor; bir kedi ağır ağır karşıya geçiyordu. arabalar homur homur homurduyor, vızır vızır vızırdıyordu. bütün bunların arasında en güzel ses kuşların ve çocukların çıkardıklarıydı.

anne terliği giyip evimin kapısından çıktığımda, ki en sevdiğimdir, yüzümü lâtif bir rüzgar yaladı. markete gitmek için homur homur homurdayan; vızır vızır vızırdayan arabaların arasından karşıya geçtim. poşeti ev ihtiyaçlarıyla doldurdum. üç de çikolata aldım. bilirsiniz, evdeki kardeş sayısı kadar mutlaka çikolata alınır alışverişlerde. marketten çıktım. parkı geçtim. sağlık ocağının yanından evimin olduğu sokağa geçecekken

"bize de ver şu çikolatalardan ba'aabi!" dedi bir ses.

sesin geldiği tarafa baktım. burun kanatları irice, esmer, saçları üç numara tıraşlı, kafası yaralarla dolu, kötü giyimi ve konuşması pek güven vermeyen 16 - 17 yaşlarında gösteren(belki de daha büyük) cılız mı cılız bir çocuk. yüzünde yastık nedir bilmez, sırtında döşek nedir bilmez bir garibanlığın izleri vardı. hani sorsan hayatında bir rahat uyku uyumuş mudur? uyumamıştır belki. onun uykusu daha çok parkta uyunan uykulardan olmalıydı ki muhtemelen uyuşturucu da kullanıyordu.

"amınakodumun serserisi" dedim içimden. "veremem kardeş bize kadar var" dedim dışımdan. harbiden yalan da değildi, bize kadar vardı. ben ve iki kız kardeşim eşittir üç çikolata. ikisi bana, kalan biri onlara(!)

allah affetsin hiç de sevmezdim böyle hıyar herifleri. ölçüsüz, yakışıksız ve saygısızca gelir, yılışık ve serseri bir jargonla, amortisör gibi bir aşağı bir yukarı yaylanarak ve sanki vermek zorundaymışsın gibi bir yüz ifadesi takınarak senden o an elinde olanı dilenir, emrivaki yaparlar. küçükken çingene mahallesinde gördüklerimden olacak nefret ederim böyle piç tipli olanlardan. şuna bak yüzünde meymenet yok! siktir, yavşak! ne verecem lan sana çikolata, olsa da vermezdim zaten. bunların eline güç geçse bizi de sikerler, orospu çocukları! hah işte, aşağı yukarı böyle şeyler geçiriyordum içimden. şu bıraktığım ülkücü bıyığından, üzerime geçirdiğim beyaz gömlek ve kaşe monttan olsa gerek o sıralar olumsuz cevabıma "eyvallah abi tamam" çekip uzaklaşıyorlardı. eskiden olsa kafama vurur o çikolataları elimden ne yapar eder alırlardı. e başıma gelmedik iş değil. babamın evin kapısında kuruyemiş almam için elime tutuşturduğu parayı uzaktan gören çingene, dar bir sokağa pusu kurmuş ve oraya vardığımda aniden eğilerek yerden aldığı ve yuvarlayarak sertleştirdiği kar topunu bana bıçak çekmiş gibi tutarak "elimde pıçak var çabuk ver parayı" demişti. o çingene de bu tipte bir orospu çocuğuydu işte. çocukluğumda köktüğüm tasoları "say bakayım" demişti üç tanesi. tanımam etmem ama tasolarımı saymak hoşuma gidiyordu. ben de başladım tasolarımı saymaya. biiir ikiii üüüç dööört derken şırank diye eliyle vurup yere düşürdü bir tanesi tasolarımı. derken benim tasolar yaklaşık on saniye içinde buhar oldu. hah işte o dört çocuk da aynı bu tipte piçlerdi işte. ah biz öğretmen çocukları... hep de bizi bulurdu bu piçler.

