bugün

entry'ler (573)

kendinizle sevgili olur muydunuz

Emma Watson'ın birkaç yıl önce kendiyle evlendiğini ilan etmesi, halk içinde (bkz: 31 çekme) veya (bkz: mastürbasyon) gibi eylemleri akla getirdi.

intiharın ana sebebi

intiharın sayısız nedeni olabilir. inanç sahibi inancını kaybeder, işkolik işsiz kalır, seven ihanete uğrar vs. hayatında bir yön olup bunu kaybetmek denebilir genel olarak. asıl önemli olan intihar nedeni değil zamanıdır. kimileri duygusal birikim sonucu anlık gaza gelir, pişman olur vazgeçmek ister kimisi kurtulur, kimisi için çok geçtir kurtarılamaz. kimileri içinse bu bir hissizlik anıdır. sahip olduğu bütün sevinci, hüzünü, sorunları hatta en temel korkuları bile kaybolur. o an bir yetişkini bile ağlatacak acı hafif bir rüzgardan farksız olur. bütün bunları hissizlik sanır insanlar aslında bu göz ardı etmektir. bunların ötesine bakıp reddetmektir dünyayı ve kendini sırf anlık bir düşünme fırsatı için. dünya susar, sanki herşey o an o kararı bekliyormuş gibi. ondan sonrası hayırlısı.

bu saatte uyumayan insan normal değildir

kendinden kaçamayan birine uyku, rahat bir uyku erişemeyeceği bir lükstür.

isviçre

Söylenecek çok şey var ama şunu fark ettim; türkiye'deki en düzgün, en dürüst haber kanalları ve gazeteler bile dünyada olup bitenleri bol bol atlıyor. Mülteci sorunu başladıktan sonra dünya çapında bir müslüman nefreti başladı. Ne yazık ki başka ülkelerde müslüman diye islam'ı temsil etmeye çalışanlar ya daha da rezil etti ya da terör yanlısı olduğunu belirtti. Tam kurunun yanında yaşta yanacak durumu anlayacağınız. Google'da veya youtube'da "sweden muslim" diye bir bakın. O "mükemmel ülke" ne hale gelmiş. Tecavüz, cinayet, sübyancılık yapmış ve (ne alakaysa) kadın sünneti söylentisinden sonra isveçre, polonya, avusturalya ve bir süredir almanya yeni misafirlerin müslüman olmasına pek sıcak bakmıyorlar diyelim.

geceye bir gerçek bırak

rastlantı dediğimiz şeye karşı tepkinli biriyim. eğer birşey bir kere veya iki kere olursa rastlantı derim. ancak birşey kısa sürede tekrar tekrar oluyorsa gözleri kısar, kafayı hafif sağa çevirir garipserim. aynı biraz önce yaptığım gibi. hayatta sevdiğim, sevgiyi hak eden, iyi ve düzgün en azından birkaç yüz kişi tanıdım ama çok azına onları sevdiğimi söyledim. bir elin parmaklarını geçmez. birazdan söyleyeceğimi hepsinin görebileceği bir yere yazmam veya arayıp bizzat söylemem iyi olurdu ama... beni duymak isteyeceklerini sanmam. o yüzden buraya yazıyorum:

şuan nasıl olduğunuzu, nerede veya ne yaptığınızı bilmiyorum. ancak bir parçam özlem sahibi. şunu bilmenizi istiyorum sizi seviyorum. kendinize iyi bakın.

anlatacak çok şey varken susmak

şuan büyük bir seradayım. ay ışığı aydınlatırken herşeyi siyah beyaz görüyor gözlerim. sıcak değil, ses yok ama sessizliğimden gelen basınç nefes almayı zor, beni ise kör, sağır, ve dilsiz bıraktı. bedenim ezilirken dizlerimin üstünde buldum kendimi. gözlerimi kapatırken kurumuş kara yaprakların düşüşünü duyuyor kulaklarım. tekrar istiyor huzuru, rahatlığı, sevgiyi, bir evi, üzüntüden uzak bir hayatı ruhumdan arta kalanlar. bu şekilde daha ne kadar dayanır yaşamaya bilmiyorum veya neden dayansın.

