bugün

ben bu yazıyı öylesine yazdım

cevap verdi sonunda.
"onun çölünde ölüyüm ben,
gelin ve kaldırın beni"
nasıl bir anlamı vardı bunun düşünüp durdum 5-6 saniye boyunca.
hemen yanımda duran sandalyenin yanına oturdum.
konuşmaya başladım.
içeri geldi tekrar ve "kiminle konuşuyorsun?" diye sordu.
"seninle" dedikten sonra odanın içindeki loş havayı soludu.
oksijen maskesi takmıştı.
"keşke odada olsaydım" dedi. "odadaydın" dedim.
oksijen maskesini çıkarıp,
kurumuş dudaklarını alnıma değdirdi.
"hayır değildim" dedi.
dudakları üşümüştü.
yanımdaki sandalyeye oturdu.
"nereye gittin?" diye bağırdım.
duymamazlıktan geldi.
oysa aslında ben neredeydim?
var olmamız konusunda ne düşünüyordu?
yani ben ne düşünüyordum?
eğer ikimizden bir o odanın içinde herhangi bir yerde kan kaybından ölüyorsa,
belki birbirimizden nefret ediyorduk, yine.
dışarıda hafiften bir rüzgarın esintisi açık pencereden içeri girdi.
oksijensizlik başıma vurdu.
derin bir rüzgar çektim ve bırakmadım.
o beni bıraktı çölün içinde.
odadaki duvarlardan birinde mona lisa asılıydı.
bu sefer çok üzgündü.
mona lisa'ya baktım.
son akşam yemeğimizin vakti gelmişti.
mumları ben yaktım, servisi o yaptı.
ikimiz de kendimize hizmet ediyor,
ikimiz de yemekten vazgeçtik.
biraz daha dolandık odanın içinde.
odadaki loşluk daha da karardı.
ve bilmediğim bir kokuyu aldım.
sanırım osuran bendim ama suçu mona lisa'ya attım.
üzgün olmasının nedenini buldum belki de.
belki de sadece gülümseyen bir kadındı kendisi.
hiç bozmadım.
bir daha içeri geldi elinde bir fener ile,
yüzüme tuttu,
yüzüm düştü,
karanlık içime boşalıyordu,
tiz bir ses kulaklarımı patlatıyor,
o elinde fener ile oturacak bir yer arıyordu.
mona lisa'nın dibine oturdu.
mona'nın gözleri kaydı.
daha önce böyle güzellikte saçlar görmemişti, kumraldı.
mona lisa'yı istemeye geldiler,
odanın duvarı boş kaldı.
sadece ikimiz kaldı.
o gün bugündür osuruk suçunu atacak birini aradı gözlerimiz.