bi gün sokağımızda bir kavga çıktı. küfür kıyamet... hani sanki o an pencereden baksak "ne bakıyon lan" deyip bizi de dövecekler. öyle gergin bir ortam. gene de baktım. aşağıda o çocuk da vardı. tişörtünü çıkarmış sağa sola bağırıyordu. ve kafası da fena halde kanıyordu. bir ara, yemin ederim, evin camına birisi balta bile fırlattı. polis geldi. ambulans geldi. gürültü kesildi. sonradan anladık ki bu mahallenin çok sıradan, gayet normal bi şeyiymiş bu. gece gündüz saat fark etmeksizin kavgalar oluyordu ve bir zaman sonra kavga sesleri insanın cidden umrunda olmuyordu. "amaaaan gene kavga ediyorlar işte siktir et" gibi bir hale bürünüyordu; kanıksıyordu insan durumu. hatta bi gün, galiba mahalleye yeni taşınan bi amcayla teyze "polisi arasanıza öldürecekler birbirlerini" dedi ortaya. ben de inanılmaz bir sakinlikle sanki çok normalmiş gibi "he yok amca onlar öyle şey yapıyolar ya biter birazdan polis de bi şey yapmıyo zaten" falan dediydim. geldiğim nokta hayranlık vericiydi doğrusu. bu amcaya "sen yenisin galiba" bakışı atmayı da ihmal etmedim tabi.
hemen sol yanımızdaki tek katlı evde oturduğunu sonradan öğrendiğim bir manyak, bazen "allah yakcakkk! hepinizi yakcakkkkkk! kuran çarpcakkkkk!" falan diye bağırarak gece gündüz bakmadan sokakları dolaşıyordu. hatta annemin demesine göre sonradan bu çocuğu hapse almışlar, hala hapisteymiş. ama kardeşi de en az kendisi kadar manyak olduğu için mahalle rahata eremiyordu. böyle acayip, manyak bir mahalle işte çok uzatmayayım. evimize misafir falan geldiğinde en çok korkan kişi yeni olduğu için misafir oluyordu. biz ise "sakin olmasını" söylüyorduk ve umrumuzda olmuyordu ve hatta artık taklitlerini yapıp gülüyor, konu üzerine espriler yapıyorduk. misafir ise bütün bu halimize haliyle şok oluyordu.
ben bütün bunlar olurken mahalleye de mahalleliye de bildiğim en uzun küfürleri ediyorum tabi. nefret ediyorum mahalleden. ama yine de geceleri sessiz saatlerde sigaralar içmeyi ve balkondan sokağı seyretmeyi çok seviyorum bütün bunların arasında.

ve her gün düzenli olarak karşıdaki evin üçüncü katına "vahit! vahit!" diye bağırıyordu ömer. ömer? şu manyak çocuk işte. kavgacı, gürültücü, ona buna küfürler eden manyak. vahit? şu benden çikolata isteyen çocuk. ismi vahitmiş meğer. iyi, öğrenmiş olduk. biri ömer, biri vahit.

bi gün yine bi gece balkondayım. bi ses duydum aşağıdan. "birader bi sigaran var mı be?" diyordu penceredeki ses. buna karşılık "yok" diyordu sokaktaki ses. ulan o an bi içim acıdı çocuklara. hani soruyu öyle bi ses tonuyla sordu ki içim yumuşadı sanki bi anda. sanırsın o kavgacı çocuğun değil de çocuklara şeker dağıtan merhametli bir dedenin sesiydi o. içimden geldi o an. hani gecenin o saatinde sigarasızlık nedir onu da biliriz ya, bağırdım aşağıya:
"ömer! vahit! alın sigara. için hadi" deyip salladım iki dal aşağıya.

ne olduysa o gece oldu. ben vahit'i ve ömer'i daha değişik gözlerle; gözümün içindeki daha sahici bir gözle incelemeye başladım sanki. örneğin o güne kadar hiç keşfetmediğim bir şey gördüm vahit ile ömer'de: merhamet.
mesela kardeşim anlattı, ömer bir gün benim dünyalar tatlısı yeğene içinden geldiği için çikolata alıp vermiş. çok ilginç.
mesela bi gün yine ben balkonda sigara içerken ömer'in ayakkabılarını bağladığını gördüm. tam o sırada teraslarındaki köpekler kendisine "viyk viyk viyk" deyip masum masum bakınca ömer de kafasını yukarı çevirip "söyle babam... arkadaşım... köpek dostum benim..." dedi. çok ilginç.

