bugün

entry'ler (12)

kernel amadeus

özlediğimiz.

bira fm

bugünün anlam ve önemine uygun güzellikler yapmış hoş site.
http://bira.fm/

tobb ekonomi ve teknoloji üniversitesi

eski merkez bankası başkanı durmuş yılmaz bu dönem para dersi verdiği yer. tcmb nin üst düzeyindeki birçok hoca da bu üniversitenin hocalarıdır. (bkz: fatih özatay) (bkz: süreyya serdengeçti) (bkz: güven sak) (bkz: ümit özlale)

eski

her şeyin eskisini severim ben. defterin, kalemin, yaprağın, evin, ağacın, dostun, evdeki kanepenin... yeni olana karşı garezim olduğunu bile söylerler, ama bendeki sadece korkudur belki de. alışamamaktan, utanmaktan, sindirememekten, oturtamamaktan korkmanın korkusu, bir nesil geriden gelirim o yüzden. nesillerin çıkar çatışmasında büyüğe oynamam da bu yüzdendir aslına bakarsan. bakmazsan da sen bilirsin, aynı nesil değiliz sonuçta...

soba alevinin tavana vurduğu güvenli anlardan bahsediyorum size, mandalina kabuğu kokusu diyorum. şimşeklerin balkıyıp gözlere saliselik görme fırsatı sunmasını müteakip sönmesini ise gerekçem olarak sunuyorum. hızır yeniden gelseydi eğer, eğer gelip de sırtımızı sıvazlama emrini aldığını bildirseydi bizlere; elinde asasıyla, sırtında hırkasıyla gelecekti; ışın kılıçsız, top sakalsız ve deri montsuz bi de.

eğer hızır gelseydi benim kılığımda gelirdi.*

içki kadehlerini tokuşturmanın anlamı

hatay boğma rakısıyla ilgili bir belgeselde kökeni masalımsı bi şekilde anlatıldı. şöyle ki; rakıyı içersek dilimiz fayda görür, tatmış oluruz, yani işe yarar. rengiyle gözümüz, kokusuyla burnumuz mest olur. sonra da kulak demiş ki:' ula yavrum, ne yapıp edin beni de bu nimetten faydalandırın.' sonra da işte büyüklerimiz toplanmış, bardak tokuşturarak kulak da nasibini almışşşş. sonra da gökten üç elma düşmüş.

ozan ekşi

(bkz: tobb ekonomi ve teknoloji üniversitesi) iktisat hocası.

tobb ekonomi ve teknoloji üniversitesi

http://www.youtube.com/wa...mbedded&v=MU7Kv6SkHvs

tobba gelmeyi düşünenler izlesin şunu önce. tam da sınav arefesinde. *

hasan sabbah

olmak istediğim. valla bak. istersen yeşillikli mandalinaların üzerine sarımtırak dut yeminini ederim gözlerimi kırpmadan. ayrıca ellerimi de gözünün önüne koyarım ki parmağımla 'şaka la şaka, yemin etmiyom, seni kandırdım' işaretini yapmayayım.

inandıysan devam ediyorum, ama bak eğer 'hadi canım sende' gibisinden bakışların zuhur ettiğini görürsem son zilin 5 dakka uzağındaki gözlerinde nobel işkence ödülünü aldığımı hatırlatırım sana.

tamam, anlaştık. başlıyorum o zaman:

hasan sabbah gibi olmak, sabrın kılcal damarlarınızda 500 haneli köy kurması gibidir dostlar. yıllarca aynı emel üzerinde düşünmek, her şeyi ona yormak, gerekirse cana kıymak, yalan söylemek... olmak istediğim adam işte budur. inandıkları uğruna geri kalanları boşvermek.

seyduna, 'ben mi yüceyim peygamber mi yüce' sorusuna 'tabii ki sensin ey Seyduna' cevabını almaktır islamiyetin kuruluşundan yaklaşık 100-150 yıl sonra; demem o ki, bozulduğunu dinin kimsenin iddia edemediği bi çağda.

