bugün

görüşlerim

mirsaid sultan galiyev'in yazmış olduğu makaledir;

''Birinci Bölüm - Metodoloji
ASYA VE AVRUPA TÜRK HALKLARININ SOSYO-POLiTiK, EKONOMiK VE KÜLTÜREL GELiŞMELERiNiN ESASLARINA iLiŞKiN BAZI GÖRÜŞLERiMiZ

Asya ve Avrupa Türk halklarının çağımızdaki sosyo-politik, ekonomik ve kültürel gelişmelerini tespit etmek için kullanılacak olan esasların belirlenmesinden önce; konu ile ilgili görüşlerimizin metodolojisi üzerinde kısa bir şekilde olsa dahi durmamız gerekecektir.

Herhangi bir anlaşmazlık ve belirsizliğin giderilmesi için, bir hususu ilk baştan açıkça söylemeliyiz ki, biz bu meseleye de (tüm diğer meseleler gibi) materyalist dünya görüşü ve materyalist felsefe açısından yaklaşmaktayız. Ayrıca biz, bu devrimci felsefe mektebinin daha radikal olan ve tarihi veya diyalektik materyalizm diye adlandırılan koluna önem veriyoruz. Kanımızca, materyalist felsefenin bu kolu, önemli unsurlarının anlaşılabilmesi için en doğru ve bilimsel açıdan daha sağlam bir fikir sistemidir. Zira, ancak onun yardımı ile (sosyal) hayat olaylarının nedenlerini daha net ve gerçekçi biçimde tahlil etmek ve sonuçlarını önceden kestirerek sezmek mümkündür.

Fakat, önceden şunu da söyleyelim ki, bizim -diyalektik, daha doğrusu enerjetik materyalizm mektebine mensubiyetimiz; bu mektebin Batı Avrupalı temsilcilerini (marksist veya komünist denilenleri) körü körüne taklit etmemiz ve onların bu mektebin ürünü bildikleri veya öyle takdim ettikleri herşeyi körü körüne kopya etmemiz anlamına gelmez. Bunu, aşağıdaki nedenlerden dolayı yapmıyoruz:

1) Bizce, materyalist felsefe, Batı Avrupa biliminin ‘müstesna mal’ı değildir. Zira, belli bir düşünce sistemi olarak bu tür felsefe, bu veya diğer şekilde (Fars, Arap, Çin, Türk, Moğol vb. gibi) birçok başka halklarda da, üstelik çağdaş Batı Avrupa kültürünün ortaya çıkışından çok önceki tarihlerde görülmüştür.

2) Bizim birçoğumuz, daha sonra Rusya Devrimi öncesinde, enerjetik materyalist dünya görüşüne sahip olmuştuk. Bu görüş, bizim aramıza yapay bir biçimde ve dışarıdan enjekte edilmiş olmayıp; Rus Milliyetçiliği’nin ve Rus Devletçiliği’nin üzerimizdeki zalimane ekonomik, politik ve kültürel baskılarının bizi ezmekte olan ağır koşullarının doğal sonucu olarak or taya çıkmıştı.

3) Bizim, tarihsel materyalizm taraftarlarına bağlılığımız; onların beyan ettikleri, keza diyalektik materyalizmin Rus ve Avrupa tekelcileri tarafından takdim edilen her türlü fikri nesneyi ‘kutsal’ bir şeymiş gibi tartışmasız olarak kabul etmemizi de kesinlikle gerektirmez.

insan, kendisini bin kez materyalist, marksist, komünist veya şimdilerde Rusya’da moda olan ifadesi ile Leninist ilan edebilir. Bunu tüm dünyaya olanca gücü ve sesi ile bağırabilir. Bu alandaki yüzlerce ve binlerce konuda yüzlerce ve binlerce cilt kitap yazılabilir. Fakat yine de asgari düzeyde bile gerçek materyalizm ve komünizm ile ilgisi olamayabilir.

Tutum ve hareketlerinden de vazgeçelim, görüşlerinde ve vardıkları sonuçlarda da gerçek devimcilik görülmeyebilir. Bu nedenden dolayı, biz, onlar karşısında herhangi bir yükümlülük almamakla birlikte, tüm beklentilerin aksine olarak, diyalektik materyalizm üzerindeki tekelcilik haklarını tartışmaya açmaya cesaret ediyoruz.

Örneğin, birincisi sömürgeler meselesi... ikincisi de komünizmin, diğer bir deyişle sınıfsız ve kimsenin kimseyi istismar etmediği bir toplumun gerçekleştirilmesi yöntemleri... Bu iki konuda Rus komünistleri ve onları takip eden Batı Avrupalı komünistler, aleni yanlışlar yapmaktalar... Bunun neticesinde de -insanlığın anarşi ve kargaşa baskısından kurtuluşu değil- talan, yoksulluk ve ölüm olacaktır. Onlar, Avrupa kapitalizmini ve soyguncu Avrupa emperyalizmini eleştirdikleri ve yerdiklerinde, her zaman ve her konuda olmamakla birlikte, kendileri ile mutabıkız. Keza, çağdaş Avrupa kapitalist kültürünün gericiliğini gündeme getirdiklerinde de mutabıkız. Ne var ki, tüm bu düşüncelerden çıkardıkları sonuçlar ve sundukları reçeteler konusunda, kesinlikle mutabık değiliz.

Bizce, onların sundukları reçete -ki, Avrupa Toplumu’nun bir sınıfının (burjuvazinin) dünya üzerindeki diktatoryası yerine, onun karşıtı olan diğer sınıfın, (proletaryanın) diktatoryasını öngörmektedir- insanlığın ezilen kısmının sosyal hayatına hiçbir önemli değişiklik getirmeyecektir. Her halukârda nesnel bir değişiklik olacaksa da, bu değişiklik iyileşme yönünde değil, kötüleşme yönünde olacaktır. Bu, sadece daha az gücü olan ve daha aşağı düzeyde organize bir diktatoryanın yerine, aynı kapitalist Avrupa’nın (ki, Amerika’yı da buraya dahil etmek gerekmektedir) Avrupa çapında bütünleştirilmiş olan tüm güçlerinin dünyanın geriye kalan kısmı üzerinde ortak diktatoryasının getirilmesi demektir.