çok mutsuz olmasına rağmen gülebilen insan

eskiden mutsuz veya nötr bir kafadayken yaptığım eylem. şimdiyse ara ki bulasın.

sözlük yazarlarının kafasındaki birikintiler

doktor ve hemşirelerin iğne yaparken, kan alırken veya dikiş atarken "bakmayın. derin nefes alın." sözlerine hiçbir şey demem. sonuçta canımız yansa da bizim iyiliğimiz için. ancak insanların bunu başka yerlerde kullanmasını kavrayamıyor aklım. başlarda canım, cicim sevgi dolu anlar ardından hakaretler, küfürler ve hatta el kaldırmaya varan savaşlar. sorunca "seviyorum. ona olan aşkım yere göye sığmaz!" demeyi biliyor. "neden?" diye sorunca "ee abi kıskandım, abi seviyorum, abi o da öyle yapmasaydı. kendimi tutamadım". neden peki çünkü öyle bir seviyor ki sevgisine dünya yetmiyor haliyle kıskanıyor kendine hakim olamıyor. kendi haklı çıkarmak için bunu söyleyenden de insan evladı gibi karşısındaki kişiyi sevdiğini hatırlatıp uygun şekilde konuşması önersen neye yarar. kıçında bezle dolaşmayan aklım başımda diye geçinin birinin bilmesi gerekir bunu. yani demem o ki önce sevgiyle yaklaşıp bir şeye takıldığı vakit zarar veren ve buna neden olarak sevgisini gösteren birisi. dışarıda sağda solda "öyle seviyorum böyle seviyorum." diye gezdiği için bütün olan biten tamamiyle kabul edilir bir şeymiş sayılıyor ne hikmetse. onun sevdiği onu seven biriyle beraberken, o taptaze sevginin tadını çıkartmak varken gereksiz acılarla, göz yaşları ve azıcık darp ile donatıyorlar.

ben bu durumu kabullenemiyorum. ağır geliyor bana. her insan tartışır, bağırır, çağırır, hakaret eder, üzer ama işin ucunda varlığı için her gün şükrettiğin biri için bir sınır koymalı insan kendine. hani kazayla bıçaklanma veya silahla vurulma vs. olur. ortada nefret ve kalıcı hasar olarak bir yara izinden başka birşey yoksa o bile affedilir de bilmiyorum. anlamıyorum. belki de insanlarla yakınlık kurmak benim hamurumda yok. tam ne zaman neden oldu bilmiyorum ama birkaç yıldır diyelim. ne zaman hayatıma bir insan girse "son kullanma tarihimiz ne zaman?" diye düşünür oldum. çoğu zaman belli etmesem de kaçak olduğu anlar oluyor. bir daha olmaz, yapılmaz, istenmez, söylenmez diye sanırım aptalca ve garip davranışlarda cabası. insan ne yakın olabiliyor ne de uzaklaşabiliyor. iyilik parçacıkları isimli bir ses var içimde. insanlardan kopmamamı, sevginin peşinde koşmamı istiyor, canımın yanma riskini bildiği halde. çünkü insan olmanın birer parçası bunlar. arta kalan ev ahalisi ise yapmam gereken son birkaç şeyi efendi gibi yapıp gitmemi, en sessiz şekilde kaybolmamı istiyor. ikisi de çok cazip ama ne yazık ki yalnızca biri nasıl yapılır biliyorum.

gece gece gelen can sıkıntısı

yani... can sıkıntısı değilde birkaç sene evvel hissettiğimde ""bir bokluk var" hislerim titreşti!" ya da "bir gariplik var hissi" dediğim benimle veya sevdiğim birisiyle ilgili birşey olduğunda hissettiğim şey. pek inanmasam da tuttuğu zamanlar oldu. tabi bozuldu çalışmıyor diye son iki senedir pek ciddiye almıyorum da neyse hayırlısı be sevgili sözlük.

rüya

sesli olsa iki dkda anlatabileceğim bir şey nasıl bu kadar uzun oldu bilmiyorum. hoşuma gitmedi. bu birkaç hafta evvel görülmüş bir rüya. dikkat etsikliği ve zamanın etkileri anlatımda gayet belli etmiş kendini.