alamut'un efendisi, bir çağı açıp bir çağı kapatmaktır. düşmanlarının yüzlerce yıl sonra bile adını anmaktan korkmalarıdır sabbah olmak. ve onun ölüm emrine vuslata koşar gibi koşmak. vuslat hafif kaldı lan, ne vuslatı, neden bahsediyon sen!

içinde yaşadığın millete düşman bi lidere hayran olmaktır, suikastlere sevinmek, insanların senin inandıkların uğruna heba olmasından gurur duymaktır.

yani amaç için gerekirse arkadan konuşmak, yalan söylemek, saygısızlık etmek, özel hayata müdahale etmektir hasan sabbah olmak.

sözlük yazarlarının hayal gücü

yağmurlu havada yolculuk ederken sözlük yazarlarının hayal gücünü geliştirmenin en güzel yolunu düşündüm bugün. fani dünyada benim de bi dalım, bi fidanım olsun diye geceleyin gözüm kızarmış halde saatlerce düşündüm bu konuyu. acaba yağmurlu havada yolculuk ederken ne yapmalıydık çocukluktan bir şeyler aşırmak için? tüm gücümle zorladım kendimi, sinirlendim, duygulandım, kahkaha attım durduk yere. bu aralar durduk yere kahkaha atma hastalığına yakalanmış hastalar olduğunu keşfettim bi de çevremde. bi işarete dayanarak iğrenç sesleriyle kulaklarımda kurulan, gelişen ve yıkılan kabileler inşa ettiler. dört duvar arasında sonsuz yansımaları ancak yastıkla bastırabildim. sadece o aciz, yumuşak, kavga etmeye çekinen, masum yastık iyileştirip dizginleyebilirdi sahte gülüş salgınını. yalnız o gününü gösterebilirdi göstermelik gülüşlere ve utandırabilirdi sahiplerini.



bir yastık.



cama bi kaç damla yağmur damlası değince esas düşündüğüm konu aklıma geldi tekrar. damla süzüldü, süzüldü. aşağıya doğru kayıp giderken başka damlalarla buluştu. daha gür oldular. sanki bir şey anlatmaya çalışan birsürü yağmur damlası. çıldırtan dengesizlik içindeydiler ama, bir düzenleyiciye, onları koruyup gözeten birine ihtiyaçları vardı o damlaların. bi de hıza.

yolculuk ederkenki beklendik hız yetişti imdada. artık damlalar dans edebilmek için çok fazla enerjiye gereksinim duymuyordu. ama bi sıkıntı da yok değildi hani. süreksizlik vardı sanki. kısır bir süreksizlik... silecek geldi bu sefer.



her gidişinde tüm damlaları silip süpüren ama hayatı baştan başlatan silecek.



her seferinde kendini daha bi zorlayan, ama asla kendini tekrar etmeyen damlalar ve onları ejderhaya, buluta, canavarlara, garip kıtalara, sayılara benzeten çocuksu hayalgücü.

dünya

tüm dünya huzur ve dengeyle dinginliğini sağlamaya çalışırken insan ırkının acizliği, vurdumduymazlığı bi yerlerde hata olduğunu gösterir. muhtemelen dünya diğer gezegenlere sataşmıştır, marsın önüne geçmiş de olabilir güneşin cömertliğinden daha fazla yararlanmak için. ya da venüse asılmıştır da o yüzden tanrı insanı dünyaya gönderip gününü göstermeyi amaçlamıştır. o yüzden cebelleşiyor 50 bin yıldır. hatasını anlayıp, 4. gezegen olmayı kabul edene, venüse bacı muamelesi çekene kadar da kıyamete zaman vardır. insan ırkı zekidir. ve kötüdür. dünyanın zaaflarını bildiğinden venüsü aşk gezegeni, marsı da dünyayı işgal etmeye çalışan uzaylıların ev sahibi yapmıştır ki; ne aşkından ne de nefretinden vazgeçebilsin dünya. ne zaman ki kötülük iyilikten daha az olur, o zaman insanlığın yavaş yavaş sonunun geldiğini anlayabiliriz.