Biz, bunun karşısında farklı bir tez ortaya koyuyoruz. Şöyle ki; insanlığın yeniden yapılandırılmasının maddi zemini, yalnızca sömürge ve yarı-sömürgelerin metropoller üzerinde diktotaryası aracılığı ile oluşturulabilir. Zira yalnızca bu yol, yerkürenin Batı Emperyalizmi tarafından zincirlere vurulmuş olan üretici güçlerinin kurtuluşu ve atılım yapması için gerçek bir teminat sağlayabilir. Biz, bu metodolojiden hareketle, belirli bir sorular sistemi oluşturuyoruz ki, bunlara verilen cevaplar, başlıca meselemizin doğru bir biçimde çözümlendirilmesini sağlayacaktır. Bu sorular, aşağıdaki konuları içermektedir:

1) Bir sosyo-ekonomik organizma olarak Türk Dünyası, çağdaş dünyanın ekonomik ve politik sisteminde nasıl bir görüntü vermektedir?

2) Türk halklarının, tümü birarada ve ayrı ayrı dallar olarak, normal ekonomik, politik ve kültürel gelişmeleri için hangi iç ve dış koşullara ihtiyaç duyulmaktadır?

3) Bu koşullar hangi yollardan hareketle sağlanabilir? Evrim yolu ile mi, yoksa devrimci atılımlarla mı?

4) Bu veya diğer yönde yapılacak olan çalışmaların somut yöntemleri ne olmalıdır:

a) Strateji ve taktik yönünden? b) Organizasyon biçimleri yönünden?

ikinci Bölüm - Çağdaş Dünyanın Ekonomik ve Politik Sistematiği içinde Bir Sosyo-Ekonomik Organizma Olarak Türk Dünyası
Günümüz dünyasının ekonomik ve siyasi sistematiği içerisinde çağdaş Türk Dünyası’nın yeri ve rolü konusunun çok önemli bir mesele olduğu kanısındayız. Asya ve Avrupa Türk halklarının sosyo-politik, ekonomik ve kültürel gelişmelerinin esasları ile ilgili çözüm yollarını, buradan hareketle çizebiliriz.

Dünyanın sosyal ve hukuksal ilişkileri kapsamında, kim ve ne olduğumuzu, bu ilişkilerin içeriğini anlamadan, ne ve kim olmamız gerektiğini de tespit edemeyiz.

Konunun analizini, ikinci bölümünden, diğer bir deyişle çağdaş dünyanın sosyal ve hukuksal- ekonomik, politik ve kültürel sistematiğini ele alarak başlatabiliriz:

1. Çağdaş Dünya Ekonomisi ve Politikası’nın Köleci - Sömürgeci - Emperyalist Karakteri Yerkürenin halkları arasında sosyal ve hukuksal ilişkilerin analizi, bir hususu ortaya koymaktadır: Çağdaş insanlığı oluşturan milletler, sayı, sosyal ve hukuksal açılardan eşit olmayan iki düşman kampa bölünmüş durumdadır. Bu kamplardan birisinde, insanlığın yalnızca yüzde 20 ile yüzde 30’unu oluşturan ve tüm yerküreyi, altında ve üzerindeki var olan her türlü ölü ve canlı zenginlikleri ile birlikte ele geçirmiş olan halklar bulunmaktadır. Diğerinde ise insanlığın beşte dördünü oluşturan ve birinci kampa mensup bulunan halkların, diğer bir deyişle ‘efendi’ halkların ekonomik, siyasal ve kültürel tahakkümü ve köleliği altında inleyen halklar yer almaktadır.

Efendilerin kendi medeni dillerinde ‘uygar’ olarak adlandırılan ve birinci kampa mensup olan halklar, insanlığın kölelikten, cehaletten ve sefaletten kurtarılması ile görevlendirilmişler... ikinci gruba mensup olan halklar ise onların dillerinde ‘vahşi’, ‘yerli’ ve bu tür ibarelerle tanımlanmakta olup, birincilerin ‘bilimsel’ görüşlerine göre; “Efendi halkların çıkarlarına hizmet etmek için yaratılmışlar!” Yerliler ve vahşiler ise kendi kelime bagajlarının yoksulluğu veya bilim yoksunlukları yüzünden ‘medeni’ halkları tanımlayabilmek için özel terimler üretememişler ve bunları yalnızca ‘köpekler’, ‘eşkıyalar’, ‘cellatlar’ veya benzer yakışıksız ve anlaşılmaz sıfatlar kullanarak tanımlama yoluna gitmişler.

Avrupa ve Amerika’nın ‘medeni’ halkları, ki yerkürenin diğer kısımlarına da yayılmakta ve genel olarak ‘Batı Halkları’ diye adlandırılmaktalar, birinci kategoriye aittirler. Asya, Afrika halkları ile Avrupalılarca sömürgeleştirilmiş olan Avustralya ve Amerika’nın yerli halkları da ikinci kategoriye girmektedirler.

Bu iki grup arasındaki ilişkileri irdeleyerek şu noktayı tespit etmiş bulunuyoruz: Batı halklarının (metropoller), sömürge veya yarı sömürge halkları ile ilişkileri, tam bir kölelik ilişkileri niteliğindedir.

Batılı halkların teknolojik ve kültürel gelişmelerini etkileyen birtakım tarihsel ve doğal coğrafya koşulları, dünyanın değişik bölgelerinde bulunan halklar arasında ekonomik ve kültürel ilişki araçlarının, diğer bir deyişle uluslararası ulaşım yollarının ve askeri stratejik mıntıkaların, bu halkların eline geçmesini sağlamıştır. Bu durum, Batı-Doğu medeniyetlerine mensup bulunan halklar arasındaki uluslararası siyasi ve ekonomik ilişkilerde tüm inisiyatifin onların ellerinde birikmesi için zemin oluşturmuştur. Avrupa’nın teknolojisi ve kültürü, tarihin belli bir aşamasındaki varoluş mücadelesi sırasında, sözkonusu aşamada, onların üzerine çökmüş bulunan ve zamanının dünya efendileri olan müslüman Asya ve Afrika halklarının teknoloji ve kültürüne kıyasla, daha güçlü bir direnç ve rasyonalizm sergilemiştir ki, bu da onların diğerlerini ezmelerini ve gereken üslerin işgal edilmesinden sonra, etkilerini Asya ve Afrika kıtalarına yaymalarını sağlamıştır.