bi şey oldu. o günden sonra bi şey oldu. ben selam vermeye başladım bunlara. sonra bi gün artık vahit selam vermeye başladı bana. "abi nasılsın" demeye başladı. örneğin balkonda sigara içerken beni görüp kafasını minnet dolu bir ifadeyle aşağıya eğip elini bana doğru sallar, selam verirdi. sokakta denk geliriz, selamlaşırız, halini hatrını sorarım, eve geçerim. hatta yine bi gün babam bu gençlerin yanına gidip "gençler mahallemiz size emanet ha!" diye gaz vermiş. tabi çocuklar "ayıb ediyon be'aabi sen bize bırak" falan demişler gururlanıp. o an yüzlerinde bir gülümseme, bir onur duyma kendilerinde. babam olsa da anlatsa hani şimdi burada.

gel zaman git zaman vahit'i çok sevdim ben. bazen "vahit, gel bakam" deyip bakkala gider "al istediğini hadi" derdim. çikolata, cips mips alır mutlu olurdu. üstüne bi de cigara yaktırırdım. tamam bizim vahit'ten mutlusu yok artık o dakika. osuruk gibi kokusu hemen geçen mutluluklar yaşıyoruz vahit ile. kısa ama etkili mutluluklar. ve galiba vahit gibilerinin meğer "normal biri gibi" davranılmaya ihtiyacı vardı.

yine bi gün gecenin dördünde balkonda sigara içerken karşıdaki otobüs durağında vahit'i tek başına otururken gördüm. sokakta in cin top oynuyordu ve vahit sessiz sessiz sokağa bakıyordu. öylece otururken geceye yayılan bir kapı gıcırtısı sesi kadar yalnız görünüyordu. bi delilik yaptım. sırtıma hırkamı ve kaşe montumu geçirdim vahit'in olduğu yere gittim.

sigara uzattım, yak dedim. yaktık sigaralarımızı. abi, dedi, balkonda öyle dertli dertli oturuyon, senin de bi derdin var. yok beee ne derdi, rahat batıyo bize, dedim.

sustuk. o sıra şiir tamamdı ama sanki bir dizesi eksikti ve bu en önemli yeriydi.

"vahit", dedim, "içme onu, bırak. annen ne kadar üzülüyor hem bak". neyi kastettiğimi anladı ve "olmuyo be abi" dedi. "bırakmıyolar".

sustuk. şiir tamamdı ama sanki bir dize eksikti. her şeyi anlatamıyorduk susarken. hani "bir şey vardır, dilenen adamın, kendisine ve önünden geçenlere bir türlü söyleyemediği..." hani "cümleler, onlarca kelimeyi önlerine katarak, rüzgâr gibi geçerler de dilimizin ucundan; ama işte nasıl olur, söyleyeceğimiz şeyi yine de söyleyemeyiz.":yıldızlı atlas

"ben de yalnızım abi" dedi sigarasından çektiği dumanını üfürürken.

kelimelerden şiir yapıp şiirden atlarımla neden dağların ıssızlığına kaçtığımı, neden ağaçların tenhalığına sığındığımı anlatasım geldi bir an.
"bak şu karşıdaki dağı görüyor musun? balkonda oralara gittiğimi hayal ediyorum hep ben" diyecektim... diyemedim. gelincikten gelinler yapıp ellerimle, gül kokulu bir kederle, ürkek ürkek baktığımı dağlara, neden susup kaldığımı anlayacak sandım bir an. sert görünmeliydim. umursamaz, boş vermiş bir tavırla:

"iyidir yalnızlık, böyle tek tabanca takılmak iyidir, siktir et" dedim.

