bugün
- köfteci yusuf56
- yara izi8
- ben tatli kabuslar sorularınızı cevaplıyorum9
- sevgiliniz başkasına kalp atsa tepkiniz ne olur15
- anın görüntüsü26
- klarnet calan sarapci koala 69
- eksi ruyalar12
- araba kullanırken yapılan en keyifli şey18
- aranıp da bulunamayan şeyler19
- kuresel10
- sözlük yazarlarının akşam yemekleri15
- müzisyen olmak8
- sevgilim beni aldatsa da vazgeçmem diyen erkek12
- muhtemelen canabar12
- güne soğuk bir espri bırak10
- türklerin küfürbaz bir millet olması19
- damsız girilmezdeki akıl almaz mantık hatası10
- zafer partisi8
- sevgilinin yüzüne son damlasına kadar işemek8
- aldatmayan kadın var mıdır sorunsalı13
- pidesiyle ünlü ilçe neresidir sorunsalı16
- köfteci yusuf'a tazminat davası açmak14
- 10 milyon paranız olsaydı13
- islamın olduğu yerde huzurun olmaması21
- 9 ekim 2024 queen ravenna'nın sözlüğe dönüşü26
- dubai çikolatası8
- suşiyi sadece kadınların çok sevmesi13
- ulunun en güzel kızları tam liste22
- bir cumhurbaşkanı nasıl olmalı29
- cildiyeye neden randevu alınamıyor8
- airfryer isteyen kıza verilecek cevap17
- manyak olmaya karar verdim'in boyu12
- çomar9
- sözlük yazarlarını rahatlatan şeyler11
- günaydın true ben bir kızım12
- mutlu olmak önemli mi9
- mersin kız kyk yurdundaki korkunç olay8
- dünya da en sevdiğiniz şehir10
- işe gidiyorum çalışıyorum eve gidiyorum döngüsü17
- gecenin şarkısı9
- yarın iş olması12
- güzel kadın isimleri31
- v a m p i r o v11
- fiat egea bedava mı dağıtılıyor niye herkeste var10
- ankara'nın en yaşanılası semti11
- size ulusözlük bitti diyen olursa yüzüne tükürün13
- nasıl bir çocukluk geçirdiniz25
- evlilikte sevişme sıklığı13
- yazarların en sevdiği özellikleri21
- yazarların en sevdiği türküler27
entry'ler (490)
Dolar 11,11 lira...
Girdi maliyetlerini ağırlıkla TL ile ödeyen, TL borçlanan küçük orta sermaye grubundan zenginler, büyük miktarda borçlananlar ile döviz mudileri servetlerine servet katarken, ülke batıyor. TL'deki gizli devalüasyon yüzde 35'e, sokak enflasyonu yüzde 50'ye vardı. Her seferinde daha yüksek faiz ve daha yüksek enflasyon şeklinde geri dönen, defalarca yaşanan bu kısır döngüden kimin ne çıkar sağladığı, milyonlara ağır bedel ödetmenin getirisinin ne olduğu sorusunun cevabı bu kapitalist ilişkilerde. ''Hepimiz kaybediyoruz'' değil. Ülkenin, bizim mevcut durumumuzdan kazanan bir grup var ve bu grup kazandıkça, başka herhangi bir politika uygulanmasının önünü sistematik olarak kapatmaya devam ediyor. Türkiye'de en örgütlü, belli partilerle en organik ilişki kurmuş seçmen manipülatörü grup da aynı zamanda onlar çünkü. Böylece kütlesel stokçu döviz mudisi kâr ederken, zarar MB ve Hazineye kalıyor. Hazineye daha az temettü, daha az gelir demek bu da. Daha çok borçlanma ya da hazinenin daha az harcaması, yani neoliberal kemer sıkma canavarı demek. Yani yine bize maliyet. Bir avuç insan servet yığarken, maliyet üzerimize ustaca yıkılıyor. Burada aslında hükümetle tüketici grupları arasındaki kirli bir fiili anlaşmayı da görmek gerek. Nedir bu? Belli bir grubun maşasından başka bir şey olmayan hükümet burada para arzını sıkılaştırmaz, tüketiciler de daha sonra daha yüksek fiyatlar ödemekten kaçınmak için tüketimlerini artırırlar. Anlık enflasyon paranın el değiştirme hızını yükseltir ve tasarrufların değerini ortadan kaldırır çünkü. insanlar enflasyonu görürler, paralarının değersizleştiğini görürler, bu yüzden daha fazla değersizleşmeden önce bu parayı harcarlar, araba, ev, arsa vb gömerler, pazar canlanır. Korkutulmuş, at gibi kırbaçlanıp koşturulan tüketicilerin şişirdiği bir talep söz konusudur. Enflasyon taleple artar. Enflasyondan kaçmak için can havliyle tüketirken, enflasyonu artırmış olursunuz. Kapitalistler o oranda arz yaratmazlar ama. Bunun maksadı şudur: Kısa günün hesabıyla, devletin maliyesini halkın sırtından finanse etmek. Gördünüz mü şimdi MB kararından önce konuşan ve "milleti faize ezdirmeyiz" diyenlerin nasıl bir yalan söylediğini. Bütçenin yüzde 13'ünü, en büyük payı faiz ödemelerine ayıranlar "ezdirmeyiz" diyenler. Bütün bu ezdirmeyiz söylevlerinin ardında, enflasyonu baş edilmez durumda bırakmak, ihracat odaklı ucuz mal sanayisi için iç pazarı canlandırarak bu enflasyona karşı tüketiciyi at gibi koşturmak, ücret ve maaş olarak eline geçen parayı hemen geri çekmek, böylece aslında onun kendi zararına kapitalist devlete borç vermesini sağlamak var. Böylece halk bir yandan ekonomide ''büyüme ve iyileşme'' vaadleriyle oyalanırken, öte yandan da burjuvazinin bir kesimi karaborsa, sabotaj, spekülasyon ve vurgunculukla meşgul.
Bunun rejim açısından siyasal bir rolü var. Bilinçli ve düzenli olarak enflasyon gibi parametleri yıkıcı eşiğe getirerek, bunu kontrollü bir felaketin muhalif talepleri, şikayetleri, demokrasi ve özgürlüğü çökerteceği, bastıracağı umuduyla yapıyorlar. Çalışan kitlelerin kanını iliğini kurutan ama burjuvazinin kılına bile dokunmayan mali politikanın siyasal işlevi, halkı kendi tüketici kayıplarını her gün geri kazanma çabasıyla oyalamak, ve böylece devlet iktidarını belirleme işlerinden uzak tutmak. Enflasyon oynamaları milli şefe iktidar tatmini yaşatıyor. E çünkü insanların tüketimlerini kontrol edebilme gücü gerçek bir güçtür. Aç bırakıp kendini kurtarıcı olarak gösterebilirsin, tehdidi büyütüp bu tehdit karşısında vereceğin ufak bir tavizi kendini kurtarmak için kullanabilirsin. Büyük burjuvazi de bundan öyle aman aman rahatsız değil. Hem ekonomiyi istemedikleri siyasal yönetimin üzerine yıkabiliyorlar, hem de bu süreçte halkın dikkatini kendi mali kayıplarını ve günü kurtarmaya çekerek devrimci gelişmeleri baltalayabiliyorlar. Bu şu an burjuva çevrelerinin gizli toplantılarında ''problemsiz yumuşak geçiş'' dedikleri planı uygulamalarına imkan tanıyor. Herkes halkın alacakaranlıkta bu geçiş için tehlikesiz olacağı şekilde, kendi yaşamını ayakta tutmak için çırpınmaktan başka bir şey düşünemeyeceği şekilde yakalanmasına oynuyor. Rejimin oyalayıcı vaadi burada cari açığı kapatma üzerine bir hayal satmak. Parayı değersizleştirerek güttükleri amaç bu. Cari açık kapanınca ne olacak, dolar mı yağacak, lira değerlenecek mi? Bu ancak 1 sene mümkün oluyor. 1994'ten beri öyle. Çünkü olabilmesi için, 2018'deki gibi paranın değer kaybının kriz çıkaracak noktaya ulaşması gerekiyor. Ayrıca paranın değersizleştirileceği önümüzdeki 4-5 yılda ihracat gelirlerinin neredeyse dörtte biri gün yüzü görmeden MB kasasına girmek zorunda. Hiç rezerv satışı olmadan hem de. Yani cari açık kapansa bile piyasaya Türk lirasına değer kazandıracak net bir döviz girişi olması imkansız. Paranın sürekli reel değer kaybedeceği ve uçsuz bucaksız bir yoksullaşma bu. Kaldı ki döviz yükseldikçe ithal malların TL fiyatı da yükselir. Fiyat yükselince enflasyon oluşur. Öyle olunca da vatandaş dövize kaçmaya kalkar. Döviz talebi tekrar parayı değersizleştirir. Bu kısır döngü MB'nin döviz ihtiyacını artırır ve yine ve yine...
Olan biten iktisaden bu ama, asıl anlamını siyaseten açıkladığımız şeyde buluyor. Rejim ve burjuvazi grupları, kavgayı kontrollü bir şekilde kendi içlerinde yürütebilecekleri koşulları garantiye almaya çalışıyorlar. Özgün durum, içinden geçilen şey egemen sınıfın önleyiciliği. Gelecekteki bir devrimci deneyimi besleyebilecek ve hazırlayabilecek her şeyi önceden yok etmeyi hedeflediği için önleyici. Bu sınıfın toplumsal ve siyasal diktatörlüğünün istikrarı liberal demokrasinin olağan yöntemleriyle sağlanamadığında, bunu ekonomik krizle ve olağanüstü kararlarla yapmaya yeltenirler. Kriz otomatik olarak bu sınıfın yıkılmasını doğurur diye bir kaide yok çünkü. Bunu farketmelerine izin verdiğimizde şunu daha çok pekiştirmeye çalışırlar: iktidarlarını yürütmelerini sağlayacak bir siyasal yönetimin farklı sosyal gruplarca kabul görmesini sağlayacak, sömürülen sınıf ve ezilen grupların kendilerini devrimci siyasi özneler olarak oluşturmaktaki ve devrimci dönüşüm deneyine girişmekteki yetersizliği. Egemenlerin kendileri adına muhtaç olduğu şey bizim bu durumumuzdur işte. Ekonomik yıkımı bayrak yapmış ''problemsiz yumuşak geçiş''in anlayışı budur. Rejimin halkı devlet iktidarını belirleme eyleminden uzak tutmak için güttüğü anlayış budur. Bizim çıkışımız nedir peki? Bunu şiar olarak ortaya koyacaksak şudur: Devrimci sınıf ve kesimlerin kendi doğrudan ihtiyaçları için egemen sınıfın cenderesini farkederek olağanüstü ve görkemli bir güç gösterecek durumda olduğunu, mevcut duruma son verecek, eskisi gibi yaşamak istemediklerini ilan edecek, gerçekten yüce bir kurtuluş amacı uğruna gerçekten devrimci bir savaşım verebilecek durumda olduğunu, bağrında uyuyan gücü uyandırabileceğini göstermesi. Halk olarak anlamamız gereken budur.