Dünya ticaret yolları, pazarlar ve hammadde kaynakları, küçük istisnalar dışında, Batı halklarının ellerine geçmiştir. Batı halkları, kendi ulusal kölelik sistemlerini, ki feodalizm dönemindeki toprak köleliği sistemi aslında köle ekonomisi olduğu gibi kapitalizm döneminde de sınıf baskısı bir tür kölelikten, insanın insan tarafından fakat bu sefer farklı bir biçimde istismarından başka bir şey değildir, .siyah ve sarı kıtalardaki kendi sömürgelerine de taşımış ve bu kölelik sistemine uluslararası bir nitelik kazandırmışlardır. Böylece, bu kıtaların halkları, fiiliyatta, kendi ülkelerinin zenginlikleri üzerinde mülkiyet hakları olmayan ve ‘medeni’ efendilerinin (metropolya halklarının) refahları için çalışan birer köle durumuna gelmişlerdir.

2- Metropollerin Maddi Kültür Esaslarının Paraziter ve Gerici Karakteri, Çağımız Dünyasındaki Gelişmelerin Başlıca Faktörüdür. Çağdaş dünya ekonomisinin kapitalist- köleci seciyesi, onun bir diğer özelliğini, günümüz dünyasında görülen gelişmelerin başlıca faktörü olarak çağdaş batılı halkların kültürlerinin toptan paraziter ve gerici karakterini de belirlemiştir. Metropollerin maddi kültürünün anlatılan özellikleri, şu iki hususu açığa çıkartmaktadır:

a) Statik Husus: insanlara gerekli olan tüketim maddelerinin üretim ve tedavül araçlarının metropolya halklarının ellerinde tekel halinde birikmiş olması

Belli başlı tüm üretim araçları (fabrikasyon endüstrisi), tedavül araçları (banka sermayesi ve bunun altyapısı), ulaşım ve iletişim araçları (deniz yolları, demir yolları, hava ulaşım araçları, telgraf ve radyograf), hammadde (petrol, taş kömürü, filizler, hayvansal ve bitkisel ürünler) kaynakları, keza endüstriyel ürünlerin satış pazarları, topu topu 300-350 milyon nüfusa sahip bulunan metropollerin ellerinde birikmiş durumdadır. Batı, bu açıdan aynen dev bir ahtapot gibi, insanlığın beşte dörtlük bir kısmını sarmış ve onun tüm yaşamsal kaynaklarını sömürmektedir. Ve bu ahtapot, sade bir deniz ahtapotu olmayıp, Batı’nın askeri buluşlarının ve savaş sanatının en yeni teknolojileri ile silahlanmış zırhlı bir ahtapottur... Vurucu bir ahtapottur... Ölümcül bir ahtapottur!... Elbette ki bu kazanımlar, ahtapotun cesaret ve yiğitliğini arttırmamıştır. Ne var ki, ahtapotun korkakça zalimliği ve açgözlülüğü artış göstermiştir. Ahtapot, şimdi sömürge ve yarı sömürge halkların kanlarını emerek, dünya halklarının daha geniş olan kısmının zayıflaması, pauperleşmesi(?), yozlaşması ve ölümü hesabına, daha küçük olan diğer kısmını zenginleştirmektedir:

b) Dinamik Husus: insanlığın Üretici Güçlerinin Azami Gelişmesi Açısından Metropollerin Maddi Kültürünün Paraziter ve Gerici Olması

Bu husus, birinci husus ile sıkı sıkıya bağlı olup onun devamını oluşturmaktadır. Gerçekten de, yaşadığımız bu dönemde, dünyanın düzenleyicileri olarak metropollerin çağdaş kültürü nasıl bir şeydir?.. Neyin üzerine bina edilmiştir ve nereye doğru gitmektedir?.. Mesele, Batı’nın madde kültürünün niteliğinin ve bu ekonomik sistemin (tekelci kapitalizm veya emperyalizm) yalnızca tekelci karakterde olması ile de bitmiyor. Mesele buradadır ki, metropollerin maddi kültürünün içeriği, diğer bir deyişle tüm bu ‘tekelci kapitalizmler’in, ‘emperyalizmler’in ve Batı Toplumu’na ait diğer sosyal kategorilerin asıl özü, kesinlikle onun şekli ile değil, dinamikleri ve özgün gelişme eğilimi ile bağlantılıdır.

Bu eğilim, Batı halklarının çağdaş maddi kültürünün varoluşu ve gelişmesinin, sadece Doğulu halklara karşı uygulanan kölelik ve tahakküm sisteminin korunması (diğer bir deyişle sömürge ve yarı sömürgelerin doğal zenginliklerinin istismarı) olarak değil, aynı zamanda bu ülkelerin üretim güçlerinin engellenmesi ve bunların maddi kültürünün artışına karşı set çekici bir baskı uygulanması olarak açıklanabilir.

Çağdaş Batı Kültürü, hangi prensiplere dayandırılmıştır?..

Metropoller ve sömürgeciler için mal üretimi ve pazarlanması, diğer bir deyişle dünyanın ekonomik süreci içerisinde tekelcilik prensibine dayandırılmıştır.

Çağdaş Batı Kültürü ne üzerine bina edilmiştir?...

Sömürge ve yarı sömürgelerin kendi iç ekonomik gelişmelerinin engellenmesi, ulusal endüstrilerinin yokluğu, diğer bir deyişle bu ülkelerin tarımcı-köylü karakterlerinin sürdürülmesi üzerine bina edilmiştir, ki, bu durumda bu ülkeler, kendi ekonomik faaliyetleri sırasında, metropollerin, yani dünyanın tekelci endüstrisinin ‘yardımı’na başvurmak zorunda kalsınlar.

Tekelci sanayinin yardımına başvurma zorunda kalma süreci, somut olarak aşağıdaki unsurlardan oluşmaktadır:

a) Metropol ekonomilerinin başlıca unsuru olan ekonominin ucuz hammadde temini ile yaşatılması Batılı halkların hammadde kaynağı olarak Asya ve Afrika ülkelerine yönelik işgalci politikaları ve bu politikaların beraberlerinde getirdikleri tüm diğer olaylar, bu noktadan kaynaklanmaktadır: Birincisi, yarı sömürgelerdeki bağımsızlık kırıntılarına karşı verilen acımasız mücadeleler ve sömürgeler tarafından bağımsızlık yönünde sergilenen en küçük bir girişimin bile zalimce cezalandırılması... ikincisi ise metropollerin belli başlı ulusal grupları arasında sömürge mülkleri için aralıksız olarak sürdürülen rekabet savaşlarıdır... Diğer bir deyişle, bir taraftan metropoller ile sömürgeler arasındaki sosyal ihtilafların artışı, diğer taraftan da diktatör metropollerin farklı soyları arasındaki ulusal ihtilafların kökenleri burada saklıdır.

b) Sanayi ürünlerinin ucuza mal edilişinin sağlanması

Üretim teknolojisinin geliştirilmesi, metropollerin sanayi işçilerinin ve sömürgelerin yardımcı işçilerinin istismarı yoluyla gerçekleştirilmektedir. Metropollerde sınıfsal ihtilafların varlığı ve bu ihtilaflara dayalı olarak sınıfsal siyasi partilerin ortaya çıkış nedenleri bu noktada saklıdır.

c) Metropollerin sanayi ürünleri için ucuz (kârlı) satış pazarlarının sağlanması

Metropollerin, sömürgeleri ve yarı sömürgeleri yalnızca kendi ellerinde ve kendi boyundurukları altında tutmak yönünde değil, aynı zamanda metropollerin sanayi ürünlerinin daimi satış pazarları olarak elde tutmaya yönelik sömürgeci politikalarının yoğunlaştırılması bu hususla ilgilidir.