sadece sonunu hatırlıyorum. o noktaya nasıl geldim bilemem. saçlarım kısa kesim, üstümde eski, kirli, yıpranmış bir yağmurluk, benzer durumda bir atkı ve parmaksız eldivenler. yanımda yavru bir köpek, elimde metal bir bardak var. bir geçiti koruyorum. geçit iki büyük kapıdan ve ortasındaki koridordan oluşuyor. geçitin bir yanı iskele benzeri bir yere bakarken diğer yanı bulunduğum şehrin oldukça işlek bir yerine bakıyordu. evsiz veya gezgindim ama sanki çoğu insanın bilmediği birşey bildiğim için orada kalmayı seçmiştim. kahvemden bir yudum alıp geçide yaklaştım. geçidi açmak istiyordum. biraz hava almaya ihtiyacım vardı. fakat bu garip çünkü açık alandayım. hava her yerde özgürce dolaşıyor. yinede boştaki elimi parmaklığa koydum. içimi bir korku sardı, yabancının sözleri geldi aklıma. kaybolmadan önceki son sözleri "kimse geçitten geçemez! ne olursa olsun!"... bilmiyorum biraz hava almak istedim belki biraz daha yaklaşmak, insanlara ve gürültülerine yakın olmak güzel olabilirdi. uzun zamandır yalnızdım. içimdeki korkuya rağmen kapıyı açtım ve dünya birden durdu. sessizlik düştü, yoldan geçenler yollarına devam ederken göz ucuyla bana baktı. hepsi çok çabuk, çok kısa bir sürede oldu. birkaç saniye sonra herşey eski haline döndü. buna rağmen durmadım. korkuma rağmen biri veya birşey itiyordu beni. sağdan soldan süngeri çıkmış sandalyemi alıp geçitin önüne, koridora oturdum. köpeğim beni takip etti. "biri yaklaşırşa hemen geri dönerim." diye kendimi telkin ediyordum. etrafımı (koridoru) incelerken cebimden çakmağımı çıkardım sigara paketimi arıyorum. bunca yıl geçmesine rağmen hala aynı markayı içiyor olmam mı yoksa o markanın hala üretilmesine mi şaşırmalıyım bilmiyorum.

