bugün

“Ben yalnız bir adam mıyım?”
Süpermarketin kasasında yalnız geçireceğim gecenin tek porsiyonluk arkadaşları sigara ve alkolün ödemesini yapmayı bekliyorum. Sırada önümde duran, muhtemelen benden daha genç olan hemcinsimin telefonundan okuyorum bu cümleyi. Bir kıza yazıyor bunu ve anında yanıt alıyor:“Ben hiçbir şey ifade etmiyor muyum yalnızlığın için?” ve kız da, üzerine pek düşünülmemiş yanıtını alıyor hemen:“Öyle değil, daha erkeksi bir yalnızlık bu. Sen başkasın elbet.” Oğlan üzerindeki kişilik analizimi ve sonrasındaki yaşam çözümlemelerimi “Buyurun sizi bu kasadan alalım beyefendi.”sesiyle bitiriyorum, diğer kasaya geçiyorum. ilk arkadaşım “dıt” sesiyle bana bir adım daha yaklaşıyor. ikinci arkadaşım dıtlamıyor. Kasiyer kız arkadaşımın barkodunda bir sorun olduğunu, benim için bir tane daha getirtebileceğini söyleyip telsizi alıyor. “Kalsın,teşekkürler,acelem var.” Diyorum ”Yalnızlığıma yetişmeliyim” diye tamamlıyorum içimden sözlerimi. Uzun süpermarket yolculuğu geçirecek bir votka istemiyorum.Daha keskin bir dıttan sonra arkadaşım tamamen benim oluyor ve dışarı çıkıyorum. Havayı sıkıntımdan ağlamak istediğim ama yapamadığım zamanlarıma benzetiyorum. Havada aynı düşünceleri paylaştığım bir arkadaşımla yürüme keyfini bularak eve yürüyerek gitmeye karar veriyorum. Bir iş arkadaşıma rastlıyorum yolda, telaşla “Yağmur bastıracak, hâlâ ağırsın. Acele et, ıslanacaksın!” diyip gülümseyerek uzaklaşıyor. Zıt yönlere gidişimize seviniyorum.
Ben aslında yalnız bir adam değilim. Ve sanırım hiç olmadım. En azından genelgeçer kanıya göre. Herkesin kalabalık dediği bir çevreye sahiptim, hâlâ sahibim. Bu akşam bir arkadaşımın doğum gününde olmalıydım. Arkadaşlarım için gizem olan ama aslında olmayan sevgilimle birinci ayımızı kutlayacağız çünkü. Eğer beni gerçekten tanıyan olsaydı bunun yalan olduğunu anlardı. Ya da özel günleri önemsemediğim için gelmeyeceğimi anlayan biri olmuştur belki. Hiç sanmıyorum. Ama sanırım ben yalnızlığı seviyorum.
Elindeki siyah, kıvrımlı şemsiyeyi sallayarak yürüyen bir adam görüyorum yürürken. Zihnimde şemsiye benim elime geçiyor. Siyah fötr bir şapka kafamda… Aniden siliniyor imge. Gene Kelly geliyor. Gene Kelly’nin yüzü yok oluyor. Benim yüzüm geliyor yerine. Marketi geride bıraktığım caddede “Singing in the rain”i söylemeye başlıyorum. Ama sesimi duyamıyorum. Eksiklikler var. Güvenle evine bırakıp ardından mutlulukla yağmurda şarkı söyleyebileceğim kimse yok. Yağmur yok. Derken eksikliğin biri tamamlanıyor ve gökyüzü ağlamaya başlıyor. inadımı bırakıp geliş geçiş gördüğümde aklıma gelen, gezmeye zaman bulamadığım sanat galerisine giriyorum. Mutlu oluyorum, Chopin C minor çalıyor. Eve gitmek istiyorum, eve gidip sevgili piyanomda Chopin çalmak. Şu an bir sanat galerisindeyim ve ben piyano çalıyorum. Ama sanatla ilgili değilim, sanatı herkesin ulaşamayacağı bir basamak olarak gören ve kendini entel olarak tanımlayan insanları sevmediğim için sanırım. Bir piyanist olur muydum, bilmiyorum; ekonomi okudum, “ekonomist “oldum. Parayı sevmeyerek başkasına para kazandırmak için parayla uğraşarak para kazanıyorum ben.
“Aynılar ve Benzerler” isimli sergi vardı galeride. Loş ışıklı ortamın üçüncü kişisi oldum. Birçok desenli ayna vardı, saçma geldi önce ama birkaçını inceledikten sonra bilindik tabloların ayna ve şeffaflıkla kontrastlandığını anladım. Chopin’i öfkeyle yere çarpan bir telefon sesi deldi, ayağıma çarpana kadar dinmedi öfkesi.Ses “istedin yaptın, ne de güzel oldu!” dedi imalı bir şekilde telefonuna. Benden özür dileyip parçaları toplamaya uğraştı. Ayağıma vuran parçayı vererek yardım ettiğime inandım. Parçaları kararlılıkla birbirine taktı sesin sahibi. Onu izlediğimin farkında olmalı ki bana dönüp dudaklarını büzdü; telefonun çalışmayacağına birlikte karar verdik. ”Umarım buradaki telefonu kullanmama izin verme hassaslığını gösterirler. Teşekkür ederim, iyi akşamlar. “ diyip bir yabancıyla girilen diyalogun birkaç saniyelik bakış boşluğunu bıraktı ve ben o boşluğa bir cevap kondurdum. “Rica ederim ama onların hassaslığını boşverin. “ diyip telefonumu uzattım. Daha önceki dudak büzüşünün daha memnun haliyle gülümseyerek aldı telefonumu. Çantasından bir defter çıkarıp numarayı tuşladı.

