bugün

ölmeden önce ölmek

kendi ölümlülüğümüzü bir bilgi olarak ister istemez kabullendiğimizde,
kendi müstakbel ölümümüzün yasını tutmamız gerekir bir süre.
Yas tutmayı öğrenememişsek, ifade edemediğimiz
öfke ve ifade edemediğimiz üzüntü birbirine karışır;
ölüm anı da bir türlü gelip geçemediğinden, bu karmaşa ilanihaye uzar gider.
iki ifadesiz duygunun karışımından ortaya müzmin bir kaygı çıkar.
Bu müzmin kaygı, bir yandan suçluluk duygusuyla,
öbür yandan da ölüm dürtüsüyle beslenir, büyür ve hayatımızı örter.
Bu kaygı duygusuyla hesaplaşmak için, hem korkulan hem arzulanan,
hem bir silah olarak kullanılan hem de yası tutulan ölüme doğru,
yani kaygının görünürdeki nedenine doğru bir yolculuk yapmak ve
geri dönmek şart olmuştur artık. 'Fantazi'deki ölüm diyarına yolculuklar,
işte bu içsel yolculuğun birer metaforudur.

Gotik romanın ve çağdaş popüler korku filmlerinin
ölüm ve yas olgularını ele alma biçimleri
fantazi edebiyatıyla önemli paralellikler taşır.
Ancak ortada çok önemli bir yön farkı vardır:
Gotik'te kahraman ölüler diyarına gitmez, tersine,
ölüler yaşayanların dünyasına gelir.
Bu 'Yaşayan Ölülerin Dönüşü' temasını Slavoj Zizek,
Lacan'ı izleyerek şöyle anlatır:
(Halloween'deki psikotik katilden Ayın On Üçü Cuma'daki Jason'a kadar)
uzun bir dizinin ulaşılamamış arketipi,
George Romero'nun Yaşayan Ölülerin Gecesi'dir hâlâ.
Bu filmde 'ölmemiş ölü'ler saf kötülüğün, öldürme ve intikam alma dürtüsünün
cisimleşmiş halleri olarak değil, kurbanlarını sakil bir sebatla izleyen,
acı çeken varlıklar olarak, sonsuz bir acıyla renklendirilmiş olarak
gösterilirler...tıpkı vampiri dudaklarında sinik bir gülümsemeyle,
kötülüğün aracı olarak değil de, selamet arayan, melankolik,
acı çeken biri olarak gösteren Werner Herzog'un Nosferatu'su gibi.
Bu olguyla bağlantılı olarak safça, temel bir soru soralım:
Ölüler neden geri dönerler? Lacan'ın bu soruya önerdiği cevap,
popüler kültürün cevabıyla aynıdır: Çünkü usulünce gömülmemişlerdir,
yani cenaze törenlerinde bir şeyler yolunda gitmemiştir.

Yası tutulamayan bir ölü, usulünce gömülememiş demektir.
Yaşayanların dünyasından uğurlanmamış, yaşayanlar ölenle aralarındaki hesabı
tam olarak kapatamamışlardır. O yüzden ölü sürekli olarak geri döner,
bizi huzursuz eder, rüyalarımıza girer, evimizi perili eve dönüştürür.
Eğer yası tutulamayan ölü bir başkası değil de kendi ölümlülüğümüzse,
ikide bir geri dönüp bizi rahatsız eden hortlak da kendimizden,
daha doğrusu ölümlülüğümüzün işaretlerini taşıyan vücudumuzdan
başka bir şey değildir. Gotik romanın ve onu izleyen korku filmi geleneğinin
bu duruma bulduğu nihai çözüm ölüyü gömmek,
eksik kalmış cenaze törenini tamamlamak,
ölümlülük bilgisiyle barışmak, yani yas tutmayı başararak
ölüyü yaşayanların dünyasından uzaklaştırmaktır.

Oysa fantazi, aynı şeyi tam tersinden yapar.
Fantazide ölüler bize gelmez, biz onlara gideriz. Ancak amaç bir ve aynıdır:
Ölüleri gömmek. Zizek'in tabiriyle 'ödenmemiş simgesel bir borcun tahsildarı'
kimliğiyle karşımıza çıkan ölülere borcumuzu ödeyerek,
ölüler dünyası ile yaşayanlar dünyasını yeniden birbirinden ayırmak.

Ölüler diyarını ziyaret edip geri dönmeyi başarabilmek bizi ölümsüzleştirmez.
Tersine, anlamlı bir yolculuk kendi ölümlülüğümüzün bilgisiyle barışmamızı,
bu bilgiyi kaygıyla karşılamaktan vazgeçmemizi sağlar.
Nedenleri ve mekanizmaları belirsiz kaygıyı, açık, belirli ve
başa çıkılabilir bir korkuya dönüştürür. Kaygı karşısında
cesaret gösterilemez, oysa korku cesaretle karşılanabilir.
O yüzden ölüme yapılan yolculuk bizi cesur kılar.
Korkuyu korku olarak yaşamamızı sağlayarak
bize cesur olabilme seçeneğini sunar.