Onlar, her şeyi belirleyecek ve diktatörlüklerini kurtaracak siyasal rejim arayışlarını halkın mali ve iktisadi yıkımıyla perdelerken, asıl kurucu olması için tarihin görev biçtiği işçi sınıfı yeni bir güç dengesi dayatmak üzere bir dizi mücadeleye çağrılmaktadır. Bu olmadan, buradaki boşluk dolmadan, egemen sınıfın taviz vereceğini ve bizim toplumsal gücümüzü artıran bir rejime izin vereceğini sanmak, şu anda ülkedeki en tehlikeli şey. Bunun bize zarar verip vermemesi, politik mücadelenin tümünün sömürülen ve ezilen kitleler olarak bizlerce işgal edilmesine, kendimizi kurucular olarak hazırlamamıza, devrime götürmedeki becerimize ya da yetersizliğimize bağlıdır. Ekonomik çöküş açısından, en başta açıkladığımız gruplara kazandıran politika açısından bakarsak, üretimin toplumun kendisi tarafından denetim altına alınmasının tek gerçek çözüm olduğunu, buna bağlı olarak da gerçek demokrasinin siyasal/ekonomik ayrımını aşarak devrimcileşen halkın iradesini toplumsal yaşamın tüm veçhelerine hakim kılarak, kıldıkça devrimcileşerek mümkün olduğunu görerek harekete geçmek, şu andaki yoksullaşmamızın bize emrettiği şey. Bunu nasıl yapacağız? Türkiye kapitalizmin ekonomi-politikasını hedef alan ve yıkılan sınıf ve kesimlerin acil gereksinimleri öncülüğünde bunun alternatifini yaratan program için çalışarak, şu anda onun siyasal eylem çağrısını örgütlemeyi kendi işimiz olarak kabul ederek. Krizin sebebi olarak faşistlerin anti-demokratik uygulamalarını veya ''siyasal saiklerle aldıkları bir takım başıbozuk kararları'' gerekçe gösteren, böylece de aslında kapitalizm ile demokrasinin uyumlu olduğu gibi tamamen yanlış bir bilinç üreten, hayali burjuva ''demokratikleşmesine'' ipleri teslim eden politikaya ise karşı çıkarak. Merkez Bankası bağımsızlığını savunma, yabancı sermaye akımlarından kurtuluş bekleme, ekonomik çözümsüzlüğü Erdoğan'ı demokratik açılıma veya parlamenter sisteme ikna etmek için kullanmak gibi hatalar bu noktadaki kavrayışsızlık, kasıtlı oportünizm ve beceriksizliklerden çıkıyor. Bu hatalar da halkın gerçek çözüme yaklaşmasını engelleyen faktörlerden sadece bazıları olarak egemenlere hizmet ediyor.
Türkiye kapitalizminin değer yaratma mekanizması ucuz dış kaynak-borç + çılgın proje-altyapı yatırımları + gayrımenkul + düşük faizli borçlanmaya ve dış pazara ucuz mal temin etmeye dayalı yüksek iç talep = yüksek büyüme denklemine dayanıyor. Bunun dayanağı da ücretleri baskılamak, devlet maliyesini halka yıkmak, iç talebi belli döngülerle aşırı kısmak, ihracatçının malını ucuzlatmak için emeği ezmek. Türkiye bu tablonun sonuçlarını döne döne yaşamak zorunda. Egemenlerin yaptığı ise, bu tablonun alt ve orta sınıflarda yarattığı öfkeyi çalmak. işte kimisi gererek yapar, kimisi helalleşme diyerek yapar, farklı yollarla aynı amacı isterler. Sosyalistler çıkışı gösteriyor. işte asgari ücret konusundaki çağrımız, sergilediğimiz eylem ve içeriği hesaplaşmak için en yakınımızda duran bir fırsat.
Girdi maliyetlerini ağırlıkla TL ile ödeyen, TL borçlanan küçük orta sermaye grubundan zenginler, büyük miktarda borçlananlar ile döviz mudileri servetlerine servet katarken, ülke batıyor. TL'deki gizli devalüasyon yüzde 35'e, sokak enflasyonu yüzde 50'ye vardı. Her seferinde daha yüksek faiz ve daha yüksek enflasyon şeklinde geri dönen, defalarca yaşanan bu kısır döngüden kimin ne çıkar sağladığı, milyonlara ağır bedel ödetmenin getirisinin ne olduğu sorusunun cevabı bu kapitalist ilişkilerde. ''Hepimiz kaybediyoruz'' değil. Ülkenin, bizim mevcut durumumuzdan kazanan bir grup var ve bu grup kazandıkça, başka herhangi bir politika uygulanmasının önünü sistematik olarak kapatmaya devam ediyor. Türkiye'de en örgütlü, belli partilerle en organik ilişki kurmuş seçmen manipülatörü grup da aynı zamanda onlar çünkü. Böylece kütlesel stokçu döviz mudisi kâr ederken, zarar MB ve Hazineye kalıyor. Hazineye daha az temettü, daha az gelir demek bu da. Daha çok borçlanma ya da hazinenin daha az harcaması, yani neoliberal kemer sıkma canavarı demek. Yani yine bize maliyet. Bir avuç insan servet yığarken, maliyet üzerimize ustaca yıkılıyor. Burada aslında hükümetle tüketici grupları arasındaki kirli bir fiili anlaşmayı da görmek gerek. Nedir bu? Belli bir grubun maşasından başka bir şey olmayan hükümet burada para arzını sıkılaştırmaz, tüketiciler de daha sonra daha yüksek fiyatlar ödemekten kaçınmak için tüketimlerini artırırlar. Anlık enflasyon paranın el değiştirme hızını yükseltir ve tasarrufların değerini ortadan kaldırır çünkü. insanlar enflasyonu görürler, paralarının değersizleştiğini görürler, bu yüzden daha fazla değersizleşmeden önce bu parayı harcarlar, araba, ev, arsa vb gömerler, pazar canlanır. Korkutulmuş, at gibi kırbaçlanıp koşturulan tüketicilerin şişirdiği bir talep söz konusudur. Enflasyon taleple artar. Enflasyondan kaçmak için can havliyle tüketirken, enflasyonu artırmış olursunuz. Kapitalistler o oranda arz yaratmazlar ama. Bunun maksadı şudur: Kısa günün hesabıyla, devletin maliyesini halkın sırtından finanse etmek. Gördünüz mü şimdi MB kararından önce konuşan ve "milleti faize ezdirmeyiz" diyenlerin nasıl bir yalan söylediğini. Bütçenin yüzde 13'ünü, en büyük payı faiz ödemelerine ayıranlar "ezdirmeyiz" diyenler. Bütün bu ezdirmeyiz söylevlerinin ardında, enflasyonu baş edilmez durumda bırakmak, ihracat odaklı ucuz mal sanayisi için iç pazarı canlandırarak bu enflasyona karşı tüketiciyi at gibi koşturmak, ücret ve maaş olarak eline geçen parayı hemen geri çekmek, böylece aslında onun kendi zararına kapitalist devlete borç vermesini sağlamak var. Böylece halk bir yandan ekonomide ''büyüme ve iyileşme'' vaadleriyle oyalanırken, öte yandan da burjuvazinin bir kesimi karaborsa, sabotaj, spekülasyon ve vurgunculukla meşgul.
Bunun rejim açısından siyasal bir rolü var. Bilinçli ve düzenli olarak enflasyon gibi parametleri yıkıcı eşiğe getirerek, bunu kontrollü bir felaketin muhalif talepleri, şikayetleri, demokrasi ve özgürlüğü çökerteceği, bastıracağı umuduyla yapıyorlar. Çalışan kitlelerin kanını iliğini kurutan ama burjuvazinin kılına bile dokunmayan mali politikanın siyasal işlevi, halkı kendi tüketici kayıplarını her gün geri kazanma çabasıyla oyalamak, ve böylece devlet iktidarını belirleme işlerinden uzak tutmak. Enflasyon oynamaları milli şefe iktidar tatmini yaşatıyor. E çünkü insanların tüketimlerini kontrol edebilme gücü gerçek bir güçtür. Aç bırakıp kendini kurtarıcı olarak gösterebilirsin, tehdidi büyütüp bu tehdit karşısında vereceğin ufak bir tavizi kendini kurtarmak için kullanabilirsin. Büyük burjuvazi de bundan öyle aman aman rahatsız değil. Hem ekonomiyi istemedikleri siyasal yönetimin üzerine yıkabiliyorlar, hem de bu süreçte halkın dikkatini kendi mali kayıplarını ve günü kurtarmaya çekerek devrimci gelişmeleri baltalayabiliyorlar. Bu şu an burjuva çevrelerinin gizli toplantılarında ''problemsiz yumuşak geçiş'' dedikleri planı uygulamalarına imkan tanıyor. Herkes halkın alacakaranlıkta bu geçiş için tehlikesiz olacağı şekilde, kendi yaşamını ayakta tutmak için çırpınmaktan başka bir şey düşünemeyeceği şekilde yakalanmasına oynuyor. Rejimin oyalayıcı vaadi burada cari açığı kapatma üzerine bir hayal satmak. Parayı değersizleştirerek güttükleri amaç bu. Cari açık kapanınca ne olacak, dolar mı yağacak, lira değerlenecek mi? Bu ancak 1 sene mümkün oluyor. 1994'ten beri öyle. Çünkü olabilmesi için, 2018'deki gibi paranın değer kaybının kriz çıkaracak noktaya ulaşması gerekiyor. Ayrıca paranın değersizleştirileceği önümüzdeki 4-5 yılda ihracat gelirlerinin neredeyse dörtte biri gün yüzü görmeden MB kasasına girmek zorunda. Hiç rezerv satışı olmadan hem de. Yani cari açık kapansa bile piyasaya Türk lirasına değer kazandıracak net bir döviz girişi olması imkansız. Paranın sürekli reel değer kaybedeceği ve uçsuz bucaksız bir yoksullaşma bu. Kaldı ki döviz yükseldikçe ithal malların TL fiyatı da yükselir. Fiyat yükselince enflasyon oluşur. Öyle olunca da vatandaş dövize kaçmaya kalkar. Döviz talebi tekrar parayı değersizleştirir. Bu kısır döngü MB'nin döviz ihtiyacını artırır ve yine ve yine...
Olan biten iktisaden bu ama, asıl anlamını siyaseten açıkladığımız şeyde buluyor. Rejim ve burjuvazi grupları, kavgayı kontrollü bir şekilde kendi içlerinde yürütebilecekleri koşulları garantiye almaya çalışıyorlar. Özgün durum, içinden geçilen şey egemen sınıfın önleyiciliği. Gelecekteki bir devrimci deneyimi besleyebilecek ve hazırlayabilecek her şeyi önceden yok etmeyi hedeflediği için önleyici. Bu sınıfın toplumsal ve siyasal diktatörlüğünün istikrarı liberal demokrasinin olağan yöntemleriyle sağlanamadığında, bunu ekonomik krizle ve olağanüstü kararlarla yapmaya yeltenirler. Kriz otomatik olarak bu sınıfın yıkılmasını doğurur diye bir kaide yok çünkü. Bunu farketmelerine izin verdiğimizde şunu daha çok pekiştirmeye çalışırlar: iktidarlarını yürütmelerini sağlayacak bir siyasal yönetimin farklı sosyal gruplarca kabul görmesini sağlayacak, sömürülen sınıf ve ezilen grupların kendilerini devrimci siyasi özneler olarak oluşturmaktaki ve devrimci dönüşüm deneyine girişmekteki yetersizliği. Egemenlerin kendileri adına muhtaç olduğu şey bizim bu durumumuzdur işte. Ekonomik yıkımı bayrak yapmış ''problemsiz yumuşak geçiş''in anlayışı budur. Rejimin halkı devlet iktidarını belirleme eyleminden uzak tutmak için güttüğü anlayış budur. Bizim çıkışımız nedir peki? Bunu şiar olarak ortaya koyacaksak şudur: Devrimci sınıf ve kesimlerin kendi doğrudan ihtiyaçları için egemen sınıfın cenderesini farkederek olağanüstü ve görkemli bir güç gösterecek durumda olduğunu, mevcut duruma son verecek, eskisi gibi yaşamak istemediklerini ilan edecek, gerçekten yüce bir kurtuluş amacı uğruna gerçekten devrimci bir savaşım verebilecek durumda olduğunu, bağrında uyuyan gücü uyandırabileceğini göstermesi. Halk olarak anlamamız gereken budur.