Bu politikalar, sömürgeler ile metropoller arasındaki sosyal ihtilafların yalnızca yoğunlaşmasına neden olmaktadır ve bu ihtilaflar, birinci derecede uluslararası faktör niteliği kazanmaktadır.

Metropol maddi kültürlerinin gelişme sürecinin bu sonuncu unsuru, sömürgeler ile metropoller arasında oluşan ilişkiler açısından özellikle büyük önem taşımaktadır. Zira bu unsur, çağdaş batılı halkların kültürünün başlıca dinamiğini ve çağdaş insanlığın gelişme sürecinde ortaya çıkan tüm sosyal sapmaların da başlıca nedenini oluşturmaktadır.

Sözkonusu sapmalar aleni olarak ortadadır ve bunları yalnızca körler ve siyasi açıdan dejenere olmuş tipler inkâra yeltenebilirler. Bu sapmaları şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Yerküre ve özellikle de sömürge ve yarısömürgelerin zenginliklerinin insanlığın genel çıkarları açısından hunharca ve verimsizce işletilmesi

Bu gerçeği yeniden kanıtlamaya ihtiyaç yoktur kanısındayım. Zira, metropollerin kendi ‘evlerinde’ki ve sömürgelerindeki ekonomik faaliyetlerine bakmak yeterlidir.

b) Dünya üretim sürecinin ve genel tedavül sürecinin irrasyonel düzeni ve bunun sonucu olarak kütlevi insan enerjisinin verimsiz bir şekilde yokedilişi

Metropollerin ellerinde yoğun bir şekilde birikmiş olan üretim araçlarının, hammadde ana kaynaklarından ve dünya satış pazarlarından uzakta bulunmalarından dolayı, hammaddenin üretim araçlarına ve bunlardan alınan ürünlerin de (malların) satış pazarlarına yönelik olarak uzak mesafelere taşınmaları gerekmektedir.

Örneğin, yün ve deri hammaddesi Tibet’ten Hindistan veya Afganistan’dan Büyük Britanya’ya doğru taşınmak... Burada kumaş, ayakkabı ve diğer mallara dönüşerek gerisin geriye tekrar kendi anavatanına yolculuk yapmak zorundadır. Aynen bunun gibi Türkistan veya Güney Kafkasya pamuğu (bu arada Bakü petrolü de) önce medeni ülkelere -sözgelimi Moskova veya Ivanovo-Voznessensk’e- seyahat etmek, burada manifatura veya başka bir şeye dönüştükten sonra tekrar Türkistan veya Güney Kafkasya’ya, bazen de daha uzaklara (iran, Afganistan vb.) geri dönmek zorundadır. Araçların ve insan enerjisinin ekonomik kullanımı açısından tam tersine bir yöntem, diğer bir deyişle, hammaddeyi kendi vatanında, yani sömürge ve yarısömürge ülkelerde gerekli tüketim mallarına dönüştürmek, daha doğru bir hareket olacaktır. Bu ülkelerdeki üretim araçları, ki bunları metropollerden sağlamak ve yeniden organize etmek mümkündür, dışında kalan tüm koşullar (hammadde, sıvı yakıt, kullanılmayan ve boşu boşuna yok olup giden insan enerjisi, bunun yanısıra sömürge halklarının fabrika mallarına karşı duydukları kütlevi ihtiyaç) mevcuttur. Söz konusu mallar, yalnız bundan sonra ihtiyaca göre yurt dışı yolculuklarına artık doğal biçimlerinde değil, medeni mallara dönüşmüş olarak ve oralardan gelecek olan doğal tüketici talepleri ile orantılı olarak gönderilecektir. c) Mevcut durumun ve mevcut yapının (yani dünyanın ekonomik düzeninde görülen irrasyonelliğin ve bundan ileri gelen sosyal sapmaların-adaletsizliklerin) sürekli ve düzenli bir biçimde korunması için insan enerjisi kütlevi ve verimsiz bir şekilde harcanmaktadır.

Bu husus, Batı’nın azgın militarizminde, onun kara-deniz ve hava kuvvetlerinin, iç ve dış koruyucu kontenjanının akıl almaz bir şekilde arttırılması ile açığa vurulmuş bir durumdadır. Batılı halklar, yalnızca her türlü ‘sarı’, ‘siyah’ ve diğer ‘tehlike’ ve ‘panizm’lerden değil, aynı zamanda ‘birbirlerinden’ de korunmaktalar.

d) Sömürge ve yarısömürge ülkelerin üretim güçlerinin (yerküre nüfusunun büyük bir kısmı) doğal bir şekilde gelişmesinin engellenmesi...ki, bu zeminde sömürge ve yarısömürge halklar ile metropolya halkları arasında aleni bir sosyal eşitsizlik oluşmakta, bir bütün olarak çağdaş insanlığın medeni yönden gelişmesi engellenmektedir.