paketi buldum ama oturduğum yerden yerdeki çöpleri ve aylar öncesinden kalma posterleri incelemek, geçidin diğer tarafındaki hayatları dinlemek oldukça dikkat dağıtıcıydı. ne kadar zaman geçti bilmiyorum. diğer geçitte bir adamın bizi izlerken yakaladım. gözlerinde ve sesinde heyecanı ile kararlılığı aramızdaki mesafeye rağmen çok belirgindi. elini geçitten uzatıp kısık titrek bir sesle "...kurtarıcımız!" dedi. anlamadım. hızla kapıyı açıp koridora girdi. "kurtarıcım!... efendimiz!..." bu sefer gözleri yaşlı yüksek sesle eliyle beni işaret ederek yaklaşmaya başladı. "ne diyorsun be adam ne kurtarıcısı ne efendisi?!! bir yanlışın var git buradan." sesimdeki panik barizdi ve anladım ki adam beni değil köpeğimi kastediyordu. derdi neydi? efendim ayağına yatıp yemek mi istiyordu? bu adam köpeğimi istiyordu. burada geçen zamanımda sahip olduğum tek yoldaşımı, tek dostumu, uzun zamandır benden başka gördüğüm tek canlıyı. ne adama yaklaşmak ne de adamın buraya yaklaşmasını istemiyordum gitmeliydim. var gücümle bağırıp çağırmaya başladım. bir noktada dikkatini çekmeye transtan çıkmasına sebep oldu, durdu. şaşkın bir ifadeyle nerede olduğunu anlamaya çalıştı. iyi misin diye sormak istedim ama adım atmamla beni görmesi ve telaş içinde kaçması bir oldu. anlam veremedim bu olaya. köpeğimi ve eşyalarımı alıp geçiti kapatmam gerekli diye geri dönerken sandalyenin yanı başında diğer geçite gözüm takıldı. "korktum gitmem çok daha iyi olur... yinede o adamı bir şekilde kaçırdım bir başkası gelirse yine kaçırırım veya ben kaçar geçiti üzerlerine kapatırım."... kişinin kendini haklı çıkarmak ve yaptığı yanlışı doğru kılmak için söylemeyeceği saçmalık yok. bazen çocuksu küçük önemsiz konularda, bazende kendini veya başkasını ciddi şekilde etkileyecek konularda. oturmaya devam ettim. sandalyemde oturup geçitin diğer yanını izlerken insanlar, arabalar, güneş ve gökyüzü herşey git gide hızlanmaya başladı. zaman benim için hızlanmıştı. bu süreçte ne karnım acıktı ne de elimdeki kahve bitti. yanıp sönen ışıklar, tanımlayamadığım sesler, sürekli renk değiştiren gökyüzü ve yerinde duramayan güneş ile ay... ışık gösterisi gibiydi. zaman hızlandığı gibi kademe kademe yavaşlamaya başladı. asıl hızına döndüğünde ise güneş uykuya hazırlanıyordu. küçük bir kız geçitten girdi. bücür üç yaşlarındaydı sanırım ve saçları birbirine çapraz iki süpürgeye benzer bir şekli vardı. köpeğimi gördü, köpeğime baktım. geçen zaman kahvemi bitiremedi belki ama az evvel ki yavru köpeği bir yetişkine çevirmişti. köpek ile kız göz göze birbirlerine yaklaşmaya başladı. kız iki adım attı üçüncüde bekledi. o an köpeğimin hissettiği muhtemelen meraktı. fakat küçük kızın gördüğü şeyden rahatsızlık duyduğu her halinden belliydi. köpeğim birkaç adım daha yaklaşınca küçük kızın yüzü sahip olduğu kemik ve kas yapısı ile yapması imkansız bir ifade aldı. gerilmekten derisinin rengi açıldı... korkunç bir maske gibi ve bize hırladı. köpeğim bu olay karşısında arkama saklanmayı seçti ve cüsseli uzun boylu biri geçitten içeri girip kızı savunur gibi kızın önüne geçti. kızın babasıydı sanırım, nazik birine benziyordu. kızı iyi mi diye ona kısa bir bakış atıp "özür dilerim! ben....af" kafasını kaldırıp karşısına bakarken gözü bir yere takıldı cümlesi yarım kaldı. "ben... inanamıyorum, lily?" adam ne beni ne de küçük kızı görüyordu. tek görebildiği tek dikkatini çeken arkamda kalan... birşey. "lily seni görebiliyorum. lily?!" koşar adımlarla bana yaklaşıyordu ama onu geçitten geçiremezdim. köpeğim geriye çekildi ve ben adama engel oldum. tüm gücümü kullanmıyordum ama kullansam da yeterli olmazdı. adam çok güçlüydü. beni bir kenara fırlatmasına tek engel istediği şeye ulaşmak ile her zamanki kibar, nazik hali korumak arasında kaldığı ikilem. delilik ile akıl sağlığı arasında gidip gelmek gibi. "seni görüyorum lily! söz veriyorum bir daha ayrılmayacağız, libby!!" adam bağırmaya devam ediyordu. küçük kız koridorun diğer ucundan bize yaklaşıyordu. yüzü eski haline dönmüş ama duygudan eser yoktu. düşünmeden edemedim "lily? libby? neden bahsediyor? neye bakıyor?". küçük kız yanımızda, geçitin önünde adamı bırakmadan arkama döndüm. gördüğüm şey bir tür üstü açık labirente benziyordu. tek farkı labirentin duvarları ile paralel uzanan su kanalları vardı ve adamın seslendiği şeyi gördüm ama anlamadım. geçitin karşısındaki duvarda sarı renkte bir tür çiçek grafitisi ve sanırım altında libby yazıyordu. olanları anlamaya çalışırken adam çırpınmayı bıraktı, sustu ve duvarın ardından güneş kamera flash'ı misali iki kere anlık parladı. ilk sefer gün değişti. ikinci sefer küçük kız grafitinin önünde beliriverdi. pes ettim. duvardaki zımbırtı ile ne yapacaksa yapsın gitsin diye adama müsade ettim. daha adam beni bırakamadan gene aynı şey oldu. zaman yine hızlanmaya başladı. fakat bu sefer farklıydı. korkmaya başladım. adamın cüssesine rağmen geçitin diğer yanını görebiliyordum. önce araçlar daha sonra geçip giden insanların sayısı azalmaya başladı. sıradan şehir gürültüsü yerini silah sesleri, patlamalar ve daha önce hiç duymadığım insan dışı bağırışlara bıraktı. bunu biliyordum çünkü hiçbir insan öyle bir ses çıkaramaz. insan sesleri ise azdı. uzaktan silah seslerinin eşliğinde geliyordu. yardım istiyorlardı... gökyüzü kan rengini aldı. kaynağı belirsiz binaların aralarından geçip gökyüzüne uzanan kızıl bir bulut vardı. geçitin diğer tarafındaki yol parçalanmış, karşısındaki binanın camları kırık duvarları yıkılmaya niyetliydi. uzaktan silah seslerinin eşliğinde