Onlar, her şeyi belirleyecek ve diktatörlüklerini kurtaracak siyasal rejim arayışlarını halkın mali ve iktisadi yıkımıyla perdelerken, asıl kurucu olması için tarihin görev biçtiği işçi sınıfı yeni bir güç dengesi dayatmak üzere bir dizi mücadeleye çağrılmaktadır. Bu olmadan, buradaki boşluk dolmadan, egemen sınıfın taviz vereceğini ve bizim toplumsal gücümüzü artıran bir rejime izin vereceğini sanmak, şu anda ülkedeki en tehlikeli şey. Bunun bize zarar verip vermemesi, politik mücadelenin tümünün sömürülen ve ezilen kitleler olarak bizlerce işgal edilmesine, kendimizi kurucular olarak hazırlamamıza, devrime götürmedeki becerimize ya da yetersizliğimize bağlıdır. Ekonomik çöküş açısından, en başta açıkladığımız gruplara kazandıran politika açısından bakarsak, üretimin toplumun kendisi tarafından denetim altına alınmasının tek gerçek çözüm olduğunu, buna bağlı olarak da gerçek demokrasinin siyasal/ekonomik ayrımını aşarak devrimcileşen halkın iradesini toplumsal yaşamın tüm veçhelerine hakim kılarak, kıldıkça devrimcileşerek mümkün olduğunu görerek harekete geçmek, şu andaki yoksullaşmamızın bize emrettiği şey. Bunu nasıl yapacağız? Türkiye kapitalizmin ekonomi-politikasını hedef alan ve yıkılan sınıf ve kesimlerin acil gereksinimleri öncülüğünde bunun alternatifini yaratan program için çalışarak, şu anda onun siyasal eylem çağrısını örgütlemeyi kendi işimiz olarak kabul ederek. Krizin sebebi olarak faşistlerin anti-demokratik uygulamalarını veya ''siyasal saiklerle aldıkları bir takım başıbozuk kararları'' gerekçe gösteren, böylece de aslında kapitalizm ile demokrasinin uyumlu olduğu gibi tamamen yanlış bir bilinç üreten, hayali burjuva ''demokratikleşmesine'' ipleri teslim eden politikaya ise karşı çıkarak. Merkez Bankası bağımsızlığını savunma, yabancı sermaye akımlarından kurtuluş bekleme, ekonomik çözümsüzlüğü Erdoğan'ı demokratik açılıma veya parlamenter sisteme ikna etmek için kullanmak gibi hatalar bu noktadaki kavrayışsızlık, kasıtlı oportünizm ve beceriksizliklerden çıkıyor. Bu hatalar da halkın gerçek çözüme yaklaşmasını engelleyen faktörlerden sadece bazıları olarak egemenlere hizmet ediyor.
Türkiye kapitalizminin değer yaratma mekanizması ucuz dış kaynak-borç + çılgın proje-altyapı yatırımları + gayrımenkul + düşük faizli borçlanmaya ve dış pazara ucuz mal temin etmeye dayalı yüksek iç talep = yüksek büyüme denklemine dayanıyor. Bunun dayanağı da ücretleri baskılamak, devlet maliyesini halka yıkmak, iç talebi belli döngülerle aşırı kısmak, ihracatçının malını ucuzlatmak için emeği ezmek. Türkiye bu tablonun sonuçlarını döne döne yaşamak zorunda. Egemenlerin yaptığı ise, bu tablonun alt ve orta sınıflarda yarattığı öfkeyi çalmak. işte kimisi gererek yapar, kimisi helalleşme diyerek yapar, farklı yollarla aynı amacı isterler. Sosyalistler çıkışı gösteriyor. işte asgari ücret konusundaki çağrımız, sergilediğimiz eylem ve içeriği hesaplaşmak için en yakınımızda duran bir fırsat.
Elektrik faturasında TRT payı ve enerji fonunu kaldırıyoruz dediler, kaldırdıkları şey 3 lira 25 kuruş. Her 100 liralık elektrik faturası sadece 3,25 lira azalacak yani. "Müjde" diyen AKP mi dersin, "Kılıçdaroğlu dedi Erdoğan yaptı teşekkürler Kılıçdaroğlu" diyen CHP mi dersin... Böyle alay edilmemiştik hiç, yeni bir seviye. 3 lira 25 kuruş... Gelin biz sizin önünüze atalım o 3 lira 25 kuruşu burjuva politikacıları! Üç kuruşla hava basıp caka satanlar! 4 kişilik ailemizin aylık asgari ihtiyacı olan 230 kilovat saat elektriğin ücreti 4 yıl önceki 101 liradan 211 liraya çıkmış, şirketler dağıtım işleri üzerinden milyarlarca doları cebe indirir olmuş, üretilen elektriğin yüzde 20'si sermayenin umursamazlığından kaybolur olmuş, bunlar bize iğrenç burjuva siyasetlerini satıyor! 3 lira 25 kuruş diyenler, Türkiye'de elektrik üretimi için kurulu güç ile en tepe tüketim gücü arasındaki farka göre, elektrik üretim santrallarında nereden baksanız 20-25 milyar doların üzerinde atıl sermaye, israf var! Alın kuruşlarınızı başınıza çalın! istiyoruz: Her aileye asgari ihtiyaç miktarı kadar bedelsiz elektrik! Elektrik üretimi ve dağıtımı işçi ve tüketici birlikleri kontrolünde kamu yönetimine! Enerji şirketlerinin borçları özel servetlerin üstüne! 3 lira 25 kuruşun ardına saklanacak vergi silmelere, teşviklere, şirket kurtarmalara son! Şirket bütçeleri, gelir giderleri, hesap ve finansmanları üzerindeki gizlilik kaldırılsın!Sermayenin elinde bazen bir silah, bazen de bir uzlaşı aracı olarak işlev gören kamulaştırma biçimlerine karşı, piyasa rekabetini sonlandıracak, spekülatif hareketlere son verecek, merkezi planlama ilkeleri altında işleyecek kamulaştırma için devrimci sınıfın kuvvet ve eylemi! Üretici güçlerin tam sosyalizasyonu hedefiyle birlik içinde bu talepler için mücadele ateşi yansın! 3 lira 25 kuruş sizin, TÜM iKTiDAR BiZiM!
Yeni ''Bir Başkadır'' modası ''Kulüp'' dizisi anlaşılan. Diziye bakıyorsunuz 1 tane falsosuz iyi insan denebilecek Müslüman-Türk insan tipi yok. Tek iyi olan Müslüman-Türk, eşcinsel bir karakter. Bütün gayrimüslimler ise mükemmel, iyi insanlar. Dizi bu kanıyı oluşturmak üzerine kurulu. Elbette Varlık Vergisi'nden 6-7 Eylül'e, hatta 1915'ten itibaren 40 yıllık bir zaman dilimi içerisinde Müslüman-Türk olmayan halklara yaşatılan mezalimlerin sahneye, ekrana yansıtılması, bu tür ''yasaklı'' konuların daha çok işlenmesi gerek. Ama bu dizi gibi değil. Direk halkları karşı karşıya getirmek, birbirlerini aşağı görmelerini sağlamak ve uluslararası alanda da Müslüman-Türk insanı böyledir işte imajı yaratmak bu dizinin politik yanlışı. 1955'te geçen bir dizi bu. Aynı yıllarda başka bir şeyi de görebilirsiniz mesela. istanbul’daki Hilton Oteli işçilerinin yaptığı grev, izmir liman işçilerinin grevi ve Santral Mensucat Fabrikası’ndaki grev. Üç grevde de müslüman ve gayrımüslim işçilerin ortak çalışması var. Elbette tarih 1908 değil, gayrımüslim işçilerin etkinliği o kadar yok. Ama her üç yerdeki grevi başlatanların arasında Kırım, Romanya, Bulgaristan kökenli işçiler var. izmir'de Rum işçileri de görüyoruz. Bunlar Müslüman-Türk işçilerle yerli ve yabancı kapitalistlere, tüccarlara, komisyonculara, taşeronlara karşı o zamanki grevlerde sınıfsal birlik kurmuş işçiler. Sınıf mücadelesinin ve sosyalist hareketin öteden beri daha gelişkin olduğu Balkanlardaki deneyimlerini ve fikirlerini yerli işçilerle paylaşan, ortaklaşan, aynı dertleri paylaşan, Müslüman-Türk işçilerin okulu olan işçiler. Bu okulu 40 yılda yok ettiler. Osmanlı'da 1908’de Selanik, Rumeli merkezli başlayan işçi hareketi henüz filiz halindeyken bastırılmıştı. Önce Balkanlar'ın kopmasıyla, ardından Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının getirdiği yıkımla Osmanlı işçi sınıfı parçalandı. Yeni kurulan burjuva cumhuriyetinin hemen 1924'te başlayan baskı ve yasakları da işçi hareketinde uzun bir kopuşa yol açtı. 1960'lara kadar. Osmanlı işçi sınıfının kozmopolit yapısının az da olsa görülebildiği, geçmiş mücadelelerin hatırlabildiği, kemalist hükümetin işçi hareketini soktuğu cendereden çıkılmaya çalışan, bu cendereyi görmüş yaştaki işçilerin halen bulunduğu yıllar 50'ler. Anadolulu gayrimüslim işçiler de tümüyle sahneden çekilmiş değillerdi. Yeşeren işçi eylemlerinde bu görülüyor. işçilerin sınıf kardeşliği. işte o da 1955, bu da 1955. Şimdi siz dönem filmi, dönem dizisi diye emekte temsil edilen bu kardeşliği de gösterebilirsiniz, Kulüp'teki gibi neoliberal kimlik politikasını belli kültürel sosyal kodlarla yeniden ve yeniden üretmek, belli karşıtlıkları klişe bir şekilde işlemek, Netflix tüketicisi beyaz yaka ve üst orta sınıf çalışanları son moda liberal politikaya çekmek, pek çok açıdan daha "entelektüel" işçilerle bu sınıfın ana kütlesi arasına duvarlar örmek yoluna da gidebilirsiniz. Hangisi Türkiye'yi değiştirir? Ya da mesela Metin Yeğin'lerin yakın zamanda çıkan Grev filmi mi, Kulüp dizisi mi? Ben birincisi derim. Çünkü bu bir kavga. 1908'de başlayan işçi hareketini bitirme, köklerini kurutma çıkarlarını güden ile 6-7 Eylül gibilerini yapanlar aynı. Kim yenecek onları? işçiler. "Ezilenler, gömün ayrılıklarınızı!" çağrısına uyan işçiler. Kulüp dizisi Netflix kafasıyla yapılmış, tüketiciye istediğini satmakla ilgili, eski Galata toplumu üzerinden liberal değerleri ve ideolojik hegemonyayı üretmeye kalkışan bir ticari meta. Bunu Türkiye'nin hakikatlerinin konuşulması arzusuyla gelişigüzel bağdaştırmak orta sınıf solcusunun hülyası olur ancak.