Sömürge ülkelerdeki gerici ekonomik ve sosyal düzenlerin muhafaza edilmesi, sömürgeci Batı Emperyalizmi’nin işine gelmektedir. Zira, metropollerin eşkiya kültürü yalnızca bu gerilik zemini üzerinde soluk alabilir ve geliştirilebilir. Sömürge halklarının karanlık ve baskı içerisinde tutulması, kendi tarihsel gelişme süreçleri içerisinde insanlığın başına hapishane gardiyanı kesilmiş olan batılı halklar için gerçek ve yaşamsal bir ihtiyaçtır. Metropolya halkları ve onlar tarafından sömürülmekte olan sömürge halkları arasında görülen sosyal eşitsizliğin nedeni burada saklıdır. Metropolya halkları, her türlü medeniyet nimetlerinden, teknoloji ve bilimden yararlandıkları halde, sömürge halklarının ana kitlesi, yarı aç ve dilenci hayatı içinde sürünmektedirler. Bir tarafta çelik ve granitten yapılmış gökdelenler, diğer tarafta miskin ve izbe barakalar... Bir tarafta otomobil, tramvay, otobüs, tren, buharlı gemiler ve uçaklar... Diğer tarafta tembel kısraklar, Nuh zamanından kalma kağnılar ve arabalar... Bir tarafta elektrikli sabanlar, traktörler, buharlı değirmenler, sulama sistemleri, yapay gübreler... Diğer tarafta karasaban, kürek, kazma ve tırmık... Bir tarafta elektrik, telefon, telgraf ve radyo... Diğer tarafta kara çıra, gaz lambası ve artı tüm diğer şeylerin yokluğu... Bir tarafta güzel sanatlar, edebiyat, oyunlar ve kahkahalar... Diğer tarafta umutsuzluk ve karanlık, sürekli acılar ve gözyaşları... Bir tarafta tokluk, güven ve her yönüyle teminat altına alınmış bir yaşam... Diğer tarafta açlık, soğuk, sefalet, ölüm ve yozlaşma!... Bu duruma hak verebilir miyiz?.. Bütün bunları normal bir durum ve normal bir düzen olarak kabul edebilir miyiz?.. Hayır!.. Ve yine hayır!.. Bu durum, hangi ahlak öğretisi açısından bakılırsa bakılsın, en büyük sosyal sapmanın ve dünya çapındaki sosyal adaletsizliğin ifadesidir!

3. Metropollerin Ulusal Kültürlerinin Bütünleşme Eğilimi

Burada, özellikle bir soruya cevap vermeden geçecek olursak, metropollerin kültürüne ilişkin yapmakta olduğumuz analiz; yarım kalacaktır: Metropolya halklarının kültürü nereye yönelmiştir?.. Ve neye dönüşmek yolundadır?.. Bu sorular, sözkonusu kültürün gelişme dinamiği ile sıkı sıkıya ilişkili olup, onun en karakteristik ve önemli özelliklerini, ki bunlar yakın döneme yönelik olarak dünyanın gelişme perspektiflerine açıklık kazandırmaktadır, birini ortaya çıkarmaktadır. Biz, bu özelliği bütünleşme, diğer bir deyişle, metropolya halklarının ulusal ve maddi kültürlerinin merkezileşmiş bir şekilde bütünleşmesi olarak tespit etmekteyiz. Böyle bir eğilim var mı?.. Evet, vardır.

Yani emperyalist savaş, savaş sonrasında da Rusya ve diğer ülkelerde yaşanan devrimsel depremler, ‘muzaffer’ ülkelerin değişik grupları arasında günümüzde sürdürülmekte olan ‘diplomasi’ mücadelesi, batılı halkların değişik siyasi partilerinin sergiledikleri harıl harıl çalışmalar... Tüm bunlar, söz konusu eğilimin muhtelif şekillerde açığa vurulmasından başka bir şey değildir. Bu eğilim, şu iki çelişkinin baskısı altında cereyan etmektedir:

1) Metropolya halklarının mevcut maddi kültür yapısının (ulusal parçalara bölünmüş olan özel mülkiyetli veya anarşist kapitalizm) özüne ters düşmektedir.

2) Bununla bağlantılı olarak, sömürgelerde metropollerin zulmünden kurtularak sosyal özgürlüğe ve ulusal kurtuluşlara kavuşma koşullarının oluşması, diğer bir deyişle sömürgelerin ulusal kurtuluş hareketleri güç kazanmaktadır. Birinci çelişkiyi ele alalım. Bunun en somut ifadesi nedir?.. Şöyle açıklayabiliriz: Mevcut düzen, metropolya halklarının maddi kültür esaslarının mevcut yapısı, ileride onlara sömürge halklarını düzenli bir biçimde; cezasız, belasız ve tam anlamıyla istismar etme imkânı vermeyecektir. Metropolya halklarının maddi ihtiyaçları, bu halkların maddi kültürünün mevcut yapısını aşmış durumdadır. Köleleştirilmiş insanlığın can damarlarının herkes tarafından ayrı ayrı ortak bir plan ve merkezi bir irade olmaksızın sömürülmesi, verimlilik açısından istedikleri etkinliği yaratamamakta, beklenilen azami sonucu verememesinin yanısıra, soyguncuların isteklerinin aksine çeşit çeşit sürprizi de beraberinde getirmektedir. Görülüyor ki, sömürgeler ile yarısömürgelerin ve insanlığın geriye kalan kısmının mevcut sömürülme sistemi, onların bedenlerindeki kanın devinimini tamamen durdurmak için yeterli değildir. Onlar, yaşamsal yeteneklerini muhafaza edebilir... Yaşayabilir, soluyabilir ve zaman zaman bu istismarcılar, başkalarının mallarını bölüşmek için kendi aralarında kavgaya tutuştuklarında, onlara karşı ayaklanabilirler. Fakat... Batılı halklar, sömürge halklarının bu tür hareketlerine göz yumma gibi bir ‘lüks’e izin verebilirler mi?..

Elbette ki hayır!

isteseler de istemeseler de, kendi maddi kültürlerinin iç yapısının değiştirilmesi; yeni, daha ileri, daha düzenli ve mükemmel bir ekonomik yapının oluşturulması, ekonomik gündemlerini işgal etmektedir... Ve başka türlüsü de olamaz! içinde bulunduğumuz ve artık geçmekte olan dönemde, metropolya halklarının maddi kültürünün iç yapısının özelliği nedir?.. Bu özellik, iki temel üzerinde bina edilmiştir: Ulusların kendi içlerinde özel mülkiyet... Ve uluslar arasında özel mülkiyet. Diğer bir deyişle, üretim araçları ve elde edilen zenginlikler, ister ulus içerisinde, ister değişik ulusların arasında, göreceli olarak dağınık bir durumdadır.

Birinci hususu, ulusun kendi içindeki mülkiyet olgusunu ele alalım: Bu husus, batılı halkların maddi kültürünün gelişme süreci içinde hangi sonuçları vermektedir?..

Bunlardan birincisi, mülkiyet sahipleri -yani kapitalistler ve onların oluşturdukları gruplar (tröstler, sendikalar, karteller vb.)- bazı durumlarda ise değişik sanayi dalları arasında yaşanan rekabettir. Bunlar, kazanç ve daha büyük kârlar peşinde koşarak birbirleri ile mücadele ediyorlar ve enerjilerinin büyük bir kısmı, bu mücadeleye harcanıyor.

