bugün

terk edilmenin destansiligi

gidenin bıraktığı yerde düşündü kendini ve birlikte var olduklarını. sanki bu gidiş, onu düşünmeye itmişti. yıllardır tozlu raflarda duranlar birbir masasına gelmekteydi sanki. epey de arşivi birikmişti doğrusu.
ona ayırmadığı zamanlar geldi aklına. bitmek bilmeyen işler, bir bitmeyen koşuşturmaca. düşündü ama;
- amaaan dedi. ya napabilirdim ki? gene olsa aynısı olurdu.
kendini suçlamanın vereceği tadı kendine çok gördü yani. suçu kendinde aramanın kişiye kattığı o acınasılığı hor gördü.
ne değişir ki diye düşündü. giden gitmişti ve yeri dolmazdı. bu edebiyatta da böyle değil miydi zaten? her neyse, edebiyat yapacak hali de yoktu zaten. felsefe diyarlarına akası geldi o an. sokrates in kadınlar için ettiği;
- karısı güzel olan adam mutlu olur, olmayansa filozof, sözü geldi aklına. olsa bile yetmez miydi sanki? çirkin mirkin bir karısı vardı. yanında olan, nefesinin değdiği..
o enseye değen ürpertici nefes, onla anlam buluyordu. dünya onun için dönüyordu. bu bir kuzgun- yavrusu işi değildi ki.
az süre sonra da ne düşünesi ne külfetli cümleler edesi geliyordu. baba ve piç teki kadın gibi sövmek istedi haline. sadece sövmek.
onsuzluğa alışmak zaman alacaktı sanırım.
gidenin bıraktığı yerde kokular yoktu, o; kokusuna hasret kaldı. jean baptiste grenouille gibi hissetti kendini bir an için. sersemlemişti.
tad yoktu. böyle yaşamanın tadı kalmadı .
sıkıntılı saatleri başladı, ne yapacağını bilmez haldeydi. dedim ya, dünyanın teni kalmamıştı.
atlat be koçum, atlat be yiğidim.. tek penceresi olan dumanaltı meyhanedeydi sanki. daralmıştı. atlat be civanım..
- doğru diyorsun da, ayrılık bu, kolay değil..
gidenin bıraktığı yerde kaset hep sarıyordu. bilinmez bu, dönüp dolaşır ona odaklanırdı. daha derinleri görme isteği baltalanır ama bir o kadar dürbüne döndürürdü.
bir varmış bir yokmuş derler ya, düşündü de şöyle bir taradı. malum; anılar, esintiler..

vay anasını , neler birikmiş! şu kısa geçmişe bu kadar şeyi nasıl sığdırdık! hayat mı bu kadar kısa, biz mi bu kadar uzunuz!
şömine başında değillerdi şüphesiz ya da fildişi kulelerinde. ama o serin kıyı, hayır bahsedilen balıkçı teknesi de değil, hani o serin kıyı vardı ya hiç bir şairin kaleminden dökülmeyen, o kırık dökük yaşam umutları na ucundan tutunabildikleri kıyı. köşeyi dönemiyorlardı. kıyı bu, çember de diyebiliriz; dönüp dolaşıp aynı yere gelirsin.
sivri değildir maddede ama sivridir manada, özde.
akıp gider binbir şeytanlıkla. ruhunu teslim ediyormuşsun gibidir ama özgürleşmişsindir. yediremezsin kendine. özgür olduğunu hissetmekten korkarsın çünkü, aşkın gönüllü esarettir.

gidenin bıraktığı yerde titremesin ellerin,
beklemem de zaten.
görebiliyorum bazen bazı şeyleri
münzevice çekildiğim fildişi kulemden...
gerçekten yalnızlık paylaşılmıyor, yorgunluk da öyle.
her koyun kendi bacağından asılıyor...
bir savaş bu yaşam,
belki de ağır, evet evet ağır toplarla saldırılıyor
ama kime, niye?
bence terk edilmiş ülkenin geride kalan prensine.
verebilseydim keşke elimdeki özgürlükleri,
saçabilseydim, çılgınca...
ama ne var biliyor musun?
ben de bu savaştayım.
amacım ise yenmek ya da yenilmek değil;
bırakıp akışı, kabullenmek.
isteğim uymuyor sürece ama ne çare!
bak!
general uyarıyor; ( terk edilmiş ülkenin geride kalan prensini )
- uyan komutan, ve gel kendine...
ve toparlanma süreci başlıyor, anlayacağın
saf tutmak gerekiyor.
peki işin ironisi nerde biliyor musun?
bu savaşta yalnız değiliz.
nesi mi kötü?
beraber de savaşmıyoruz.
istemiyoruz ortak zafer ya da yenilgiyi.
bırakıyoruz olayı akışına...
ama tabi, ne olay akıyor ne de biz değişiyoruz!
en büyük hatayı bence burada yapıyoruz.
ama tabi bu savaşta,
ne beraber savaşıyoruz,
ne de yalnızız...
çözüm ise şöyle geliyor gene:
- madem ki ortak değil alanımız savaşmayalım aynı arenada,
gladyötörlüğümüzü ayıralım yüzyıllardır aynı olan...
korkarım ki prensesim, bu durumda,
ne sizle- sizle beraber ne de sizsiz- size karşı savaşabilirim.
ve burada destan biter...
kahramanlar yok olur...
ama içlerinde bir huzur, bir telkin egemendir hala.
olan maalesef destancı halka olur!