+Ben bilmiyorum orayı. Uzak da sanırım. Uğraştırmayayım kimseyi, gelmeyeyim...

+Teşekkür ederim ama…

+Peki kendimi taksiye binmeye ikna edersem söylerim nerede olduğunu. Kupalinka Cafe değil mi?

+ Geçiştirmiyorum sadece.. Tamam tamam.. Bulurum ben sora sora. Görüşürüz..

Herkesin yapacağı bir şey nasılsa diye düşünüp kendimi rahatlatarak dinledim görüşmesini. Kupalinka Cafe’yi biliyordum; iyi müzikler çaldığı, piyanosu olduğu için sevdiğim bir yerdi. Bildiğimi belli etmeli miydim, karar veremedim.

+Teşekkürler Leda Atomica..
*Rica ederim ama dediğinizi tam olarak anladığımı söyleyemem.
+Duvar kağıdınızı gördüm de.. Dali, Leda Atomica..
*Ah, evet. ismini bilmiyordum. Sadece telefonda arada kalan birkaç saniyelik göz zevki için.
+Dali de eminim tam böyle olmasını hayal etmiştir. Ama bu tür bir ilgiyi de istemiş olmalı.

Kafam karışmıştı. içtenlikle bakıyordu, gülümsüyordu ama sözleriyle yeriyor muydu, yoksa yabancılarla minnettarlığa karşılık yapılan kısa muhabbetin içinde miydik, bilemedim. Bu kafa karışıklığı varlığının duyularımdan beynime gitmesine neden oldu, onu keşfettim ya da fark ettim. Fazla aklı başında bakan gözler. Kumrallık. Kahverengi toplanmış saçları loşlukta bile parlıyordu. Daha fazla inceleyemedim, cevabımı bulmalıydım; vurmalıydım. O telefonla konuşurken önümdeki resmi incelemiştim. Üniversitedeki bölümümden alakasız seçmeli dersimin yararını görecektim ilk kez. Resme dönüp konuştum:

*Manet de emeğini böyle görmek istemezdi diye düşünüyorum.
+Le Déjeuner sur l'herbe. Aslında Manet’in zıtlığına tam da uygun bence.