geliyordu. yardım istiyorlardı... tuttuğum adam bir anda kayboldu ve zaman gene eski halini aldı. bir hata yaptım. sadece bir kişiye müsade etmiştim ama geçen zamanda sadece bir kişi gelmemişti. kendime geldiğimde etrafımda büyük bir kalabalığın ortasında buldum kendimi. evlerinden olmuş şehir halkından oluşuyordu kalabalık. kirli, aç ve dengesizdiler. sanırım çaresizlikleri onları birazcık yobazlaştırmıştı. küçük kız ile adam grafitiye bakıyor, kalabalık ise köpeğime ulaşmalarına engel olduğum için bana bağırıyor, küfrediyorlardı... aklı başında her bireyin korkması gereken en büyük korkulardan biri yaşayan zombiler... kaçmam gerekliydi, denedim ama üç adım atamadan beni yakaladılar. bizi duyan küçük kızın babası araya girmeye bir şeyler söylemeye çalıştı. ne yazık ki ne beni ne de onu kimse dinlemiyordu. herkes kalabalığın ortasındaki akbabaya benzeyen adama kulak vermiş, ondan başkasını görmüyorlardı. liderleriydi sanırım. daha doğrusu sesin kaynağı veya yılanın başı demek daha doğru. etrafındaki insanlar sanki onun bir uzuvu gibiydi. "efendimizle aramızdaki engel olan bu kafir! test edilmemiz için burada. yanıma getirin onu!" hiç susmadı ama ardından yaptığı şey yüzünden sadece bu iki cümle aklımda. beni tutan kişiler sayıca fazla olunca ne kurtulabildim ne de ayaklarım yere değdi. akbaba kılıklı lider çantasından tahta bir çekiç ile ne olduğunu bilmediğim bir alet çıkardı. barutsuz bir merminin kurşunu ile kovanı arasında bir kablo olması bu alete en yakın benzeyen şey olurdu. neşe ile kıkırdarken "yürümen kaçmana neden olur bunu istemeyiz değil mi? kanatlarını yol!" gibi bir şey söyleyip aleti topuğumun biraz yukarısına getirdi. çekici vurmak için kaldırırken acı hissetmek istemediğim için kendime rüya olduğunu hatırlatıp uyanmaya çalıştım ama gerekli yere ulaşamadım. muhtemelen ne olacağını merak ettiğim için uyanamadım. adam çekici diğer elindeki aleti indirmiş ayağımda bir delik vardı. en azından acı çok azdı. kalabalığın sevinç çığlıkları arasında diğer ayağıma da aynısını yaptı. herkes sevinirken ben şimdi ne olacak diyordum. neşesi geçmiş liderleri emri verdi "götürün şunu, -...........-'lara verin!". beni tutanlar lideri arkada bırakıp geçiti olmayan iki bina arasındaki başka bir koridora yöneldiler. burada dünya daha farklıydı. bulutsuz masmavi bir gökyüzü sanki yeni sabah oluyordu. hava soğuk, sokaklar bomboştu. bütün dünya sessizliğe bürünmüş, etrafta uçuşan kağıtlar, yollarda terk edilmiş arabalar vardı. birkaç araba alev almış bir başka araba kanla kaplanmış üstünde içine çökmüş bir ceset vardı. sola döndük sağımızda kalan büyük köprünün altına gidiyorduk. aklıma görüntüler hücum etmeye başladı. insanlığın durduramadığı yeni bir güç, gelmemesi gereken bir yerden gelmiş ve insanlık kaybetmiş. kamplara götürülen insanlar ve onlara yapılanlar. burada bir şeyler çok yanlıştı. "bir hata yapıyorsunuz! oraya tekrar gidemem! beni bırakmalısınız yoksa herşey için çok geç olacak!" neden bahsettiğimi bilmiyorum, önemli de değil. çünkü ne çırpınışlar nede bağırmam bir işe yaradı. solumdaki adam sırıtarak "endişelenme -........- kampına gidiyorsun o kadar.", bir başkası "-.........- hapishanelerinde insanları yediklerini duymuştum." dedi. yolun ortasında kendi aralarında muhabbet ederken yukarıdan iki taneden insanımsı yaratık indi. herşey karardı. kendime geldiğimde bir hapishanedeydim. iki adam kollarımdan tutmuş götürüyordu. hapishane için söylenecek çok şey yok. kalınlaştırılmış duvarlar kirden renk değiştirmiş. yerler, duvarlar, hatta tavan bile kan içinde ama yeni değil. bu kadar kanın kaynağı her neyse çoktan bitmişti. gardiyan sayısı az ve normalden çok sayıda doktor vardı. hücreme götürülürken bir yerde yansımamı gördüm. üstümde beyaz bir tür tulum vardı, yüzüm benim değildi, değişmişti. başka biriydim sanki. bir güvenlik noktasından geçip birkaç doktor ile gardiyanın konuştuğu büyük boş bir alana oradan da hücreme geçtim. temizlik olarak hapishanenin geri kalanından farklı değildi hücreler. hücremde kırk kişi daha vardı. beni taşıyanlar gitmiş yanımda bir doktor bana sorular soruyordu. yatakların arasında dolaşan en küçük hatamızda saldırmaya hazır yaratıklar vardı. tarif etmem gerekse iki bacağı olan devasa bir solucana benziyorlardı ve sivri dişleri "O" şeklindeki ağızları ve nefes kokuları kesinlikle yardım etmiyordu. doktor yatmamı istedi, kabul etmedim. yastık ve yorganın kanla kaplı olması kabul edebilirim ama yattığımda tepemde kafamı tek hamlede koparabilecek bir yaratığın olması... kabul etmesi zordu. doktor uyardı "burada itaatsizlik ceza ile sonuçlanır.". ceza demiş olsa bile ölümden bahsettiğini biliyordum. burası öyle bir yer ki itaatsizlik yemek olmanıza sebep olur. itaat etseniz bile hiçbir sebep yokken parçalanmanız burası için olağan bir olaydı. hissettiğim bu korku ve endişe beni sinirlendirdi. yatağımın başındaki yaratığa "ne yapıyon lan sen? ne duruyon burada? git gitsene len!" diye tokat atıp dürtüp, itip, kızıyordum. komik bir durumdu çok bilmiş birini kovalıyor gibiydim ama kısa sürede şaşkınlığı üzerinden atmış yaratık yaptığım şeyi hiçte komik bulmamıştı. yanımdaki doktorun yüzünden renk gitmiş korkutuğu belliydi. yaratık karşılık vermek üzereyken hatamı farkedip kendime küfrettim. birazdan olacakları çok iyi bildiğim için hemen bedenimi terk ettim. yaratık bedenimle ziyafet çekerken ruh benzeri halimle hava süzülürken önce yanımdaki doktorla bakıştım. ardından diğer tarafta konuşan doktor ve gardiyanları odaklandım. bir olayı anlatıyorlardı. uyandım.