Erdoğan'dan, randevu alamıyoruz diyen bir vatandaşa: ''Yanında doktor var ona sor''
Adam alamıyoruz diyor, kendi deneyimini anlatıyor doktorunkini değil, doktor ne alaka. Doktor mu vermiyor randevuyu. Şimdi bu ne demek? Gidin doktorlara saldırın demek. Çünkü şikayet almayı kendisine saldırı olarak görüyor, savuşturmaya çalışıyor hemen. O ne derse desin sonuç ortada: MHRS ve 182'den randevu alınamıyor. Eskiden hastaneye erken gidip sıra almak mümkündü. Sonra bu kalktı, sadece MHRS ve 182 ile randevu verilir oldu. Ama şimdi o da çalışmamaya başladı. Eskiden hastanede kuyruk olurdunuz, şimdi evlerde kuyruk oluyorsunuz. Bunun birinci sebebi durmadan şişirilen bir sağlık hizmeti talebi. Bu talebe denk düşen sayıda doktor, sağlık çalışanı ve hastane yok, oluşturulmuyor da. Mevcut randevu sistemi 10 dakikada bir, aynı anda 3 hastaya birden randevu verir hale geldi. Şimdi hastaneye randevusuz da kabul edilmiyorsun, randevu da alamıyorsun. Sistem, insanları özel hastanelere yönlendirmek için birebir. Adeta bunun için icat edilmiş. Bunun da kapitalist amaçlarını görebiliyorsunuz hemen. En büyük avantajları da ekonomik ve sosyal şartlardan dolayı Türkiye'de insanların çabuk hasta olması. Bunu kullanarak kurdukları şey tedavi, hastane, teknoloji, ilaç odaklı. Yoğun talepli bir tüketim pazarı oluşturuyorlar. Semt hastanelerini yıkıp tek bir noktada birleştirip şehir hastanesi yapmak da bu yüzden. Arzı kıstın mı malın değeri artar mantığı. Bunun bir diğer ayağı da tedavi edici sağlık hizmetinin gereksiz düzeyde aşırı kullanımı. Talebi koruyuculuktan alıp, toplum için çok daha pahalı olan tedavi ediciliğe yönlendiriyorlar. Sağlık alınıp satılan bir mal, hastaneler şirket, hastalar ise müşteri durumuna indirgenmişse orada başkasına yer yok. Başta bulaşıcı hastalıkların önlenmesi olmak üzere halk sağlığı çalışmalarını yapması beklenen sağlık ocakları, devlet hastaneleri ve üniversiteler kapitalistlere kazanç sağlamak için yapılandırıldığından, sermayeye kâr sağlamayan koruyucu sağlık hizmetinde yetersizlikler ortaya çıkıyor. Bilimsel teknik gelişmelerle üretimin canlı emek-gücüne olan bağımlılığı azaldıkça, kaynağı canlı emek olan ve can çekişen sermaye sağlık gibi sektörlere kayma gereği duyup, devletin herkese sağlık hizmeti sunması gereğini de ortadan kaldırıyor. Sermaye kendisi ölmemek için insanların sağlığa erişimini engelliyor yani. Öncelikle tedavi, hastane, gereksiz teknoloji ve ilaç yönelimini kırmak gerek. SSCB'deki tedavi hizmetleri yerine koruyucu hizmetlere öncelik verilmesi, ücretsiz sağlık hizmeti sunulması ve sağlık/hastalık anlayışında toplumsal faktörlerin temel alınması, ''Toplumsal ve Mesleki Hastalıklar Kliniği'' gibi merkezlerin açılması gerek. Hastalıklardan korunma önlemleri etkinleştirilmeli. Türkiye'de ise tamamen sermayenin çıkarları doğrultusunda ''birinci basamak sağlık hizmetleri'' önemsizleştirildi. Üst orta sınıf ya da üst gelir gruplarının sağlık hizmetlerini satın aldığı bir yapı oluşturuldu. Sigorta şirketlerinin belirlediği bir sanayi haline geldi. Bu dönüşüm halen sürüyor. Çünkü emekçi halk sağlığın hak olduğunu ve siyasal bir mesele haline gelmesi gerektiğini bilmiyor. Halkın talep etmesi gereken şu: prim ve katkı kapı gibi ücretlendirmelerin kaldırılması, her vatandaşa eşit ve ücretsiz sağlık hizmeti verilmesi, özel hastanelerin ve sigorta şirketlerinin kamulaştırılması, tedavinin yanında korucu sağlık hizmetlerine öncelik verilmesi, emeğin fiziki ve ruhsal korunması veya iyileştirilmesi için sağlık önlemlerinin hayata geçirilmesi, gezici sağlık birimlerinin kurulması ve faaliyetlerinin planlanması, sağlık hizmetinin toplumun içinde, eve girerek, yaşam koşullarını bir bütün olarak ele alıp değiştirmeye çalışacak şekilde toplumsal katılıma ve gündelik yaşamda bir faaliyete dönük planlanması, halk sağlığının bilim haline getirilmesi, sağlık bütçesinin halkın sırtından değil genel bütçeden karşılanması, sağlık harcamaları için servete artan oranlı vergi ve üretim getirisinden ayrılan, sağlık emekçileri başta gelmek üzere tüm emekçilerin denetimine açık toplumsal fonların oluşturulması. Bu temelde yapılacaklar devrimci bir program ve iktidarla mümkün. Açıkça burjuvaziye karşı bir eylem planı. Eğer onların istediği dönüşüm tamamlanmış olarak Türkiye salgına yakalansaydı, bugünkü korkunçluğu arar hale gelirdiniz. Erdoğan yanında doktor var diyor. Yanımıza doktorları, sağlık emekçilerini de alıp, bütün bir işçi sınıfı ve sistemin işe yaramadığını gören tüm toplumsal sağlık talepkarları olarak sermaye ve adamlarına isteklerimizi haykıralım!
Adam alamıyoruz diyor, kendi deneyimini anlatıyor doktorunkini değil, doktor ne alaka. Doktor mu vermiyor randevuyu. Şimdi bu ne demek? Gidin doktorlara saldırın demek. Çünkü şikayet almayı kendisine saldırı olarak görüyor, savuşturmaya çalışıyor hemen. O ne derse desin sonuç ortada: MHRS ve 182'den randevu alınamıyor. Eskiden hastaneye erken gidip sıra almak mümkündü. Sonra bu kalktı, sadece MHRS ve 182 ile randevu verilir oldu. Ama şimdi o da çalışmamaya başladı. Eskiden hastanede kuyruk olurdunuz, şimdi evlerde kuyruk oluyorsunuz. Bunun birinci sebebi durmadan şişirilen bir sağlık hizmeti talebi. Bu talebe denk düşen sayıda doktor, sağlık çalışanı ve hastane yok, oluşturulmuyor da. Mevcut randevu sistemi 10 dakikada bir, aynı anda 3 hastaya birden randevu verir hale geldi. Şimdi hastaneye randevusuz da kabul edilmiyorsun, randevu da alamıyorsun. Sistem, insanları özel hastanelere yönlendirmek için birebir. Adeta bunun için icat edilmiş. Bunun da kapitalist amaçlarını görebiliyorsunuz hemen. En büyük avantajları da ekonomik ve sosyal şartlardan dolayı Türkiye'de insanların çabuk hasta olması. Bunu kullanarak kurdukları şey tedavi, hastane, teknoloji, ilaç odaklı. Yoğun talepli bir tüketim pazarı oluşturuyorlar. Semt hastanelerini yıkıp tek bir noktada birleştirip şehir hastanesi yapmak da bu yüzden. Arzı kıstın mı malın değeri artar mantığı. Bunun bir diğer ayağı da tedavi edici sağlık hizmetinin gereksiz düzeyde aşırı kullanımı. Talebi koruyuculuktan alıp, toplum için çok daha pahalı olan tedavi ediciliğe yönlendiriyorlar. Sağlık alınıp satılan bir mal, hastaneler şirket, hastalar ise müşteri durumuna indirgenmişse orada başkasına yer yok. Başta bulaşıcı hastalıkların önlenmesi olmak üzere halk sağlığı çalışmalarını yapması beklenen sağlık ocakları, devlet hastaneleri ve üniversiteler kapitalistlere kazanç sağlamak için yapılandırıldığından, sermayeye kâr sağlamayan koruyucu sağlık hizmetinde yetersizlikler ortaya çıkıyor. Bilimsel teknik gelişmelerle üretimin canlı emek-gücüne olan bağımlılığı azaldıkça, kaynağı canlı emek olan ve can çekişen sermaye sağlık gibi sektörlere kayma gereği duyup, devletin herkese sağlık hizmeti sunması gereğini de ortadan kaldırıyor. Sermaye kendisi ölmemek için insanların sağlığa erişimini engelliyor yani. Öncelikle tedavi, hastane, gereksiz teknoloji ve ilaç yönelimini kırmak gerek. SSCB'deki tedavi hizmetleri yerine koruyucu hizmetlere öncelik verilmesi, ücretsiz sağlık hizmeti sunulması ve sağlık/hastalık anlayışında toplumsal faktörlerin temel alınması, ''Toplumsal ve Mesleki Hastalıklar Kliniği'' gibi merkezlerin açılması gerek. Hastalıklardan korunma önlemleri etkinleştirilmeli. Türkiye'de ise tamamen sermayenin çıkarları doğrultusunda ''birinci basamak sağlık hizmetleri'' önemsizleştirildi. Üst orta sınıf ya da üst gelir gruplarının sağlık hizmetlerini satın aldığı bir yapı oluşturuldu. Sigorta şirketlerinin belirlediği bir sanayi haline geldi. Bu dönüşüm halen sürüyor. Çünkü emekçi halk sağlığın hak olduğunu ve siyasal bir mesele haline gelmesi gerektiğini bilmiyor. Halkın talep etmesi gereken şu: prim ve katkı kapı gibi ücretlendirmelerin kaldırılması, her vatandaşa eşit ve ücretsiz sağlık hizmeti verilmesi, özel hastanelerin ve sigorta şirketlerinin kamulaştırılması, tedavinin yanında korucu sağlık hizmetlerine öncelik verilmesi, emeğin fiziki ve ruhsal korunması veya iyileştirilmesi için sağlık önlemlerinin hayata geçirilmesi, gezici sağlık birimlerinin kurulması ve faaliyetlerinin planlanması, sağlık hizmetinin toplumun içinde, eve girerek, yaşam koşullarını bir bütün olarak ele alıp değiştirmeye çalışacak şekilde toplumsal katılıma ve gündelik yaşamda bir faaliyete dönük planlanması, halk sağlığının bilim haline getirilmesi, sağlık bütçesinin halkın sırtından değil genel bütçeden karşılanması, sağlık harcamaları için servete artan oranlı vergi ve üretim getirisinden ayrılan, sağlık emekçileri başta gelmek üzere tüm emekçilerin denetimine açık toplumsal fonların oluşturulması. Bu temelde yapılacaklar devrimci bir program ve iktidarla mümkün. Açıkça burjuvaziye karşı bir eylem planı. Eğer onların istediği dönüşüm tamamlanmış olarak Türkiye salgına yakalansaydı, bugünkü korkunçluğu arar hale gelirdiniz. Erdoğan yanında doktor var diyor. Yanımıza doktorları, sağlık emekçilerini de alıp, bütün bir işçi sınıfı ve sistemin işe yaramadığını gören tüm toplumsal sağlık talepkarları olarak sermaye ve adamlarına isteklerimizi haykıralım!