Yine vurulmuştum. O tek cümlelik vuruşunu yaparken resimdeki aynadan gözleriyle rast geldik, ben kaçtım. Ve tek bir an kafamı çevirip onu inceledim. Ten rengi bir elbise, aynı renk çanta ve ayakkabılar. Hiçbir desen yoktu. Elbisenin rengi teniyle öyle uyumluydu ki uzaktan gören biri onu çıplak bile sanabilirdi. Benimse açık renk bir pantolonum, siyah ceketim ve siyah kravatım vardı. Ve zıtlaşıyorduk. Tesadüf saçma geldi ve istemsiz gülümsedim. Durumu toparlamak için ismimi söyleyip elimi uzattım. Karşılık verdi “Tutku”. Başka bir sahneye geçen aktris gibi mimiğini değiştirdi:
+Acaba Kupalinka Cafe’nin nerede olduğunu biliyor musunuz?
*Evet, biliyorum. Az önce telefon görüşmenizi de dinledim, söyleyip söylememekte kararsız kalmıştım.
+Bu doğal. Artık kararsız değilsin öyleyse..
*Buraları bilmiyorsanız bulması biraz zor olabilir. Ben o tarafa doğru gidiyorum, isterseniz yardımcı olabilirim size.
+Çok sevinirim.

Bu atılımıma kendim de anlam veremedim. Normalde yanlış anlaşılmalardan korkmak gibi birçok çekingen nedenlerle böyle şeylere girişmezdim. Ama ben hala bir önceki vurulduğum sahnedeydim ve sanırım o sahneyi sürdürmek istiyordum.

C minor sona ermişti. Moonlight Sonata bitmek üzereydi. Sergiyi gezmeden çıktık. Gökyüzü ağlamayı bırakmıştı, göstereceği yıldızlar olsaydı belki gülümserdi bile.

*Tutku’nun eski bir isim olduğunu düşünmezdim. Yani eski derken, yeni bile olmayabilir.
+Anladım anladım. Abimin ismi Utku’ymuş. Uyumlu olsun diye koymuşlar. Ya Erdem?
*Çocuk erdemli olsun falan.. Ama Fuzuli’den esinlenilmiş olmasını isterdim ismimin.

ilgili olduğu konuları bulup yolumuzu daha az sıkıcılık ve yabancılıkla sürdürmek istiyordum. Onu vurma isteğim getirdi durumu bu hale. Böyle centilmenlikler yapan biri değilim ben. Gereğinden fazlasını yapmayı da beceremem. Farklılığından, düşüncelerinden etkilenip birlikte olduğum kızlar olur, hormonal çekime ya da ten uyumuna pek itimadım yoktur. Manet’in kurbağayla tasvir ettiği erkeklerden değildim ben.
Sohbeti de Manet’le sürdürdüm. Sanatı, hayatı konuştuk ve biraz da tanıştık. iyi bir üniversitenin siyaset bölümünü bitirmişti. Gazetecilik, çevirmenlik, metin yazarlığı suflörlük gibi birçok iş yapmış. Şimdi de yabancı bir edebiyat dergisinin Türkçeye çevrilmesiyle uğraşıyormuş. Çok şey biliyordu, çok şeyle ilgilendiğini anlayabiliyordum. Cafeye yaklaştığımızda telefonumu tekrar istedi, arkadaşıyla görüştü. Oraya gidişinin isteksiz olduğundan yakındı ve cafeyi gördüğünde iyi akşamlar dileyip kerelerce teşekkür edip ayrıldı. Yalnızlığımla mutlu, evime gittim. Piyanomla ilgilenmek istedim. Chopin c minor etütleri açıktı, Tutku’yu anımsadım. Evimi Chopin’le doldurduktan sonra yatağıma attım kendimi uyumaya. Tavanda önceki kiracıdan kalma ayna vardı. Kendimi gördüm, sonra Tutku’nun resimden yansıyan gözlerini.. Her şeyi tekrar anımsadım. Evimdeki sessizliği ve huzuru hissederek uyudum. Bu günden sonraki aynaya her bakışım aynı şeyleri yaşattı bana.