Doğrudur... Sözkonusu rekabet, özel mülkiyete dayalı kapitalizmin tek ve zaruri ilkesidir. Sermayenin birikimi ve merkezileştirilmesi açısından ilerici bir rol oynamaktadır. Fakat, toplumsal çapta ve bağımsızlığa kavuşmak için can atmakta olan sömürgelerin var olduğu bir ortamda, böylesi bir rekabet, metropollerin istismar yeteneğini azaltmakta olan bir faktördür. Örneğin, herhangi bir ingiliz, bir ingiliz kapitalist kuruluşu ile iş yapmak için Hindistan’a gidecekse, kendi sermayesinin bir kısmını benzeri bir ingiliz kuruluşu ile mücadele etmeye harcamak, güç ve imkânlarının bir kısmını bu yolda kaybetmek zorundadır. ingiliz sermayesinin. Hindistan’daki soygun düzeni, ulusal düzeyde bir merkezileşme ve işbirliğinin olmayışı yüzünden, merkezileşme durumunun sağlayabileceği sonuç ve verimliliğin tamamını yüzde yüz olarak temin edememektedir.

Özel mülkiyet ilkesi; metropollerin gücü açısından diğer bir olumsuz faktörü, ulusun kendi içindeki sınıflararası eşitsizlikten doğan sınıf mücadelesini de beraberinde getirmektedir. Sınıfların mücadelesi ortamında, Avrupa’da mevcut olan başlıca sınıfların ideolojisini yansıtan üç siyasi akım oluşmuştur: Büyük burjuvazinin siyasi ideolojisi olan konzervatizm... Orta ve küçük burjuvazinin siyasi ideolojisi olarak liberalizm... Ve işçi sınıfının ideolojisi olarak sosyalizm.

Bu sınıfların kendi aralarında verdikleri mücadele, ki fiilen ve belli ölçülerde siyasi iktidarı ele geçirme isteklerini yansıtmaktadır, bazı durumlarda metropollerin sömürgelere yönelik baskı gücünü zayıflatacaktır. Bu noktada, Rusya’nın 1904 yılında Rus-Japon Savaşı’nda yenilgiye uğramasını örnek gösterebiliriz. Bu dönemde, Rusya içinde yeterince açık görülen bir sınıf mücadelesi yaşanmış... Liberal Rus ticaret-sanayi burjuvazisi, feodal-toprak burjuvazisine yönelik birtakım talepler ileri sürmüştü. Rus işçi sınıfı da, bunların her ikisine yönelik siyasi taleplerle ayaklanmıştı. Bu durum, Ruslar’ın savaş alanında yenilmelerinin başlıca nedenini oluşturmuştu. Bu örneğin tersini kanıtlayan diğer bir örnek olarak da, yenilenmiş Türkiye’nin uluslararası emperyalist çeteler üzerinde 1922 yılında muzaffer oluşunu gösterebiliriz. Ki bu zaferin esasen bir nedeni vardı: Bu dönemde ayaklanmış olan Kemalist Türkiye, ulusal bağımsızlık tutkusuyla birlik olan Türk Ulusu’nun tüm sınıflarının oluşturduğu bir bütündü. Düşman cephe ise, ulusal ve sınıf çelişkilerinin fokurdatmakta olduğu bir volkandı.

Ve biz burada bir hususu tespit etmek zorundayız: Çağdaş koşullar içerisinde metropollerde sürdürülen sınıflar mücadelesi ve bunun gelişmesi, yine de batı hegemonyasının ilerlemesini engelleyici bir faktördür!

Yukarıda hatırlatmış olduğumuz ikinci husus; metropolya halkları arasında özel mülkiyet, diğer bir deyişle bunların ulusal rekabeti ve bu uluslar arasında mücadeleyi tahrik eden maddi kültürlerinde görülen bölünmüşlük de böyle bir faktördür. Bu faktörün varoluşu, dünyanın efendileri olarak metropolya halklarının durumlarını zorlaştırmakta, onların sömürgelere karşı ortaklaşa uygulamakta oldukları baskıları zayıflatmakta, sömürgelere manevra ve belli bir hareket imkânı sağlamaktadır. Türkiye’nin bağımsızlığının muhafaza edilişi, Afganistan’ın bağımsızlığının ihya edilişi, Mısır’da bağımsızlık eğilimi belirtilerinin artışı nasıl mümkün olabilmiştir?... Hindistan’da, Marakeş’te, Çin’de ve buna benzer yerlerde ulusal kurtuluş hareketlerinin güç kazanması hangi zeminde gerçekleşebilmiştir?.. Polonya gibi bazı eski ülkelerin yeniden ihya olması; Çekoslovakya, Litvanya, Letonya, Estonya ve irlanda’nın kurulabilmeleri nasıl gerçekleşebilmiştir?... Nihayet, Rusya’daki Rus olmayan ulusların ulusal kurtuluş hareketlerinin ivme kazanması hangi zeminde gerçekleşmektedir?...

Tüm bunlar, aslında metropollerin madde kültürlerinin bölünmüşlüğü sayesinde mümkün olabilmiştir. Metropolya halklarının kendi aralarında birincilik ve dünya hegemonyası uğrunda kavgaları, sömürgelere karşı uyguladıkları baskıların gevşemesine neden olmakta ve bu sonuncuların siyasi bağımsızlık mücadeleleri için imkan sağlamaktadır.

ikinci çelişkiye, SÖMÜRGE ve YARlSÖMÜRGELER’in kurtuluş mücadelelerine gelelim.. Böyle bir hareket gerçekten var mı?.. Eğer var ise gerçekten de gelişiyor ve büyüyor mu?.. Bu sorulara gerçeklerin dili ile cevap verelim:

Japonya: Yarım asır önce Japonya, fazla büyük olmayan yarısömürge bir ülke idi. Uluslararası politikalara karışmayı hayal bile edemezdi. Fakat bir kez uyanmaya başlaması, Asyalı halkların korkulu düşü olmaya, Avrupa’nın jandarması ve azılı feodal emperyalist olan Rusya’yı tuzla buz etmeye yetti ve arttı bile!.. Aradan 10 yıl bile geçmemiştir ki, Japonya, Rusya’dan sonra diğer bir Avrupalı emperyalist devletin, Almanya’nın ezilmesine iştirak ediyor. Uzun süreli mi, değil mi?.. Şimdilik, Almanya, rayından çıkartılmıştır. Japonya ise ingiltere’ye karşı, Fransa-Çin ve Rusya’yı da içine alan bir blok oluşturmaktadır. Eğer bu niyetleri gerçekleşirse, yarın deniz ötesi devleti ABD’ye karşı bloka da iştirak edecektir. Japon halkının geleceği, yerleşim için Sibirya kapılarının açılması, Japon ticaret ve sanayi sermayesinin faaliyetleri için Çin ve diğer ülkelerin kapılarının açılmasını zorunlu kılmaktadır. Avrupalı emperyalist devletlerin parça parça edilerek ezilmeleri, Japonya’nın çıkarlarına uygun düşmektedir.