ilaç

ister psikolojik ister fiziksel bir sorun olsun bazı ilaçların ilginç bir çalışma şekli var. birçok konuda işe yarar deyip yan etkiler içinse tam tersi de olabilir demeleri veya bir burun spreyinin prostat sorunu olanlara "dikkatli kullanın" uyarısı güldürdü. eminim gayet mantıklı bir sebebi vardır. yinede istem dışı kafayı yana yatırıp "nasıl yani?" diye güldürüyor.

gecenin sözü

"görünce o an sanki ciğerlerimdeki hava çalındı benden." -şuan aklıma gelen.
itiraf etmeliyim hem o güzel günde orada olamamak hemde o şehirde bir kerecik kendimden başka biriyle gezememiş olmak içime oturdu. yarışı sonuna kadar takip edip istediğin halde sonunda bulunmadığın yarışla alakasız sayılıyorsun... belki? bilmiyorum.

zihnimde aile diye yer edinmiş kişi istediğini söylediği herşeye sahip ve onu yavaşlatan bir engelin daha üstesinden geldi. artık hayatını sınırlar olmadan istediği gibi şekillendirebilecek. bu tebrik ettiğim güzel bir haber ve onun için sevindim. umarım olabileceğinin en iyisi olur.

babanın garip huyları

garip bir huy sayılır mı bilmem ama en son görüştüğümüzde saçları sıfıra vurup sakalları uzatmayı kısaca max payne 3' teki karaktere benzemek istiyordu.

sözlük yazarlarının söylemek istedikleri

bilmiyorum hangisi daha kötü birini hayatınızdan silip atmak mı, yoksa birini kademe kademe uzaklaştırıp bu süreçte hem onu yıpratıp hemde ona karşı hissettiğiniz bağlılığı kaybetmek olaya karşı hissizleşmek mi? her şeye tamam diyebilir, kabullenebilirim. insanız sonuçta hamam böcekleri gibi neredeyse her şeye adapte olabiliyoruz yinede bazı sınırlarımız olmalı. bazı şeyler yutulacak lokma değil öyle olsa bile olmamalı. hamam böceğinden bir farklı olmalı insanın. belki söylememeliyim ama varlığımdan bir parça gibi gördüğüm/hissettiğim kişiyle o noktaya gelmek... hoş değil diyelim ve itiraf ediyorum; geçen zamana rağmen yalnızken bile hala eskisi gibi içten dolu dolu gülemiyorum. bu... gerçekten hoş değil. neden böyle bir sorunum var anlamış değilim. resmen ereksiyon sorunu yaşayan bir erkek misali. bir aksiyon istiyorum, lakin ilaçlarla bile bir yere kadar. insanın kendi kahkahasını özlemesi komik bir durum. birde palyaço olursam tam olacak.