oysa dünyada her şey yerli yerindeydi, 50 yıl sonra girilen odada tek değişenin oksijen atomlarının yeriydi oysa ki. yere saçılmış alkol şişeleri, ter-tütün karışımı ciğer düşmanı koku ve ağır bir sarı rengi hakim olamamıştı insan yokken yeryüzünde 50 yıl sonra girilen bir odaya.



insan birilerine çatmayı marifet addeylerken kendini kanıtlama çabası içine girip, yağmur ve kar binlerce kilometrelik molasız yolculuklarını, mahşer kalabalığına bakmadan, birbirlerine çarpmadan ve çatmadan bitirmenin derdindeler. çünkü dünya insana kötülük yapamaz. çünkü dünya havadan kartopu değil kar tanesi yağdırabilir ancak. ya korkusundan, ya saygısından, ya umursamazlığından ya da hiç bi sikimden değil!

bize kötülük yapmayıp bizden aynı karşılığı mı bekliyor dersiniz?



onu venüse abayı yakmadan düşünecekti!

oksijen

gırtlağıma çöken sigara kokulu elden gına geldi. burnum ne kadar algısızlaşmaya da başlasa, nefes alışımı daha derin veya hızlı yapınca kabus geri dönüyordu. şuraya bastırınca ağrıyor'a o zaman bastırma diyen yeminli doktor gelse bana o kokuyu unutturamazdı. asla.

acilen temiz havaya ihtiyacım vardı artık. sadece temizine. kokusuz, katkı maddesiz... onsuz ne kadar yapabileceğimi bilmiyordum. tüm parasını alkole, uyuşturucuya yatıran gençdaşlarıma hak verdim o kötü durumda. jilet bacak kıllarımı beni tehdit etme amaçlı kesilirse aklıma her zaman bir şey gelir, dahiyane olanından. ne şanslıydım ki, gırtlağımdaki elin sahibi, elin öteki tekiyle aldığı jileti sol bacağıma yaklaştırıp sarıya çalan gözlerini gözlerime dikti. bir cevap bekliyor olmalıydı ama alacağı tek cevap bacağımla kafasına vurmam olurdu, tabi bağlı olmasaydı. ayın penceresinden yavaş yavaş çıktığını sonra da bi daha gelmeyeceğini gören çocuğun son bakışlarının üzüntüsünü gördüm sanki o an. kafasını eğdiğinde eminim bakışları değişmişti, zaten baktığı yer de gözümden jilete tayin olmuştu, bırakın o kadar da olsun. diz kapağımdan itibaren aşağı doğru hafifçe bastırılarak değdiği her yeri pürüzsüz yaptı jilet. aklıma fikirler inmeye başladı, kelimeler milyonlara dönüştü. hepsi önümde cirit atıyor, anlamsal bütünlüğü oluşturmamı bekliyordu. kimsenin beklentilerini aşağı çekecek, hayallerini suya düşürecek kadar duygusuz değildim. doğduğum andaki güneş ışınlarının vuruş açısı bunu gerektiriyordu.

kıllarımı alıp ağzıma götürdü, kırmızı ağzım siyah kıllarla doldu. yüzüne tükürdüm. kıllar havada uçuşurken halen ortamda havanın olmasına şaşırdım tabi. şaşırmaya bağımlıyım, alkole de. hafta da 4 kere eroin almazsam her yeri vurup kırma ihtiyacı hissediyorum, daha da kötüsü kimseyi tanımıyorum. bu yüzden annemle 2 yıldır görüşmediğim de doğrudur. görüşmemeye de bağımlıyım. her alanda bağımlılık vardı hayatta. sayısı sabittir. sadece şekli değişir onların. bana hangi bağımlılık daha az zarar verecekse onu seçmeyi amaç edindim ki daha geç öleyim. daha çok zehirlenin siz de benden. ama yok, bu yazıda ömrünüzü uzatıyorum. hiç olmadığı, hiç kimsenin yapamadığı kadar...