Türkiye: Bu ülkede olup bitenler, çilekeş Türk Ulusu’nun en azılı düşmanlarınca dahi yakından bilinmektedir. Bu ülkede yeni baştan sağlıklı bir ulusal canlanma süreci yaşanmaktadır. Bu sürece inanmayanlar veya kuşku ile bakanlar, sonuçlarını kendi içlerinde denemiş oldular. Türkiye’nin ulusal kalkınmasına gönül vermiş olan Türk işçi ve köylülerinin, ilerici Türk aydınlarının süngüleri, gereken kişilere gereken dersleri vererek nasıl düşünmek gerektiğini öğrettiler. Eğer, 400 yıl önce Rus Çarları, Kazan’ı, Kuzey Türklüğü’nün bu kalesini düşürmeyi ve yalnız Tatar savaşçılarının cesetleri üzerinden geçerek Doğu’ya doğru ilerlemeyi başarmışlarsa, bugün için de Batı Avrupalı emperyalistler yine Doğu’ya doğru kendilerine yol açabilmek için Güney Türkleri -Osmanlıları- yenmek zorundalar. Batılı halkların doğuya yayılmaları öncesinde, Türkiye, onların çılgınca saldırılarına maruz kalmadı mı?.. Batılı halklar, Asya ve Afrika’daki durumu gerçek anlamda kontrol altına alabilmek için Türk-Osmanlı savaşçılarının cesetlerinin üzerinden geçmek zorundalar. Kazan’ın Rus saldırıları karşısında düşüşü de bir gün içinde gerçekleşmiş değildir. Ruslar, buraya onlarca kez saldırdılar. Tataristan’ın işgaline kadar, dönemin iki kuzeyli devi Moskova ile Kazan arasındaki mücadele, on yıllar boyunca sürüp gitti. Bu zaferi sağlama almak, galip taraf için de pek kolay olmadı. Yenilenler ile yenenler arasında acımasız katliamlar ve kıyımlarla dolu bir gerilla savaşı, on yıllarca devam etti. Bundan sonra, yenilenlerin azimleri kırıldı. Türkleri zayıflatmak; Balkanlar’ı, Mısır’ı, Arabistan’ı, Mezopotamya’yı Türklerin ellerinden almak için Avrupa yüzyıllar boyunca mücadele vermek zorunda kaldı. Avrupalı hükümdarlara Türkiye’yi sindirmek kısmet olamadı. Olamayacaktır da... Türkiye yaşıyor ve yaşayacaktır. Türkiye, yalnızca kendisi yaşamakla yetinmeyecek ve Avrupa tarafından zorla kopartılmış olan kendi eski parçalarına ve geri kalan tüm Orta Doğu’ya da hayat verecektir.

Çin: Dünya üzerindeki eski halkların en eskisi olan Çin Halkı, uzun süre uyudu. Fakat sonunda gözlerini açtı. Şimdilerde uyanmak üzeredir. Asırlık uykusundan uyanıyor. Şimdilik yatağında uzanmış bir haldedir ve uyuşmuş olan eklemlerini doğrultmakla meşguldür. Ama, yakında ayağa kalkacaktır. Artık hiç kimse onu yatakta tutamaz. Son yıllar içerisinde olup bitenler, bu halkın canlanmakta olduğunu göstermektedir. Çin Halkı 1911 Devrimi’ni yapabildi. Bir devrim daha yapabilir. Çin’in bölük pörçük olan parçaları, bu devrim sonrasında öylesine çelik bir yumruk haline dönüşür ki, Batılı halklar, bu yumruğu yedikten sonra kendilerine çok zor gelirler. Çin’de periyodik olarak görülen iç savaş patlamaları, 400 milyonluk Çin Halkının vereceği büyük konserin sadece üvertür kısmıdır. Çin Halkı’nın bu kanlı iç savaşında onbinler, hatta yüzbinler ölebilir. Fakat, bu kurban verişler kaçınılmazdır ve verilen kurbanlar boşuna verilmiş olmayacaktır. Çin’de iç savaşlar, Çin Halkı’nın bütünleşme sürecinin bir ifadesidir. Bu sürecin tamamlanabilmesi için birkaç on yıl daha geçecektir.

Hindistan: Hindistan da uyanmaktadır. Hindistan’ın canlanma süreci, Çin’e kıyasla daha sancılı yaşanmaktadır ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Hindistan, Avrupalı eşkiyalar arasında en güçlü olanın -ingiltere’nin- sömürgesidir. Fakat bu eski deniz korsanı her ne kadar korkunç olursa olsun, Hindistan’ın kurtuluş hareketinin karşısında dayanamayacaktır. ingiltere; baskı, satın alma, provokasyon ve diplomatik cambazlıklar ile Hindistan’ın kurtuluş sürecini belki bir parça geciktirebilir, ama asla durduramaz. Hindistan’ın kurtuluş hareketi, dalgalı bir seyir sergilemektedir. Devrimsel gerilimin yükselişi, zaman zaman yerini inişlere terk etmektedir. Fakat bir husus gayet iyi bilinmektedir. Hindistan Halkı’nın davranışlarında görülen bu tür geçici inişler, yalnızca bir soluk alma niteliğinde olup, daha güçlü ve çok daha korkunç dalgaların gelmekte olduğunu haber vermektedir. Biz, kesinlikle eminiz ki, bir gün gelecek, Hindistan’ın kurtuluş hareketi, ingiltere’nin oluşturduğu her türlü yapay barajları aşacak ve tüm dünyayı -Mısır’ı, Marakeş’i ve Rusya’nın sömürgelerini de etkileyecektir. Batı’nın zulmünden kurtuluş korosu Mısır, Marakeş ve Rusya sömürgelerinin hareketleri ile bir kat daha güç kazanmaktadır. Ve bu hareketler Çin, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerin kurtuluş hareketlerinden hiçbir şekilde farklı değillerdir. Bu hareketlerin tümü de emperyalizmden, daha doğru bir deyişle batılı halkların egemenliğinden kurtuluş sloganı altında yürütülmektedir. Yalnızca, ülkelerin ve zamanlarının koşullarına. bağlı olarak biçim ve tempo yönünden farklılık arzedebilirler. Güçlü veya zayıf... Hızlı veya yavaş... Fırtınalı veya sakin... Büyük veya küçük çaplı olabilirler.

