bugün

farkliliklarin amaci

insanlar değişik maddî ve kültürel ortamlarda ve farklı zekâ yapılarındadır. Farklı imkânlar ve zekâ şartlarındaki bütün nüansları analiz edecek güçte olduğumuzu söylemek had bilmezlik olur. Maddî seviyesi yüksek ortamlarda hayatını sürdüren ve zekâ katsayısı da yüksek olan insanların yanında yoksul ortamlarda, vasat hatta altında zekâ seviyesinde yaşayan insanlar var. Bu durumun gayet adilâne ve varlığın ihtiyaçları ile alâkalı olduğunu biliyoruz. Ama konuyu bir kere de zekâ olgusu çevresinde dönerek bakalım.Varlık yaşadığı hayat plânının sorumluluğuna sahip olmalıdır, daha doğrusu böyle sanmalıdır. Esasen bu sanıyı hissetmek zorundadır, bulunduğu realiteyi ancak böyle yaşar; ne zaman daha üst seviyeden tesirler almaya başlar, o zaman bu sanıyı da tedricen üzerinden atmaya başlayacaktır.Spiritüel literatürü karıştırmış olanlar tekâmülün yatay ve dikey durumlarını bilirler. Bir realiteyi hakkıyla tanımak, o realitenin bilgisini öze hak ederek tekrar mal edebilmek, realiteyi parçalardan oluşmuş mozaik bir pano gibi düşünürsek, mozaiğin bütün parçalarını tek tek yaşamak ve anlamak kaderi ile mümkündür. Varlığın tekâmülü gereği sıra iyilik etme hassasını kazanmaya gelmiş olsun. Bu hassasını tanıyabilmesi için varlığını o hayat içinde büyük bir yüzdeyle, ilgili eprövlere hasretmesi gereklidir. Mozaiğin bir çok parçası henüz varlığa mal edilmemiştir, ama varlığın bu bilgilerle ilgili tatbikat yapması mümkün değildir. Plânında yoktur ve yapamaz. Çünkü çevresel faktörler, ayarlanan zekâ ve bağlı olarak oluşan yapılaşma onu belli kategorilerde bir eprövler aralığına iter ve tatbikat yaptırır. Gereken de budur.Gururu ele alalım. Varlığın öyle kaba düzende bir gururu vardır ki, üzerine gitmekle bir sonuç elde etmek mümkün olmayacaktır ve bir hayat eprövünde yalnız bu hassa işlenir. Hassanın varlık yapısında zayıflatılabilmesi için tahmin edilmek mecburiyeti vardır; işte bütün bir ömür maddî bir servet içinde yüzmek ve böbürlenmek kaderi olmuştur. Bu eprövleri randımanlı yaşayabilmek için ne kadar zekâ gerekliyse o kadar verilir. Burada ölçü, varlığın zâtını en ince nüanslarına kadar tam bir doğrulukla bilen yüksek varlıkların ölçüsüdür. Bizim yapacağımız benzetmeler hâliyle çok kaba düzeyde kalacaktır.Sabrı öğrenmek, plânının ana gayesi olan bir varlık düşünelim; varlık hiçbir şeyi kolaylıkla elde edememelidir, zorlanmalıdır, üzülmelidir. Sabır başka türlü denenemez ve öğrenilemez. Bu eprövleri yaşatacak hayat, belli faktörlerle birlikte belli bir zekâ seviyesini gerektirir. Zekâyı verdiğinizde, ömrünü ilmî çalışmalara vakfedecek kadar sabrı bilen bir varlığın böyle bir epröve ihtiyacı yoktur. Varlık odur ki, zekâsını kullanarak uzun vadeli sonuçlar getirecek işler yapmaz, yani sabırsızdır. işte böyle bir epröv yani daha az zekâyla yaratılan yeni bir dünya ona sabır eprövleri yaptıracaktır.Yukarıda izah edilenden çıkar gibi olan, "Fakir insan daha fazla, zengin ise daha az tekâmül etmiştir." savı çok yanlıştır. Ayrıca sabır eprövleri yaşayan varlıkla, sabrı bilen bir bilginin, bilgin lehine farklı tekâmül seviyelerinde olması icap etmez ya da kriter bu değildir.Plânetimizdeki tekâmül yatay bir mahiyet arz eder ve varlıklarda aynı realiteyi daha iyi, daha ufkî temaşa etmek bakımından farklılık gösterirler. Bu farklılık ise mozaik panonun tamamına nispetle varlığın derecesine göre değişir, yoksa bir ya da birkaç bilginin sahibi olmakla değil.Demek ki zekâ, bu vasatta tekâmül etmek zorunda olan varlıklar için ihtiyaçlarıyla alâkalı bir mahiyet arz eder. Liyakatle hiçbir alâkası yoktur. Unutmamak gerekir ki, zekâ özürlü bir bedenlinin ruh varlığı, zekâ seviyesi çok yüksek mevki ve itibar sahibi bir bedenlinin ruh varlığından daha liyakatli olabilir. Nihayetinde her ikisinin de yaptığı, mozaiğin parçalarından birini daha panoya yerleştirebilmek çabasıdır.