"Kapitalizm ile para kazanam kapitalizme sövem gomunist olalım demi" diyen Jahrein, bugün Twitch'teki kara para aklama işlemleri için ifade veriyordu... Bu işlerle ayda 5-10 bin dolar kazanan, hatta günde 1800-2500 dolar kazanan ve bunu uzun bir süredir yapan insanlar var. Yüzlerce binlerce. Yeni bir olay falan değil, yıllardır yapılıyor ve tüm Twitch Türkiye bundan zaten haberdar. Durdurulması da çok zor. 18'den küçük genç erkek ve kızları video oyunları ve birbirleriyle kapıştırılan, seyirlik hale getirilen oyuncu hesapları üzerinden düşmanca bir rekabete sokup, sanalın içine sıkıştırıp, kışkırtıp, yabancılaştırıp, klanlaştırıp, tamamen ekran ve dijital efekt ilüzyonu bağımlılığına dayalı platformu da hırsızlığın aleti olarak büyütüyorlar. Eski arena veya kafes dövüşleri mantığı. Sonra da "gomunist olalım demi" Sen olma, sana ihtiyaç yok.
Erdoğan yürüyemiyor. Ayağına bunu geçirdiler. Sızdırılan son videosunda ayağında görülen ayakkabı. Yürüme güçlüğü ve denge kaybı yaşayan hastalara veriliyor. Altında sensörler var. Kişinin dengesinin bozulduğunu algıladığında, dik durması için ayağı yavaşça geriye doğru kaydırıyor. Son sızıntıya göre sıkıntı ciddi. Ayakta durup düzgün bir adım atacak hali yok. Bedeni beynine itaat etmekte zorlanıyor gibi. Bu ayakkabı da baston kullanmamak için veriliyor hastalara. Vaziyet Erdoğan'ın koltuğuna dair endişeli ve hastalıklı tutkusunu artıracak. Ama mesele yaşı belli bir yere gelmiş birinin hastalıkları değil. Mesele bunu düzenli olarak kimin gözümüze soktuğu. 2 Ekim'de Amerikan emperyalizminin sözcülerinden CFR'nin organı Foreign Policy'de bu konuda bir yazı çıktı. Yazıdan sonra Erdoğan'ın hasta olduğunu işaret eden görüntüler belirgin derecede sıklaştı. Yazıda Erdoğan'ın yerine geçecek isim bile söyleniyordu: Hulusi Akar. NATO'nun sevgili çocuğu. Uluslararası bir PR çalışması. Cumhurbaşkanlığının iletişiminden sorumlu, "propaganda bakanı" Fahrettin Altun da sorumlu gözüküyor. Görüntüler onun elinden geçmeden verilemez. Oradan Washington'daki SETA çevresine uzanmak da gerekir tabi. Erdoğan'ın hasta gösterilmesi üzerinden, kurduğu rejimin adamları ve emperyal destekçileri rejime sadık bir geçiş süreci tezgahlıyor olabilir. Gürültüsüz, yıkımsız, devlet iktidarını belli odakların ve iç-dış politika programlarının çeperinde tutacak bir geçiş. Halkı paralize edecek bir plan. Uyanık olmak ve kitlelerin muhalefetini en tepedeki burjuva entrikalarına ve tuzaklarına karşı harekete geçebilir duruma getirmek elzem.
görsel
görsel
Et yemek sınıflı toplumun ürünü değil. Ama et yemenin refah ölçüsü sayılması ve sağlık, dirilik, irilik, güç, kuvvet göstergesi sayılması tamamen sınıflı toplumun ürünü. Bugüne ait değil, 6-7 bin yıldan daha önceki zamanlara ait. O zamandan beri et yemeye dair bir kültürümüz ve alışkanlığımız var. Eski zamanlarda bu kültür veya alışkanlık meselesi değildi tabi, zorunluluktu. Yenebilecek her şeyi yemeye başlayan yeni bir türün oluşumu ve büyüyen nüfus. Buna nazaran toprağın sınırlılığı ile hareketli topluluklar olarak yaşamanın zorlaşması, hayvanları evcilleştirme ve beslenmelerini kontrol altına alma, tarımsal artıyı ve büyüyen hayvan nüfusu için gerekli toprak ve suyu ele geçirme. Avcılığımız ve fetihçiliğimiz bu sayede gelişti, geliştikçe bugünkü sınıflı toplumun nüveleri belirmeye başladı. Bu uzun bir tarihsel süreç. Aksi de uzun bir tarihsel süreç ister. Eğer insanlığın beslenme rejimi değişecekse, bunun için birçok merhaleden geçmek gerekir, belli koşulların değişmesi, zorlaması gerekir. Yani hadi Pazartesi hep beraber vegan olmaya karar verelim'le değil. Hayvan yemek ''burjuva ideolojisinin sahip çıkacağı bir şey'' demek ile burjuvaların sahibi olduğu bazı küresel tekellerin ve tesislerin büyük hayvan mülkiyetini elinde bulundurması da farklı şeyler. işçi sınıfı et yemeye sahip çıkar. Et yememek kendi sefaletine, eşitsizliğine sahip çıkmak çünkü. Aksine, burjuvazi ise kolayca vegan olabilir. Bunu bir ayrıcalık olarak görmeleri de mümkün. Ki vegan yiyeceklerin bütün gıdalar gibi meta olarak hangi sınıf ya da sınıfların bütçesine daha uygun olduğu da ortada. Bununla beraber imkanı olsa bile bazı insanları et, tavuk, şu, bu yememeye ikna etmek çok zordur. Çünkü beslenme bir iyi hissetme meselesidir aynı zamanda. Tadını sevip iyi hissettiğimiz şeyleri yeriz. Bu hissi satmanın da kirli bir endüstrisi var tabi. insanlar bitkisel beslenmek istemeyebilir, alışkanlık, taklit etme vb sebeplerle. Bu koşulları değiştirebilirsiniz. Yani mesela vegan ürün fabrikalarının, restoranların ve kafelerin, vegan-olmayan beslenme mekanlarının sayısına yaklaşması, insanların bu yiyeceklerle ve onları yiyen insanlarla toplumsal yaşamda daha çok karşılaşması, en azından ''sürüden etkilenmeyi'' artırır. O zaman şunu sormalıyız: Hayvansal ürünlerin tüketiminin reddinin, et yemeye sahip çıkmamanın başlı başına kapitalist üretime karşı bir isyan biçimi olup olmadığı. Çünkü pekala talepte kapitalistlerin adapte olacağı ve kapitalist sistemin kendisinin bozulmadan kalacağı bir değişimden ibaret olacaktır söz konusu olan. Burjuvazi pekala veganizmi kendisine ait kılar. Şimdi bile ''iklim aktivistleri''ne, iklim sorunuyla ilgilenenlere yaptığı gibi. Ya da LGBTi meselesine yaptığı gibi. Harıl harıl besi hayvanlarının atmosfere saldığı sera gazlarının nasıl azaltılacağını düşünüyorlar mesela. Monsantoların, Kissenger'ların gıda politikasına, tohum politikasına, ulusların beslenmesini yapay ürün-yapay kıtlıkla terbiye edip tekelleşme politikasına yeni bir biçim verilmek isteniyor. Beslenmede monokültür yaratılması, küçük çiftçilere dayanan ürün çeşitliliğine son verilmesi, doğal gıdalar yerine genetiğiyle oynanmış, vitamin ve mineral içeriği aşamalı olarak azaltılmış gıdalarla ulusların, daha çok Asya, Ortadoğu ve Afrika nüfuslarının birbirine bağlaması ve denetim altına alınması. Çünkü 2050'ye kadar kapitalizm dünyada 2,5 milyar işsiz, 2 milyar vasıfsız/çöp nüfus, 60 yaş üstü 1,5 milyar emekli ve 2 milyar bakıma muhtaç yaşlı insan ile 400 milyondan fazla mülteci yaratacak. Bunu yaratan kapitalizm gibi bir sistem için bir nevi felakettir bu. Sistemin efendileri ve figüranları arasında, DAVOS'larda, BM komisyonlarında, IMF ve DB toplantılarında, G7'lerde, emperyalist dünya siyasetinin zirvelerinde ve her ülkedeki ajanlarında vs bütün bu gördüğünüz dört dönme, telaş ve koşturmaca zaten o yüzden. Sermayenin geleneksel enerji kaynakları sömürüsünün sınıra dayanması ve bunun sebep olduğu iklim krizinin devrimcileşme potansiyeli ve tehlikesi hakim azınlığın korkulu rüyası. Bunların asıl korkusu, dünya çapında halkların, emekçi kitlelerin çevreci, etnik, kültürel, cinsel, dini vb parçalı-dağınık ve burjuva sektlerinden kopamamış kimlik itirazlarından, doğrudan birleşik devrimci bir sınıf hareketine geçmesi. Bu yüzden mavi ekonomi, yeşil ekonomi gibi terimleri ortaya atıp kitlelerin aklını bulandırıyor, hem de bir ayağı çukurda sermayeye yapay et gibi yaratıcı alanlarda yeni sömürü fırsatları kazandırmaya çalışıyorlar. Keynes'in 1933'te Roosevelt'e yazdığı bir mektuptaki şu sözlerde saklıdır bu işin ardındaki niyet: ''Siz kendinizi, mevcut toplumsal sistemin çerçevesi içinde akla dayalı bir deneyle, yaşadığımız koşulların olumsuz sonuçlarını gidermeye çalışan bütün ülkelerdeki insanların temsilcisi haline getirdiniz. Eğer bunda başarılı olamazsanız, dünya çapında bir rasyonel değişim ciddi önyargılarla karşılaşacak, ortodoksluk ve devrimin karşısına dikildiğini görecektir''. işte bugün de ''akla dayalı bir deney'' ve ''rasyonel değişim'' propagandası içindeyiz, ve bu propaganda devrimi engellemeye yönelik. Sosyalistlerin işi olayların gidişatını kendi lehlerine çevirmek ve egemenlerin stratejisini bozmak üzere kendi devrimci stratejileri üzerine çalışmak. Bunu yapmak yerine önemsiz ya da ikincil üçüncül önemdeki olay ya da konularla gereğinden fazla zaman kaybeder, burjuva siyasetinin gündelik kurmacası içinde debelenirken saldırıya maruz kalan kitlelere önderlik götürmeyi becermezsek, düşmanlarımız kazanır. Tarih bizden, işçilerden yana gelişiyor, kapitalizm ayakta kalmak için kendi olmaktan çıkacağı koşullara sürükleniyor ki bu başlı başına her krizin anası bir krizdir, ama yanılgı ve aldatmacaya kapılmaz, örgütlenme denen akıllı müdahaleyi gerçekleştirir ve sınıf bilinci denen yenilmez silahla donanırsak kazanabiliriz. Vegan beslenen sosyalistlerin dikkate alması gereken de bu. Böyle beslenebilirler, savaşmalarına engel olmayacak her şeyi yapabilecekleri gibi. Buna bir ''ideoloji'' muamelesi yapmamaya dikkat etmeliler ama.