yıllar evvel bir arkadaşım "ileride nasıl biri olacaksın?" diye sormuştu. nedense ona aklıma ilk gelen "etrafında sevdiği insanlar olan biri, bir nevi arkadaşlardan bir aile sahibi" demek yerine "insanların tanıdığı, insanlara gerektiğinde yardım eden ama insanlardan uzak biri" diye içten olmayan bir cevap vermiştim. acaba bu kişiye dönüşüyor olmam mı yoksa geçen yıllarda yediğim bir iftiradaki gibi kimseyle konuşmuyor olmam mı yoksa bu iki durumu da dert etmemeye başlamamın beni korkutması mı? acaba hangisi ...(burada anlamlı, duygusal, birazda romantik bir ıvır zıvır yazıyor. görünmeme sebebi parantezi kaldıramıyor olmanızdır.)...?

Edit: Sözlükte entry yazarken "ahahaha", "(kahkaha sesi)" veya "(Bkz burada güldüm)" gibi şeyler uygun muydu hatırlamadığım için eklenebilecek üç yeri boş bıraktım. Sözlük! kendine iyi bak.

seni uyutmayan ne

kafamdaki gürültüler pek işimi kolaylaştırmasa da itiraf etmem gerek soğuk bira, çerez ve sigara ile karayip korsanları izlemek beklenmedik bir şekilde zevkli geçiyor. umarım dünya vatandaşları iyisinizdir.

misvak dergisinin izmir su kesintisi karikatürü

böyle bir ilişkilendirme yapmış kişi belli ki ekmek hamuru ile çimento arasındaki farkı da bilmiyordur. "yıl 2017 su kesintisi ne iş" demiş #36634276 dünya vatandaşı. yıl 2017 ankarada habersiz elektrik ve su kesintileri oldu iki yada üç ay evvel. melih gökçek akp'den değil miydi?

gece akla takılan düşünce

dolunay sahibi bir gecede gökyüzüne bakıp gördüğüm vakit dolunayı, hatırlamaya çalışırım yüzeyin hissini, oradayken yüzüme vuran güneşi, karanlıktaki yalnızlığı ve baktıkça içinde hissettiğim soğuk huzuru...

ne zaman görsem dolunayı aklıma takılır; "onlarla aynı gökyüzüne bakıp aynı ayın altındayım. belki şuan onlarda benimle birlikte izliyor. bir kısmı birbirine yakın olsa da bir çoğu başka şehir ve ülkelerde. acaba onlar ne yapıyorlar? ne hissediyorlar? Akıllarına geliyor muyum?". hepsi kendince hayata tutunmuş, hemen hemen hepsi kendince bir koşturma peşinde. kimisi tıp kitapları arasında uyumuş, başkası bardaki vardiyasından eve dönerken, bir diğeri 2.5-3 saat içinde fırını açıp ekmek yapmaya başlayacak ama iki gündür gözüne uyku girmiyor. daha örnek çok ama tutup hepsinin hayat öyküsünü vermeye ne gerek var. hayat.

acaba güneş yanığının ay versiyonu nasıl olurdu?

bu gece kendin için ne yaptın

bu gece bunaldım. kafamdaki gürültüler ve kendimle bir odada tıkılı kalmak fazla geldi. üstümde eski montum yanıma sigaramı, resim çizerim diye kalem kağıt ve biraz bozuk parayla dışarı çıktım. kafamda gürültü sayılacak çok şey var fakat içlerinden sadece ikisi ağır basıyor; biri benim diğerini de beni bilen biliyor. nefes alırım kafam dağılır diye yürümeye başladım.

yaşadığım yer pek hoş veya güvenli sayılmaz gece vakti. buna rağmen kasıtlı olarak ara sokaklara daldım. geceleri madde bağımlılarını barındıran bir tren istasyonu var alt geçiti olan. "olmasalar iyi olur olurlarsa da bakarız." deyip yola devam ettim ama istasyonun 15 temmuz zamanı yıkıldığını oraya vardığımda hatırladım. ilginçtir bu gece konuklarını etkilememiş. hem karanlıkta taş ve toprak üstünde oturmak istemediğim hemde gelmemle başlayan bir miktar kalabalık insan sesinin katkısıyla başka yoldan devam ettim.