Rusya’nın Sömürge Halkları: Mısır, Marakeş ve Batı’nın diğer Asya ve Afrika sömürgelerinde görülen hareketler üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durmayacağız. Zira, bunların ana çizgileri gayet iyi bilinmektedir. Burada, Rusya’nın sömürge halklarının kurtuluş hareketlerini gözden geçireceğiz. Bizim tespitlerimize göre, Rusya’nın sömürgelerinde- Türkistan, Kafkasya, Ukrayna, Belorusya’da- Türk-Fin ve Moğol halklarının kurtuluş hareketleri açıkça ortadadır. Rusya’nın Japonya karşısında aldığı ve 1905 Devrimi’ne neden olan yenilgi, bu ülkenin sömürgelerinin ve ezilen halklarının ulusal bilinçlerinin uyanmasına imkân saplamıştı. Rusya’nın dünya savaşı sırasında Batı ve Kafkas cephelerinde uğramış olduğu yenilgiler, 1917 Devrimi’ne neden oldu ve bu halkların kurtuluş süreçlerini hızlandırdı.

Polonya, Finlandiya ve küçük Baltık devletlerinin Rusya’dan kopmaları, egemenlik haklarının genişletilmesi için sürekli olarak mücadele veren Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan, Orta Asya, Güney Kafkasya, Ukrayna ve Belorusya ile diğer cumhuriyetlerin, bunlarla birlikte tam 10 adet özerk ulusal cumhuriyetin kurulması, bu görüşün en somut kanıtlarıdır. Pan-Rusistler ve Pan Rusistler’in yandaşları, ‘demokrat’ veya ‘komünist’ hangi maskenin arkasında saklanırlarsa saklansınlar, bu hareketi istedikleri kadar yok etmeye ve bu bölgeleri sıradan Rus eyaletleri durumuna sokmaya ve zayıflatmaya çalışsalar da, şimdilere kadar bu arzularını gerçekleştirememişlerdir. Ulusal kurtuluş ve bağımsızlık için mücadele veren ulusların artmakta olan aktifliği karşısında, ne tür cambazlıklara başvursalar da, yine de yapamayacaklardır. Bugüne kadar her ne yapmışlar ise herşey, onların istediklerinin tamamen tersine sonuçlar vermiştir.

Pan-Rusistler, SSCB’nin kurulması ile fiilen tek ve bölünmez Rusya’yı yeniden ihya etmek, diğer halkların üzerinde Velikorus egemenliğini yeniden temin etmek istediler. Aradan bir yıl bile geçmemişti ki, tüm halklar, Moskova’nın Pan-Rusist merkeziyetçi eğilimleri karşısında itiraz seslerini yükselttiler. (Sovyetler Birliği Merkez idare Kurulu’nun son genel kurulunda Milletler Sovyeti toplantısında olduğu gibi.)

Moskova, Türkistan’ı ekonomik ve siyasi yönden zayıflatmak için, Turan halklarını muhtelif küçük kabilelere bölmektedir. Fakat en geç iki yıl içerisinde, Turan’ın bu bölünmüş parçaları, yeniden bütünleşme konusunu gündeme getirecek; daha güçlü, kudretli ve düzenli bir devlet kuracaklardır.

Rusya, bugün Moğolistan’ı Çin’den ayırmakta ve bu ülkeyi de kendi elinde ‘ehlileştirmek’ istemektedir. Moğolistan da, Moskova’nın kucağına oturmanın pek aleyhinde değilmiş gibi gözüküyor. Fakat bu Moğolistan yarın kendi ayaklarının üzerinde doğrulmayı başarır da kendi Kuruldan’ını (kurultay) sağlamlaştırırsa, bu duruma ne der, orası belli değildir.

Son Rusya Devrimi deneyiminden hareketle bu sonuca varıyoruz ki, Rusya’da iktidara hangi sınıf gelir ise gelsin, bu ülkenin eski ‘ihtişam’ ve ‘gücü’nü hiç kimse yeniden geriye getiremez. Rusya, çok uluslu bir devlet ve bir Rus Devleti olarak kaçınılmaz olarak parçalanmaya ve bölünmeye doğru gitmektedir. Sonuçta iki şeyden biri olacaktır:

YA RUSYA KENDi ULUSAL PARÇALARINA AYRILARAK BIRKAÇ YENI VE ULUSAL DEVLET OLUŞACAK... YA DA RUSYA’DAKi RUS HAKiMiYETi’NiN YERiNE ULUSLARIN ORTAK HAKiMiYETi GELECEKTIR. DiĞER BiR DEYiŞLE, RUS HALKI’NIN TÜM DiĞER HALKLAR ÜZERINDEKi DiKTATORYASINN YERiNE, BU HALKLARIN RUS HALKI ÜZERiNDE DiKTATORYASI GERÇEKLEŞECEKTiR!

Bu ikilem, koşulların oluşturduğu tarihsel bir zarurettir. ihtimaldir ki, birinci şık gerçekleşecektir. ikincisinin gerçekleşmesi halinde ise bu durum, birinciye geçiş için yalnızca bir basamak teşkil edecektir. Bugün SSCB adı altında yeniden kurulmuş olan eski Rusya, uzun ömürlü değildir. Geçici ve muvakkat bir şeydir.

Bu durum, ölmekte olan birinin son nefesi, son çırpıntılarıdır. Rusya’nın dağılması fonunda, şu sıraladığımız ulusal devletlerin görüntüleri açık ve net biçimde belirmektedir: UKRAYNA (Kırım ve Belorusya ile birlikte), KAFKASYA (Kuzey Kafkasya’nın diğer Kafkas bölümleri ile ittifakı şeklinde varolabilir), TURAN (Tataristan, Başkurdistan, Kırgızistan ittifakı ve Türkistan Cumhuriyetleri Federasyonu olarak) SiBiRYA ve VELiKORUSYA... Artık Rusya’dan kopmuş bulunan Finlandiya, Polonya ve küçük Baltık devletlerini burada saymıyoruz.

Sömürge ve yarısömürgelerin kurtuluş hareketlerinin gerçekleri bu şekilde ortadadır. Bu kurtuluş hareketleri vardır... Gerçektir... ilerleyecek ve gelişecektir!''

görsel