Odysseus ölüler ülkesine ne için gider?
Bilge Tiresias'ı bulup, ithaka'ya, evine dönüş yolunu öğrenmek için.
Fantazi edebiyatının ilk örneğinde bile, ölüm diyarına yolculuk,
eve dönüş yolunu bulmak amacıyla yapılır.
Kuşkusuz "eve dönüş" tek katmanlı bir metafor değildir burada.
Odysseus için bu bir yandan karısına (tekeşli aileye) ve
krallığına (politik istikrara) dönüş anlamını taşırken,
bir yandan da ruh sağlığını, benlik bütünlüğünü yeniden kazanmak
anlamına da gelir. Tam da bu anlamda, ölüm diyarına yapılan yolculuk,
sınırlı bir psikoterapi öyküsüdür. Ölüler diyarı, çorak ülke,
bilinçdışının tam bir metaforu değildir çünkü.
Bilinçdışının belirli bir bölümünü, narsisizmin mekanizmalarının çalışamadığı,
aynaların olmadığı bir bölgesini temsil eder:
Görüntüsüz kaygılar diyarını, Lacan'ın 'Gerçek'ini
simgeleştirme çabalarımızın sonuçsuz kalmış artıklarının çöp tenekesini.
Dante'nin Cehennem'inden farklı olarak,
bu ölüler diyarına girmek için umudu kapıda bırakmak gerekmez.
Fantazi edebiyatında ölüler diyarına yolculuk
Dante'nin tam tersine umutla, iyileşme umuduyla yapılır.
Dante'de bu umut üçüncü kitaba saklanacak,
karanlıktan, gölgeler diyarından değil,
aydınlıktan, selametten, Cennet'ten doğacaktır.
Dante'de iyileşme, selametle eşanlamlıdır, imandan kaynaklanır.
Fantazi ise selameti amaçlamaz, değişmeyi, büyümeyi amaçlar;
tam da bu yüzden iyileşmenin, salaha ermenin yolu
karanlığın içinden geçerek gerçekleşebilir.

En Uzak Sahil'de, Kuğu adlı büyücü ölmeyi reddeder.
'Kendi kendime', der, ''Artık ölümü gördüğüme göre,
ölümü kabul etmeyeceğim, dedim. Bırak tüm aptal doğa,
kendi aptal yolunda gitsin, ama ben bir insanım,
doğadan daha mükemmelim, doğanın üstündeyim.
O yoldan gitmeyeceğim, kendim olmayı bırakmayacağım.''
Ölümü kabul etmemek için tüm yapabildiği,
ölümle yaşam arasındaki kapıyı büyüyle açmak ve
tekrar kapatmayı başaramamaktır.
Kendisini ölümle yaşam arasındaki belirsiz alana mahkum eder böylece;
adını unutur, benliğini kaybeder.
Le Guin bize benliğin ancak ölümlülüğü kabullenmekle
bütün olacağını söylemektedir bu yolla:
Ölümü kabullenemeyen, ölümle yaşam arasına sıkışır kalır,
hep eksik, hep parçalanmış bir alacakaranlık hayatı yaşar.
Ged'in yaptığı ise kapıyı kapatmaktır. Bunu yaparken
tüm büyü gücünü (iktidarını) harcamak zorunda kalsa da.
Ama bunu yaparken Kuğu'yu da, tüm yaşayanları da 'bütünler',
ölümü kabullenerek onu yaşamın alanından çıkarır.
Ölümü kabullenemeyen kişi hep onu hayal ederek, onu kurarak yaşar;
simgeleştirilemez olanı simgeleştirmeye çalışır durur.
Bu yüzden de bütün olamaz, tamamlanamaz.
Ged ölümle yaşamı yeniden ayırarak,
ölümsüz bir yarı-hayattan, ölümlü bir tam-hayata geçilmesini sağlar.

Bunu yaparken bilinçdışının bir bölgesine, çorak ülkeye girmek,
orada hüküm süren ölüm korkusu/ölüm dürtüsü karmaşasıyla yüzleşmek,
Kuğu'ya, ölümden ölesiye korkan, çılgın gibi ölümsüzlük peşinde koşan
persona'sına adını, benlik bilgisini yeniden öğretmek zorundadır.
O zaman ölümle yaşam arasındaki kapı kapanır, yaşam yeniden kendisi olur.
Ged bir kez daha iyileşmiş, 'bütün olmuştur.'
Yerdeniz Büyücüsü'ndeki iyileşme büyümenin,
çocukluktan yetişkinliğe adım atmanın simgesiydi.
Bu defaki iyileşme ise orta yaş krizi dediğimiz şeyle hesaplaşılmasının,
kendi yaşlılığını, ölümlülüğünü kabul etmenin simgesidir.*