o gece yağmur başlayınca "keşke yağmur yağmasa" dedi vahit bir de. "neden lan?" diye sordum, "yağmur yağınca 'iyi, iyi rahmet yağıyor' diyen adam güvende hissettirir vahit, ne güzel işte yağsın" dedim.
"öyle abi öyle de... ne bileyim... yağmurda ne oluyor biliyor musun abi?" deyip yutkundu ve devam etti, "bütün acılar patlayıveriyo sanki içimde. dua ediyorum yağmasa diye. dilim milim hepten bağlanıyo. saatler süren bi suskunluk kaplıyo içimi."
haklısın vahit, dedim. yağmur yağdığından mı oluyor bilmiyorum ama, kapanıyorum bazen ben de yüzükoyun yüreğime. bazen ben de "ya duyarsam tıpırtısını arabanın camlarında" diye sancılanıyorum, sesinden kaçıyorum yağmurun.
ama sana bi şey söyliyim mi? anneannem her yağmur yağdığında pencereyi açar biliyor musun? o an böyle bi durduk yere gelen yaşama sevinci... bilir misin onu? böyle osuruk kokusu gibi bi şey. saniyeler sürüyor.

sustuk yine bir zaman.

o dakika sanki bir sait faik hikayesinin ortasında buluverdim kendimi. sanki o an ben parkların sabahı, akşamı, gecesi'nde bankta oturup kalbi ve ruhuyla olan biteni bir vakanüvis gibi kaydeden sait faik; bu çocuk da bütün bunlardan habersiz yanındakiyle sohbete düşmüş 'civci'.

ben o gün oradan ayrılıp eve döndüğümde bir elimde cümleler diğer elimde anlamları vardı. bu elimdeki cümlelerin en basit anlamı bile derin bir yalnızlığı işaret ediyordu. lütfen laf cambazlığı saymayın bu anlattıklarımı. kelimesi kelimesine doğrudur. o günden sonra vahit'i birkaç kere daha gördüm. her gördüğümde vahit içinde şiir yükü taşıyan hafif bir baş selamıyla yanımdan geçti. sigara ikramları, ayaküstü hal hatır sormalar oldu ondan sonrası. ya benim bir işim oldu, ya vahit ortalarda yoktu.

bi gün iki kişi vahit'in evinin önünde bağırıyor, vahit'e küfürler ediyordu. annesi çıktı, vahit yok, dedi. anne, dedi aşağıdaki çocuklardan biri, seninle meselemiz yok, söyle o çocuğuna x'i getirmezse aha sana söylüyorum, çok kötü dayağımızı yiyecek. "dövmen guzum, nolur dövmen" dedi annesi üzülerek.

belki aylar, mevsimler geçti vahit'i hiç görmedim ondan sonra. geçenlerde annem "muhammed" dedi heyecanlı heyecanlı. "duydun mu? vahit vardı ya şu sürekli adını sesleniyolardı hani zayıf bi çocuk,"
"evet, bilmem mi anne ya" dedim, "ölmüş" dedi. "çok zayıflamış uyuşturucudan, midesini almışlar galiba... bugün de ölmüş."

o an sanki günlerdir ipil ipil yağan yağmur dinmiş... gün başını alıp giderken, ben balkondayken, ömer artık "vahit!" diye bağırmaz olmuş... kaç zaman oldu ömer de kavga etmiyor artık birileriyle. değişti biraz bu mahalle. annesi....... neyse.

içimdeki nefesi boşaltırken aklıma o gün vermediğim çikolata geldi. kim derdi ki bir zaman kötülükler yüklediğim bir insan yüzü benim için artık iyilikler yüklediğim bir insan yüzü olarak hatırlanacak.

ah şu insan yüzleri... diyor ya hani.

bir insan yüzüne bir sürü anlam yükleriz. bir yüze iyilikler de yükleriz, kötülükler de. elbisesine bakıp "ne kadar temiz" ya da "ne kadar pis" deriz, gülümsemesine bakıp "ne kadar iyi" deriz bir insan için. bunlar kolay, anlar insan. ama hani sait faik'in hikayesindeki gibi bir adamın sıkı sıkıya bağlamış olduğu paketin içindekinin ne olduğunu bilmeyiz ve dahi merak da etmeyiz.

mesela kaç insan bildi vahit'in yağmuru sevmediğini, yağmurdan korktuğunu? bazı geceler o durakta sessiz sessiz oturup sokağı seyrettiğini?

hayat mutfak penceresinden yağmuru seyrederken güzeldi aslında, biliyor musun vahit?