Bekliyorsunuz ki iki tane muhalif gazeteci Soylu'yu köşeye sıkıştıracak, sağlı sollu kroşelerle darmaduman edip bakanı oradan madara olmuş halde yollayacak. Bu olmayınca da herkeste bir hayal kırıklığı. Soylu'ya tepki var bir de, niye sorulara gerektiği gibi yanıt vermemiş, niye alakasız şeyler anlatmışmış. Soylu'dan, o tezgahtan, o halk kandırmacasından ne umuyorsunuz ki yahu. Süleyman Soylu Peker'in itiraflarını dinleyenleri "çocuk pornosu izleyenler"le bir tutsun, milyonlarca insanı ahlak dışı ilan etsin, böylece uyuşturucudan şantaja türlü ahlaksızlıklara dair suçlamanın ortasında ahlaksızlığa karşı ahlak timsali olarak kendini yüceltsin, ilahileştirsin diye yapılmış, basit bir kurgusu olan bir yayın o. Kapıda gece iki manga adam toplamış zaten. Soylu orada zor bir duruma düşse, ters bir soruyla üzerine gelinse, o gazeteciler çıkışta dövdürülecek. Bir bakandan bahsetmiyoruz sadece, kendi adamları olan bir çete üyesi aynı zamanda. O yüzden böyle halk kandırmacalarından medet ummayın. Soylu Habertürk'te dendiği zaman yapacak şey belli. Mobil-dijital ağlar üzerinden, grup grup, çevre çevre, kartopu tarzı esnek, spontane ve hızlı bir örgütlenme yöntemiyle Habertürk binasının etrafında onbinleri toplamak. Sorulması gereken soru varsa halk sorar. Suçluların yüzüne okunması gereken suçları halk okur. Köşeye sıkışacak biri varsa halk sıkıştırır. Bunu yapmaya yanaşmayanlar biz şöyle muhalifiz şöyle sosyal-demokratız şöyle halkçıyız demeyecek.
Sırada bu var. Serkan Kurtuluş. Sedat Peker'in biraz daha küçüğü. Sedat'ın 253 adamı var, bunun 207. Mit ve emniyetin emri altında birçok esnafı kaçırarak şantaj ve tehditle onlardan para topladığını itiraf etmişti. Eline bir liste veriliyor, listedeki isimlere gidip ''seni dosyadan çıkaracağız'' vaadiyle bu isimlerden 200 bin ile 1 milyon lira arasında para alması isteniyor. Birine gidip ''8. ayda sana operasyon yapılacak, 100 bin dolar verirsen aklanacaksın, gözaltı listesi elimde, istihbarat müdürü arkadaşım'' dediğini belirttiği ifadeleri var. ''istihbarat müdürü ve AKP izmir il başkan yardımcısı Ahmet Kurtuluş ile bu paraları bölüşüyorduk, istihbarat müdürü benden il emniyet müdürü Celal Uzunkaya'nın payı diyerek ekstra para alıyordu, ona verip vermediğini bilmiyorum'' bile dedi. itiraf etti bunları. Gasp, yağma, tehdit, silahlı tehdit, adam yaralama, adam kaçırma, çırılçıplak soyup resim çekerek şantaj yapma gibi olaylar çoğalıp şikayetler artınca hakkında soruşturma açılmak zorunda kaldı. izmir 3. ağır ceza mahkemesinde içinde istihbarat müdürü ve AKP il başkan yardımcısının da olduğu dava var. Devlet istihbarat müdürünü aklamaya çalışıp, kendisi için interpol'den karar çıkarınca kızdı. ''Bildiğim her şeyi anlatacağım, MiT'in Suriye faaliyetlerini oraya gönderilenleri, fetö borsasını, beni kullanıp kenara atanları, her şeyi anlatacağım. Emniyet ifademde anlatamadığım her şeyi anlatacağım. Devlet beni kullanıp atamaz, Orkide yağlarına çök diye beni gönderenleri de anlatacağım. O paraları paylaştığım emniyetçileri de anlatacağım. Binali Yıldırım'ın oğlunun bana geldiğini, Rahip Brunson’u ortadan kaldırmam gerektiğini, bunun MGK kararı olduğunu, üzerime gelirlerse bunların hepsini anlatacağım. Ben kullanılıp atılacak birisi değilim'' dedi. Şimdi de ''elimde ABD ve Rusya'yı ilgilendiren çok önemli deliller var. Hukuk devletinde AKP hükümeti, benim açıkladıklarım ve açıklayacağım deliller sonrası istifa etmek zorunda kalırdı'' diyor. Elinde ''çok ciddi deliller ve Binali Yıldırım'la ilgili ses kayıtlarının olduğunu'', ''bunları BM korumasına alındığında açıklayacağını'', ''işin ucunun cumhurbaşkanına kadar gittiğini'' söylüyor. Gürcistan'dan Arjantin'e kaçmış, orada yakalanmıştı. Şu anda açlık grevinde. Dün yine konuştu: "Soylu benimle ilgili diyor ki, 'Gürcistan'a iade etmediği için dargınım'. Devletler arasında uluslararası hukuk kuralları işler, hatır-gönül ilişkileri işlemez. Gürcistan, Türkiye'nin yolladığı Interpol dosyasını inceledi ve beni uluslararası kanunlara göre iade etmedi. içişleri Bakanı, beni Gürcistan'da 'ellerinden kaçırdıklarını' açıklıyor. Çünkü beni öldürmek için bir ekip gönderdi. Bunu öğrenince Gürcistan'dan çıktım". Sedat Peker'le ilgili söyledikleri de var: "Bence daha hiçbir şey konuşmadı, daha çok şey konuşacak. AK Parti'nin şöyle bir politikası var: Herkesi kullanıyor ve daha sonra bir kenara atıyor. Peker'in, Cumhurbaşkanıyla tokalaşırken fotoğrafı var. AK Parti için mitingler yapıyordu. AK Parti ile olan ilişkileri zaten çok net biçimde ortada. Demek ki bazı sözler verdiler, yerine getirmediler. Şimdi o da açıklamalara başladı. Bence çok daha fazla açıklama yapacak. Sadece Sedat Peker değil, birçok kişi zaman içerisinde AK Parti hükümetinin işlediği suçlarla ilgili, yaptığı illegal işlerle, yapılanmalarla ilgili açıklamalar yapacaktır".
Kendi kuyruğunu yiyen iktidar tablosu işte... Koca bir ülke bunların elinde. Orkide yağlarına, Köfteci Yusuf'a, Yalıkavak Marina'ya falan çökmekten bahsediyorlar ama, asıl ülkenin tamamına çökmüşler zaten. Yol belli. Ya ellerindeki her şeyi ve tüm iktidarı alacağız, ya alacağız. Zor ile!
Kendi kuyruğunu yiyen iktidar tablosu işte... Koca bir ülke bunların elinde. Orkide yağlarına, Köfteci Yusuf'a, Yalıkavak Marina'ya falan çökmekten bahsediyorlar ama, asıl ülkenin tamamına çökmüşler zaten. Yol belli. Ya ellerindeki her şeyi ve tüm iktidarı alacağız, ya alacağız. Zor ile!
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık: ''Pandemi döneminde kadına şiddet olaylarındaki artış tolere edilebilir''
Bilmeyenler için altını çizeyim, tolere edilebilir demek hoş görülebilir, mazur görülebilir, kabul edilebilir demek. Yanık bunu ''TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Belirlenmesi Araştırma Komisyonu''nda söylüyor. Hani bir de komisyon kurmuşlar bunun için. Sedat Peker gibi söyleyeyim ulan siz komisyon kursanız kaç yazar! Sanki ortada bilinmeyen bir şey var. Tolere edilebilir diyeceksen zaten bu isimde bir komisyon kurmanın manası yok. Tolere ettikleri şeyin sebepleri kendilerini çok ilgilendiriyormuş gibi. insan öldürülüyor, ama sanki kar yağışıyla beraber don olaylarındaki artışın normal olmasından bahsediyorlar. Komisyona falan gerek yok, söyleyeyim sebeplerini: Erkeklerin işten atılması ve işyerlerinin iflas etmesi, sosyal güvenlikten yoksunluk, erkeğin hane ekonomisini idame ettirme yükünün artması, nakdi destek verilmemesi ve emeğin fiziki-moral olarak korunmaması, kadının ev içindeki bakım-hizmet işi yükünün artması, ailelere salgın döneminde danışmanlık sağlanmaması, aile içi işbölümünün aile üyelerinin tekil sorumluluklarına bırakılması, evliliklerin ve birlikteliklerin gönüllü değil zorunlu karakterinin açığa çıkması, duygusal paylaşımın geri planda kalması. Son ikisinin kadın erkek ilişkisinde ne denli önemli olduğunu Engels'te görüyoruz. Diyor ki, ''eğer sadece aşk üzerine kurulu evlilik ahlaki ise, sadece aşkın devam ettiği evlilik ahlaki demektir''. Bir evliliğin ya da aile kurmanın tek ahlaki yanı babaları kesinlikle bilinen çocuklar üretmek olursa eğer, ya da erkeğin kadını bir biçimde satın aldığı ya da evcil köle sahibi olarak varlık sürdüğü, kadınınsa sadece ev işlerini yürüten ve bir işçiyi yeniden üreten ekonomik bir birime indirgendiği, sadece duyduğu aşktan dolayı bir erkekle beraber olmayı kendi iradesiyle seçemediği koşullar hakimse eğer bir toplumda, evliliklerin her şeyin üstündeki temel nedeninin kayıtsız şartsız karşılıklı gerçek aşk olması, özel ev ekonomisinin ve toplumsal iktisadi birim niteliğinin belirleyiciliği altında kalıyorsa o toplumda, o zaman aynı evin içinde daha çok vakit geçirmeye mecbur ettiğiniz insanlar arasında daha fazla kan dökülür. işte size pandemi döneminde kadına şiddet olaylarındaki artışın temel nedeni. Bu derin gerçekliğimiz karşısında burjuva devletinin Yanık gibi rezil rüsva sözcülerinin lakırdıları ne kadar da sığ, kavrayışsız ve boş. Tolere ettiği şeyin esasen kapitalist toplumun varlık koşulları olduğunu görüyoruz. Çünkü alıp başını giden şiddete karşı bir şey yapmak, artık bu toplumsal düzene karşı bir şey yapmaktan ayrı düşünülemez. Burjuvazinin memurları ise anca gevezelik eder. Ne yapmaları gerektiğini kadınlar, emekçi kadınlar, sömürülüp ezilenler bilecek: Bu düzeni yok etmek için önce burjuvazinin ölümcül iktidarını yok etmek!