işe gitmeden önce ayna karşısında kendimi son bir kez kontrol ederken telefonumun alarmı çaldı. Ajandanın bana bir haberi vardı:”Ayırttığın Chopin biletini almayı unutma!” ve altında arada uğradığım bir kitapçının adresi. iş yerinde tüm gün bunu ne zaman nasıl yazdığımı düşünsem de bulamadım ve çıkışta kitapçıya gittim. Ajandamdaki nottan bahsettim, kitapçı ismimi sordu ve “Sadece sizin biletiniz kalmıştı zaten, ödemeniz yapılmış.” Diyerek biletleri verdi. Dışarı çıkınca bileti inceledim. Bugün akşam yapılacak Chopin gecesinin bileti, yer Kupalinka Cafe. Şimdi ben Jack’in karışık kafasıyım. Chopin çekiyor beni ve tüm gün içtiğim merak sigaralarının etkisiyle de düşünmeden oraya gitme kararı alıyorum. ikinci merak sigaramı almak için markete giriyorum. Uzun zamandır buradan sigara almamıştım. Uzun zamandır çevremi gözlemleyerek, düşünerek yaşamamıştım. Ve uzun zamandır C minor çalmamıştım. Bunu bana biletteki liste hatırlattı. Sabahları gömleğimin yakasını düzeltenler artmıştı, uzun zamandır aynaya daha kısa süre bakıyordum. Aklımdaki düşünceler savuşturup cafeye geldim. Sigaramı aceleyle içime çekip tükettim ve içeri girdim. Çok tanıdık gözler yakınlaşıp duruyor… Muzip bu kez, gülüyorlar. Büzülen dudaklar “Anlayıp geleceğini tahmin etmiştim. Keşke arasaydın, gelmeyeceksin diye endişelenmiştim.” Dedi. Şimdi yine ben Jack’in karışık kafasıyım. Vuruldum, her şey bir anda dağıldı ve bir anda birleşti. Şaşkınlığımı anladı, anlattı. O gün son kez telefonu istediğinde numarasını kaydedip bu ajanda kaydını yapmış. Ben hiçbirini fark edememiştim. O gün Chopin’den bahsedişim dikkatini çekmiş ve teşekkür için yapmış bunu. Teslim oldum.
O gece birçok yeni insanla tanıştım, Chopin dinledim, Fantasie Impromptu çaldım. Ben piyano çalarken Tutku piyanoya yaslanıp beni dinledi. Parmaklarımı takip ettiğini fark ettim, benim gece boyu onu takip ettiğim gibi. Kontrolümü yitiriyordum, akıp gidiyordu her şey. Piyano faslı bitip sıra sohbete geldiğinde ayrılmaya karar verdim oradan. Aklımdaki her şey tamamen birbirine girmeden gitmeliydim oradan. Vestiyerden ceketimi isterken yakalandım.

+Hoşça kal demeden mi gidiyordun? Kızdırdım mı seni?
*Hayır, seni göremeyince.. Acil çıkmam gerekti.. Kızmadım, gerçekten. Şaşkınım hepsi bu.
+Kızgın değilsen bekle birlikte çıkalım, olur mu?

Yine teslim oldum. Hiçbir şey yapamıyordum. Kontrol yetim yoktu. Uzaktan kumandalı bir araba… Hepsini sildim.
Onu evine bırakabileceğimi söyledim, arabama bindik. Müzik seçmesini istedim, “I was fooling myself” sözleri keman sesleriyle karıştı ortalığa. Aynalardan etrafı kontrol ettim, son zamanlarda sürekli aynada gördüğüm gözler yanımdaydı. Çözüldüm, kabul etmeliydim. Kısa bir yürüyüş ve sohbetten etkilenip birini aklımdan çıkaramamayı kendime yedirememiştim. Şimdi hikaye biraz daha uzamıştı ve kendime itiraf edebilmem için gururum yavaş yavaş önümden çekiliyordu. O günden beri onu düşünüyordum. Onu bir daha göremeyecek olmaya inanmıştım, kendimi üzmek istemiyordum. Ve gurur.. itiraf edemezdim. içime atsam ne anlamı kalırdı? Hala aynaya bakıyordum. Bir şey mi oldu diye sordu, kendimi toparladım aniden.