bir sokak sonra birinin konuşmasını duymaya başladım. başta kafamdan geldiğini sandım. yola devam edince bir apartmandan gelen karı koca kavgası olduğu ortaya çıktı. kavga denemez aslında. kocası ciğerlerini patlatmaya niyetli gibi bağırırken ona kıyasla karısı neredeyse fısıldıyordu sanki. itiraf etmeliyim hayatımda hiçbir yerde hiç bu kadar çok "sikerim" dendiğini duymadım. hatta bir ara koca her cümlede ya başta ya sonda bazende pekiştirerek eşinin bir akrabasını seçip ardından "sikerim" demeye başladı. özne tümleç yüklem kadar gerekliymiş gibi. ne diyebilirim sayesinde kim kimin nesiymiş vs aile ağacı bildim pekişti. şaka bir yana gitmem uygun olandı, gidemedim. birşey bana engel oldu ve bir süre sonra karşı apartmanın geçitinde elimde sigara ile oturmaya başladım. istemsizce bir düşünce aklıma geldi "bu insanlar birbirini severek evlendiler ve yarın ölmeyecek yada ayrılmayacaklar. aksine uzun bir yaşam ve muhtemelen çocuk ve torun isteyecekler. o halde neden bu yaptıkları ne? bir taraf ağzına geleni eksik etmiyor diğeri ise karşı koysada kabulleniyor.". ben bunları düşünürken birkaç cümle geldi kocadan. bütün konuşmayı duymadım ama özellikle vurguladığı kısım hakkında ne hissedeceğimi bilmiyorum. kısaca "delikanlılığımı mı sorguluyorsun?!! delikanlılığımı mı sorguluyorsun?!! seni kim bozdu lan! ben bozmadım mı?!! seni de o kızkardeşini de sikerim ben kimseye delikanlılığımı sorgulatmam!!".... gerçekten ne diyeceğimi bilmiyorum. delikanlılık bu mu? gerçekten birini herhangi bir şekilde sevmek için benimde böyle mi olmam gerek? buna kesinlikle inanmıyorum ama yakınlarımda aksini kanıtlayan hiçbir şey yok. yani... bir kişi aylardır aksini inanmam için elinden geldiğince çabalıyor ama... neyse işte. kavga durulması, sigaramın bitmesi ve arkamdan bir yabancının gelmesi ard arda oldu. ilginç ama ben bütün bu süre boyunca bir kere karşıya bakmamışım. çünkü doğrulup ayağa kalkınca karşımda değer verdiğim bir kişinin soyadını taşıyan koca tabelayı farkettim. bu garip bir rastlantı.

geri kalan zaman sakindi. yabancıyla selamlaşıp yola devam ettim, tuvalete gitmem gerektiğini farkedip eve gitmek yerine yolu biraz uzatıp yolda çalışan işçilere selam verip bir benzinliğe girdim. nezaketen bir gazete alıp parasını verirken kazayla bir kutu çikolata düşürdüm ve toplarken yerde 1 kuruş buldum. 1 kuruş!!! üzerinde hayatımın en iğrenç senesi olan 2015 yazması bile sorun değildi. hala kasiyere verdiğim için bir parça pişmanlık duyuyorum. şimdi de eve geldim. ne nefes almış gibi hissediyorum ne de kafam durgun. eğer o 1 kuruş olmasa yaklaşık iki saatimi boş boş dolaşarak geçirdiğimi düşünürdüm. 1 kuruşu kasiyere vermese miydim acaba?...

Edit: açık konuşayım. kimsenin beğenip beğenmemesini beklemiyordum veya okumasını. sadece gitmek istediğim yere gidemedim, tartışmaya misafir oldum ve 1 kuruş buldum. ha birde canım sıkkındı o kadar.

anın görüntüsü

görsel
14:37 daha doğrusu 15:37'den rastlantı.

ankarada mobil veri kesimi

biraz önce aldığım bir bilgiye göre ankaranın mamak taraflarında mobil veri (telefondan int.e girme olayı) bir süredir kesilmiş. bunun yanında bugün içinde kurtuluş tarafında hem mobil veri hemde telefon sinyali kesilmiş. aklıma ilk gelen bir kaçak durumu. birini arıyorlar sanki ve bu kişi hareket halinde. çünkü ev telefonu ve modem vs. sorunsuzca çalışıyor. bu kaçan kişiyi sıkıştırmak amacıyla bütün uzun mesafe iletişimlerini kesmiş olabilirler. daha doğrusu haber gelince aklıma ilk gelen buydu.

konuyla ilgili bilgi sahibi olan var mı?