Bilmeyenler için altını çizeyim, tolere edilebilir demek hoş görülebilir, mazur görülebilir, kabul edilebilir demek. Yanık bunu ''TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Belirlenmesi Araştırma Komisyonu''nda söylüyor. Hani bir de komisyon kurmuşlar bunun için. Sedat Peker gibi söyleyeyim ulan siz komisyon kursanız kaç yazar! Sanki ortada bilinmeyen bir şey var. Tolere edilebilir diyeceksen zaten bu isimde bir komisyon kurmanın manası yok. Tolere ettikleri şeyin sebepleri kendilerini çok ilgilendiriyormuş gibi. insan öldürülüyor, ama sanki kar yağışıyla beraber don olaylarındaki artışın normal olmasından bahsediyorlar. Komisyona falan gerek yok, söyleyeyim sebeplerini: Erkeklerin işten atılması ve işyerlerinin iflas etmesi, sosyal güvenlikten yoksunluk, erkeğin hane ekonomisini idame ettirme yükünün artması, nakdi destek verilmemesi ve emeğin fiziki-moral olarak korunmaması, kadının ev içindeki bakım-hizmet işi yükünün artması, ailelere salgın döneminde danışmanlık sağlanmaması, aile içi işbölümünün aile üyelerinin tekil sorumluluklarına bırakılması, evliliklerin ve birlikteliklerin gönüllü değil zorunlu karakterinin açığa çıkması, duygusal paylaşımın geri planda kalması. Son ikisinin kadın erkek ilişkisinde ne denli önemli olduğunu Engels'te görüyoruz. Diyor ki, ''eğer sadece aşk üzerine kurulu evlilik ahlaki ise, sadece aşkın devam ettiği evlilik ahlaki demektir''. Bir evliliğin ya da aile kurmanın tek ahlaki yanı babaları kesinlikle bilinen çocuklar üretmek olursa eğer, ya da erkeğin kadını bir biçimde satın aldığı ya da evcil köle sahibi olarak varlık sürdüğü, kadınınsa sadece ev işlerini yürüten ve bir işçiyi yeniden üreten ekonomik bir birime indirgendiği, sadece duyduğu aşktan dolayı bir erkekle beraber olmayı kendi iradesiyle seçemediği koşullar hakimse eğer bir toplumda, evliliklerin her şeyin üstündeki temel nedeninin kayıtsız şartsız karşılıklı gerçek aşk olması, özel ev ekonomisinin ve toplumsal iktisadi birim niteliğinin belirleyiciliği altında kalıyorsa o toplumda, o zaman aynı evin içinde daha çok vakit geçirmeye mecbur ettiğiniz insanlar arasında daha fazla kan dökülür. işte size pandemi döneminde kadına şiddet olaylarındaki artışın temel nedeni. Bu derin gerçekliğimiz karşısında burjuva devletinin Yanık gibi rezil rüsva sözcülerinin lakırdıları ne kadar da sığ, kavrayışsız ve boş. Tolere ettiği şeyin esasen kapitalist toplumun varlık koşulları olduğunu görüyoruz. Çünkü alıp başını giden şiddete karşı bir şey yapmak, artık bu toplumsal düzene karşı bir şey yapmaktan ayrı düşünülemez. Burjuvazinin memurları ise anca gevezelik eder. Ne yapmaları gerektiğini kadınlar, emekçi kadınlar, sömürülüp ezilenler bilecek: Bu düzeni yok etmek için önce burjuvazinin ölümcül iktidarını yok etmek!
Normalde Sedat Peker'in ilk videosu çıktı mı, Gölbaşı Sulh Ceza Hakimliği hemen Peker’in Youtube kanalının erişimini kapatırdı. Sonra da Twitter hesabına Türkiye'den girişini. Bunlar yapıldı mı? Yapılmadı. Hem bunlar yapılmayıp hem gündem "Soylu aşağı Soylu yukarı" diyorsa, bir şeylere alet ediliyorsunuz demektir. Soylu'yu öne atarak Soylu'dan çok daha önemli olan bir mesele çok güzel bir şekilde perde arkasında kalıyor. O mesele ne Soylu, ne Peker, ne Hadi ne başkası. Mesele kontrgerilla. Mesele 12 Eylül'ün ve Amerikan emperyalizminin sömürge devletler planına uygun yapılanmış devlet aygıtı. Gündem olması gereken şey bu, Soylu ya da Peker değil. Bu gündem namına halkın sözü ne olabilir? Birincisi, her türlü özel yetkili mahkemeler ve TMK kaldırılsın. ikincisi, devlet içinde yuvalanmış paramiliter yapılar açığa çıkarılsın, kontrgerilla dağıtılsın, tüm resmi ve gayrı-resmi ayrıcalıkları kaldırılsın, malvarlıklarına kamu ve ihtiyaç sahipleri adına el konulsun, resmi sivil tüm üyeleri tutuklansın ve bağlantılı tüm siyasi kişilikler, bürokratlar, memurlar, asker ve polisler tasfiye edilsin. En azından bu iki madde Türkiye'de demokrasinin ve sınıf mücadelesinin önünü tıkayan engellerin temel birkaçını ortadan kaldırmakla ilgilidir. Medya yıldızı yapılmış karşı-devrim elemanlarının gösterdiği şey bu. Görüyor musunuz muhalefetten böyle bir gündem hamlesi? Hayır görmüyorsunuz. Onlar alet olmayı seçiyor çünkü. iş Soylu'dan kurtulmakmış gibi davranıyorlar. Soylu da buna karşı kendi yıldızını parlatan "PKK ile şanlı mücadele" hikayesine sarılmaktan başka bir çare bulamıyor. ipini çektiren şeyin zaten bu hikaye olduğunun farkında bile değil. Çünkü nasıl ki israil'e güçlü bir Hamas gerekiyorsa, TC egemenleri de güçlü bir PKK olmadan yapamaz. Onların isteği PKK'yı yenmek, yok etmek, silmek süpürmek ortadan kaldırmak falan fistan değil. PKK ya da terör başlığı, kartı olmazsa, egemen sınıfın ve sağcı hükümetlerinin artık bu ülkede pek fazla ömrü kalmaz. Soylu PKK'yı yok etme söylemlerine sarıldıkça batmaktan başka bir sonuç elde edemeyecek bu yüzden. "Kontrgerilla devleti" bunun için var. O yüzden meselemiz birilerinin sanmamızı istediği gibi Soylu değil. isimler değişir olaylar değişmez. Resmi muhalefet bu "kontgerilla devleti"yle savaşmak yerine onunla anlaşıp koynunda akrep beslemeyi tercih ettiği ve olan bitenler karşısında sadede gelemediği için gidişata da gerekli müdahale gerçekleşmiyor. O müdahale yukarıda iki tanesinden bahsettiğim, faşizmin devlet iktidarı içindeki örgütsel merkezini hedef alan demokratik mücadele programını ve demokratik bir devlet düzenine engel duran gerici sarmaşıkların koparılıp atılmasını, nihai yenilgisinin yolunda burjuvaziyi kolsuz kanatsız bırakmayı şimdi kitlelerin öne sürdüğü talepler ve sloganlar haline getirmektir. Burjuvazinin değil ama halkın muhalefetinin dikkati bu noktaya yoğunlaşmalı.
Bugünün adını değiştirmeli, Atatürk'ü anma değil ''gençliği anma'' günü olmalı. Türkiye'de nefes alıp verme dışında "zengin züppeleri" haricinde yaşadığını hisseden bir genç var mı. Kapitalist sömürü, sopa, hapishane disiplininden, sefaletten, parasızlıktan, güvencesizlikten, sosyal ve kültürel baskıdan başka bir şey görmemiş, candan bezdiren gelecek endişesiyle ve hayat gailesi diye diye sürekli at gibi koşup nereye gittiğini bilmeyen, dava yoksunu, silahsız gençliğin ne bayramı olur, ne de o cumhuriyet gençliğin cumhuriyeti olur. Çoğumuzun tam olarak kim ve nerede olduğunu bile bilmediği bir düşman tarafından elimizden alınmış koca bir dünya var! Gidip onu geri almalı ve istediğimiz gibi şekillendirmeli. O yüzden Mustafa Kemal'in ne yaptığını bırakın. Siz ne yapacaksınız? Ordunuz nerede ve kimlerden oluşuyor? Silahlı mı? Savaşabilir mi? Hangi teşkilatla savaşabilir? Özgürlüğü kimlerin elindedir? Bayram adı altında kimler ordunuzu nasıl köle tutuyor?
Soylu kendini yargıya şikayet edip şova hazırlanıyordu ki, mafyayla aracılar üzerinden kurduğu ilişki ifşa oldu. O aracılardan biri olan Hadi dümbeleği de arada kaynadı. Suç örgütü lideriyle anlaşmak için adam yollayan, sonra da bağımsız yargı edebiyatıyla kendini aklamaya çalışan devlet tablosu tamamlandı. Bu işin iki senaryosu var, ya iş tamamen Soylu'ya yıkılır, Soylu gider, birilerinin istediği olur, ya da yeknesak suç çetesine dönüşmüş tüm rejimi götürürüz, bizim istediğimiz olur. Televize edilen bu gösteriyi izlemek zevkli ama, egemenlerin hesapları var. Kalabalıklar ise gladyatör dövüşü seyreden Romalılar gibi kendinden geçmiş vaziyette. Kalabalık eğlenirken burjuvaların "siyaset kurumu" dediği şey bir nevi ortadan kalktı. Yerine şimdilik siyasi cinayetler aşamasına gelmemiş çete savaşları ve iç hesaplaşmalar kondu. Sonunda bir bakmışsınız, Erdoğan ayakbağlarından kurtulmuş... Egemenlerin bütün suçlarının özgür ve bağımsız bir tanığı olarak halkın sözünü söylemesi ve bu yozlaşmış rejim adamlarını ezilen ve sömürülen halkın davası adına direniş mahkemesine yollaması, seyirci koltuğundan kalkıp sahneye atlaması şimdi gerek.
işsizlik yüzde 28'in üzerine çıktı, 5,5 milyon işsiz sayılmayan işsiz yaratıldı (asgari ücret fiilen 1000 küsür liraya indirildi), 7,5 milyon insan iş aramayı bıraktı. Ama softa takımına göre "kutlu gün" ki Ayasofya cami oluyor (zaten namaz kılınıyordu!). Biz Ayasofya'yı 532 yılında istanbul halkının başlattığı Nika (zafer) ayaklanmasından biliriz. Sürekli savaş ve seferberlikten ve üstüste binen vergilerden bıkan istanbul halkı 532'de ayaklanmış, şehrin saray, kilise, zindan vb imparatorluğu temsil eden her yerini yakıp yıkmıştı. Ayasofya da yanan ve yarı yarıya harabeye dönen yerler arasındaydı. Doğuda Pers ordularını durduran, batıda sınırları Adriyatik'e kadar genişleten komutan olarak bilinen General Belisarius bile istanbullular tarafından ayaklanmada yenilmişti. Halkların kültürü de, mirası da, şanlı geçmişi de bu ayaklanma ve devrimler tarihidir işte. Egemenlerin hükümdarlık anıtları, mekanları vs değil. işsizlikten, sefaletten, sömürü ve soygundan, kamu bütçesini yağmalayan dış çatışmalardan ve kışla disiplinli köhne rejimden bıkan istanbulluları sadece bu tarihe yeni ve muzaffer bir kilometretaşı eklemek kurtaracak. Ondan sonradır ki Ayasofya'yı yapan 10 bin köle işçi gibi nicesi, artık egemenler için değil, en sonunda kendileri için ve köleliği parçalamış kendi zaferleri için görülmemiş yetenekte anıtlar dikmeye başlayacak.
Bizim MÜSiAD kapitalistinin patlamamış havai fişeklerini imhaya götüren kamyon da patladı. 3 asker öldü. Öldürüldü demek daha doğru. Çünkü havai fişek mühimmat muamelesi görüp askere taşıtılsa bile imhası uzmanlık ister. Asker ne anlar. Uzman biri yerinden hareket ettirilmesinin bile sakıncalı olacağını söyleyebilirdi. Bu fişekleri askerlere taşıtmak, burjuva devletinin gözünde askerin canının gerçek değerinin ne olduğunu da gösteriyor. Ayrıca o fişeklerin çabucak imhaya götürülmesi de garip. Çünkü bu fişekler delildir. Kalite kontrolü yapılmadıysa ve mallar hatalıysa kapitalist iki kere daha suçludur. incelenmeden imhaya götürmek delil karartmaya girer. Devletin basbayağı delil karartma operasyonunda kullanılan askerler ölmüş oldu.