tahta sandalyeden, koli bandından, iğrenç kokan bir çift elden ve karşımdaki bilgiye aç insandan kurtulmam için tek gerek şart beynini daha fazla kullanabilmesini sağlayacak en ufak bilgi. yüzümü naylonla kapatıp bi kova suyu başımdan aşağı döktü, böylece denizde boğuluyormuşum gibi oldu güya. ama nefes alamadım, oksijensiz kaldım. her insan gibi ben de oksijene muhtacım ve daha da önemlisi bağımlıyım. bağımlı olmamamın tek yolu götüme şaplak eşliğinde içerisinde 21% oksijen bulunan ortamda doğmamaktır. mümkünse yüzyılın imkanlarını sağlayıp içindeki hava vakumla çekilmiş bi odada hayata başlamaktır.işte o zaman iki dakika onsuz kalınca ölümle burun buruna gelmeyecektik.

oksijen insanı uyuşturur, doğduğumuzdan beri uyuşuk olduğumuzu gösterir bu da. yani bilincimiz asla tam olarak açık değil. beynimizin yüzde 4 ünü kullanıyor oluşumuz tam da bu yüzden. başka bi açıklaması yok ki!

karşımdakine sunduğum olanak buydu işte, havasız bi ortamda yeniden doğmak. bu da ancak zamanı geri götürmekle olurdu. ordan tekrar bugüne gelmeyi ise yüzde yüz kullanılabilen beyin gayet rahat halledebilecekti. plan buydu.



tek ihtiyacım yeniden doğmak. ben anka kuşuyum.

terminal

aradığım eşyayı bulamamayı hatırlatır bana hep. bana hep arayıp da bulamadığım, ama bir yere yetiştirmem gereken eşya için endişelenmeyi hatırlatır. sonuç yok ama, bulup bulmamam önemli de değil ki aslında! tek farkına vardığım, normalde elimde olan eşyanın ortalıkta olmaması. şeytanın alıp sattığı da denebilirdi ama dedim ya burda sonuç monuç yok. burdaki sahafların eski atasözleri kitaplarında haticenin neticeye ağır bastığına dair duyumlar alıyorum üstelik. kafamdaki renkler de sarımtırak olduğundan olsa gerek, hiç şüphe duymuyorum.

kavuşmak, özlem gidermek falan gelmiyor ama hiç. zoraki el sallamalar dalgalandırıyor sadece camları. bir an evvel kalksa da şu otobüs, gitsem şurdan lar olmayan kedilerimizin önünde cirit atıyor. giderken sarılsam mı, sadece el tokalaşıp öpsem mi, yoksa sadece bi zorali el sallama yeter mi kol geziyor bi de. gelecekti ben düşünsün deyip, 5 dakka daha rahat edebilirsin. et yani, 5 dakka.

nerde düşkün, nerde ipsiz sapsız adam varsa terminallere toplanmıştır ayrıca. geceleyin deli hastanesi gibi olur, ilaçsız, doktorsuz, uyuşturucusuz, beyaz değildir bi de renk. sarıdır. her yer sarı ve koyu tonları. ağır koku işler hissetmeyen burunlarınıza, burnunuzdan nefes alıp ağzınızdan vermek lüks değil ihtiyaçtır artık.bunları alan var mı acaba dediğiniz 3 aylık ömrü kalmış ukala malların satıcıları bekler orda gözünün içine bakarak. adımlarının yakınlığını ölçer sürekli. her yakınlaşmada buyur abi demeyi isteyen ağız ve artık umutla bakmak isteyen bir çift sarı göz.

bi de çiş