"Normalleşme"den bugüne günlük yoğun bakım hasta sayısı %73, entübe hasta %39, toplam vaka %25, toplam ölüm %15 arttı. Ve Güney Sudan, Sudan, Arjantin, Liberya, iran, Haiti, Etiyopya, Özbekistan, Angola, Zambiya ve Sierra Leone'den sonra Türkiye enflasyon artışında dünyada 14. sıraya yükseldi. "Faizleri indirirsek enflasyon düşer" anlayışıyla beraber, "normalleşmenin ekonomiyi düzelteceği" fikri de iflas etmiş oldu. Çünkü söyledikleri yalanın aslı yerli ve yabancı mali oligarşinin kamuyu ve halkı soyup durması. Bu yüzden "batmak için çok büyük" denen bazı şirketleri kurtarmak adına sanal piyasaya sürülen ve kara delik gibi yutulan tomar tomar paranın bedeli, enflasyon olarak sefalet ve açlık kıskacındaki halka ödetilmeye başlandı. Ceset gibi ülkenin üzerine yığılıp kalmış kokmuş hükümet ve finans-kapital, devrim zamanı gelmiş toplumda iktidarı sadece son derece kurnazca bir gündem hokkabazlığıyla sürdürebiliyor. Takke düştü kel göründü, ya devrim ya aldanmaya ve ölümle pençeleşmeye devam. Burjuva bilim simsarları salgının bitmesi için hükümet yöntemiyle 11 yıldan bahsetmeye başladı bile.
Hasankeyf. Doğrusu geriye kalanlar. Bir şey inşa etmiş gibi değil de, sanki korkunç bir suçun üzerini örtmeye çalışmışlar gibi değil mi. Ömrü sadece 70 yıl olacak ve elektrik üretimine katkısı sadece yüzde 1,4 olacak bir baraj için. Kapitalizmin 70 yıllık çıkarları 12 bin yıllık tarihi yok etmek üzere. Şu anda bırakın yeni baraj yapmayı, elektrik şirketleri halkı soymak için santralleri terkedilmiş tesislere çeviriyor, üretimi azaltıyor, elektrik fiyatlarını ise yükseltiyor. Hidroelektrikte mevcut kapasite ise gerekli olanın üzerinde. Hasankeyf elektrik için bu hale getirilirken, elektrik ihtiyacının iki katından fazlası üretiliyordu. Oysa ‘yedek elektrik kaynağı’ olan hidroelektriğin yüzde 20-25 civarında olması yeterlidir. Yani gerçeklikten bu kadar uzaklar. Öyleyse bu ısrarın arkasında ne var? Birincisi, bu şekilde kamu kaynakları, ihtiyaç duyulmayacak ya da yarı kapasite ile çalışacak termik ya da hidroelektrik santrallar için seferber ediliyor ve alım garantileri verilerek, bankalardan küçük komisyonculara sermaye çevrelerine doğrudan hazine soygununa dayalı yeni kazanç kapıları açılıyor. Üretimden kaçan sermaye, hem doğrudan ülkenin fiziksel ve kültürel yıkımına gidiyor, hem de işletme hakkı, mülkiyet hakkı gibi neoliberal mevzuatlarla kendi talancı çıkarları için ülkeyi emperyalistlere, enerji kartellerine ve sömürgeleşmeye açıyor. Yani sermayenin ülkeyi, toprağı, suyu yağmalama ve fazla üretime yönelik irrasyonel hırsı söz konusu. Yapılması gereken tek şey enerji şirketlerini kamulaştırmak, enerji ihtiyacını kendi kendine yetecek konut sistemleri ve yerleşim bölgeleri üzerinden minimuma indirmek ve üretimi planlamak. Bunun yerine halka basit bir baraj ile sahte bir kalkınma hayali satıyorlar. Kalkınma olmayacak. Sermaye varken olmaz. Hayallerle de yaşanmaz. ikincisi, bu işin derini Osmanlı'ya kadar uzanır. 1800'lü yılların sonunda en büyük Alevi-Kürt, Ermeni-Hıristiyan havzası olan Fırat’ın demografik yapısını değiştirmek amacıyla, o dönemin askeri erkânı, büyük havuzlar yapılmak suretiyle insanların topraklarından göçertilmesini ve bölgenin insansızlaştırılmasını öngören bir teklifi Osmanlı yönetimine sunmuştu. Bugün baraj projesinden ibaret gibi gözüken bazı girişimlerin arkasında, eski egemen sınıflardan cumhuriyete miras kalan ve aynen devam ettirilen etno-dinsel temizlik politikası var. Sonuç itibariyle öncelikle verimli tarım arazileri üzerindeki 199 köy halkına ve ülkenin geleceğine yapılan adice bir saldırı. Geçen sefer çarşıdan zorla çıkarılan bir esnaf dükkanını eşyalarıyla beraber yakıp "kalbi soğuk olanlar ısınsın" demişti. Kalpleri soğuk ya da sıcak değil, çünkü sermayenin kalbi olmaz, sadece kendi mantığı ve işleyişi olur. O da bir ülkeyi felakete sürükler. Ta ki halk sermayenin felaketi olana kadar.
görsel
görsel
Gelibolu işgalde görmediği alevi 2 senede gördü. Çünkü kızılçam devlet tarafından korunmuyor. Bu ağaç Türkiye'deki en yaygın ağaç. Çanakkale'den Hatay'a yanma riski altındaki çok geniş bir bölgede uzanır. Şöyle bir özelliği var ki kolay tutuşur, ama yangınlarla beraber sert kabuklu tohumu aktif hale gelir ve daha hızlı çimlenir. Yangınla açığa çıkan bazı kimyasal ve proteinler ise başka bazı bitkilerin büyümesini sağlar. Ormanların kendi doğal yaşamlarında yangınlara ihtiyacı var yani. Ama bunlar doğal yangınlar ve belli aralıklarla olur. Mesela Akdenizin ortalama 50 yılda bir yanması gerekiyor. Türkiyedeki yangınlar ise kontrolsüz, doğal olmayan ve bitki örtüsünü yok edecek türden. Bunun için yapılması gereken planlama. Her yeri kızılçamla kaplamamak, aralara şeritler açmak, ormanları yağmurlama sistemiyle donatmak, kızılçamların etrafını ateşe dayanıklı ve geçirgen olmayan bitki ve ağaç türleriyle sarmak vb. Bunlar yangınların artacağını kabul ettikten sonra yapılması gerekenler. Yangınlar Türkiye'de ısı arttığı için artıyor. Yani esas mesele ısıyı artıran insan ortamını, ekonomisini, kentleşme stratejisini, tarımını düzenlemek. Eğer bunlar olmazsa bu topraklarda orman kalmaz. Orman kalmazsa yaşam da kalmaz. Krizler daha çok tetiklenir ve bitmek bilmez, açlık genelleşir, insanlar arasında yozlaşma ve düşmanlık büyür. Her şey birbiriyle bağlantılı yani. Türkiye'de bunu anlayacak bir devlet yok. Mevcut üretim ve mülkiyet ilişkilerinin ürünü olan devlet sadece itfaiye birimi olan koca bir antika. Nükleer silaha karşı taş ve sopayla savaşmaya çalışmak gibi. Bu eskimiş ve işe yaramaz antika müzeye kaldırılıp yerine daha gelişmişi kurulmadıkça Türkiye büyüyen bir tehlike altındadır.
Hiç savaşmadıkları için savaş ortamını bir zevk olarak tatmak isteyen zenginlerin havai fişek eğlencesini üreten, MÜSiAD Sakarya şube başkanına ait fabrika üçüncü kez havaya uçtu, şimdiye kadar açıklanan 4 işçinin öldüğü patlamada yaralı işçi sayısı an itibariyle 97'ye ulaştı. Myanmar'da ise yine zenginlerin mücevherlerinde kullanılan yeşim taşının çıkarıldığı maden göçtü, 163 işçi hayatını kaybetti. Zenginlerin lüks zevk, sefa ve eğlencesinde içilen işçi kanları. Hepsi müslüman. Ama havai fişekleri sallayan, renk renk yeşim taşı mücevherlerini kadınlarının boynuna kulağına takan zenginlerin dini yok. Onların dini sermaye ve koşullar ne olursa olsun işçiler durmadıkça devam eden sömürüsüdür. işçiler de dil, din, ırk, milliyet ayırt etmeden öldüren sermayenin çıkarlarına karşı kendi sınıflarının ortak davası ve kapitalizmin yenilgisi hattında birleşmeliler.
Sivas'ın araştırılması bu defa iYiP'in de katıldığı oylarla reddedildi. Kontgerillacı Meral Akşener'in Tansu Çiller'e minnet borcu. Dün de "Dark dizisinin son sezonu bitmeden Netflix'i kapatırsan darılırım" falan diye tipik twitter esprileri patlatıyor, güya "z kuşağı"na yaltaklanıyor, şirin gözükmeye çalışıyordu bu zat. "Z kuşağı" önlerine çıkan bu şirinelerin eli kanlı katiller olduklarını, devletin suçlarını gizlediklerini, genç oylarıyla bu iğrenç kahrolası suç makinesini ve kapitalist egemenliğin çıkarlarını kurtarmaya çalıştıklarını bilsin. Gençliğin oy vermeye değil, devrime ihtiyacı var. Devletin son sosyal medya tavrını 400 bin dislike'a bağlayanlar da bu gerçeği başka yoldan çarpıtıyor. O dislike'lardan önce Erdoğan'ın masasına giden raporlar var. Sosyal medyada bilginin sınırları olmaksızın toplanan ve her tür meseleleri TBMM'den bile daha belirleyici bir "meclis" ortamında yığınların katılımıyla tartışabilen 7 milyonluk "Z kuşağı"na baktıklarında "geleneksel devlet yapısının çözülüşünü" görüyorlar bu raporlarda. Bunun için bir dijital strateji dislike olayından çok önce belirlenmişti. Bilgiyi sınırlama ve gerektiğinde bu yeni tipte meclisi kapatma stratejisi. Yani iş basit bir dislike meselesi değil. "Geleneksel devlet"in dışında başka bir devlete, gençlik kitlelerinin belirlediği bir devlete, henüz onların bile kavrayışlarının ötesinde bir devlete engel olma meselesi. Egemenler topluma baktıklarında sadece "oy" görmezler. Çünkü bu devlet ismi cismi ne olursa olsun bir azınlık devletidir. Yani kendini her şekilde çoğunluktan koruması gerek ve bunun için azınlığın yapmayacağı şey yoktur. Katliamsa katliam, yasaksa yasak. Ne var ki kendilerine "muhalefet" diyenler toplumda bakınca sadece "oy" görüyor. Akşener gibilerinin maymunlukları bu yüzden. Tekrar edelim; gençliğin oy vermeye değil, orta yaşa gelince kendilerinden önceki kuşaklar gibi yanılmaya değil, devrime ihtiyacı var. Dislike şirinelerine değil, devrimci önderlere, en iyisi kendi içinden çıkan yetişmiş devrimcilere ihtiyacı var.