*Ben bugün kabalık ettim sana. Teşekkür bile edemedim doğru dürüst. Sıra bende… Yakınlarda bildiğim güzel bir yer var, teşekkür edebilir miyim sana?
+Buna gerek yok ama güzel olabilir sanırım.

Yakınlardaki bildiğim yer evimin karşısındaydı ve bu saatlerde açık olduğunu hiç görmemiştim. Bunu bilerek arabayı oraya sürdüm.

*Hayret, erkenden kapatmışlar. Nereye gidebiliriz ki bu saatten sonra?
+Bilmiyorum. Ama gerçekten teşekkür etmene gerek yok. Ben buradan taksiye bineyim, sen de evine git bence.
*Evime gitmeme gerek yok.
+?
*Çünkü tam önünde duruyoruz. Eğer senin için.. Yani istersen sana bir şeyler ikram ederim ve istediğinde evine bırakırım.

Kibar bir kafa sallamayla kabul etti.

Sabah uyandığımda ceketimin altında kıvrılıp uyuyan onu gördüm. Sehpada boş şişeler ve bardaklar. Uzun konuşmalarla geçen sarhoş gece sızmakla bitmişti. Uyandığında apar topar kalkıp gitmek istedi, eve gidip işlerini yetiştirmeliymiş. Bırakabileceğimi söylesem de ben ayılana kadar o toparlanıp çıkmıştı. Ne yapmıştım ne yapmamıştım bilemedim.
Telefonumun sesiyle uyandım. Tutku arıyordu, anahtarını burada unutup unutmadığını sordu. Anahtarı yoktu ama ceketi burada kalmıştı. Akşam almaya geleceğini söyledi. Yaşamımın değişen vitesine alışamamıştım. Tekrar uyudum, uyanıp karnımdaki boşlukları geçiştirerek doldurdum. Piyano çalmaya başladım, zil çaldı. Gelen Tutku’ydu. Piyano çaldığımı fark edince çalmaya devam etmemi istedi. Bitirdiğimde gözlerinin dolduğunu fark ettim. “Bu çok saçma” diye mırıldanıp kapıya doğru gitti, durdurdum. Her şey durdu, hiçbir şey yoktu. Sadece biz vardık. Saatlerce biz vardık. Yin yang.

Uyandım.. Aynada Tutku’nun uyuyan yansımasını gördüm. Aylarım hızlana yavaşlaya geçti aklımdan. Bir çekime kapılmıştım. Üstünü kapatarak, korkarak... Hep saçma diye nitelediğim çekime. Hormonlar, tenlerin uyumu, zıtların birliği… Düşüncelerimi yokladım. Giyindim. Aynaya bakıp yoklamadım kendimi. Bilgisayarımı buldum. Bir şarkı açtım. Aynı şarkıyı listeye 6 saatten fazla çalabilecek kadar kopyaladım. Apar topar çıktım evden. Arabama bindim. Gün doğmakla uğraşırken ben bilgisayardaki şarkıyı arabada kendime açmakla uğraştım. Aynaya bakıp etrafı kontrol etmeye cesaret edemedim. Çalıştırdım arabayı ve nereye gittiğimi bilmeden yola koyuldum. Şarkıyı duyamadım bir an. Dikiz aynasından kuvvetli far yansımasını gördüm. Gördüğüm son şey bir aynaydı. Şarkı kesildi.

Alışma bana,ne yapacağım belli olmaz, bugün varım, yarın birden yok olurum.
Dokunma bana, kapanmamış yaralarla doluyum, canımı acıtma bir yara da sen açma.
sevme beni, yoğun duygularımda kaybolursun, tutuştururum.

isteme beni, yasaklarla boğuşursun, engellerle doluyum.
Çözmeye çalışma sakın, seninle karışır iyice kördügüm olurum.
anlama beni, ben kendimi anlarim, ben böyle mutluyum.

Aşkı yaşatmamı isteme asla, ben aşka yıllardır inanmıyorum.
inandır beni aşkın varlığına,sana öyle bir aşk yaşatırım ki, vazgeçemezsin, tutkun olurum.
yıkabilirsen duvarlarımı, sakın bırakma beni, tüm tutkularım ve gücümün arkasında, hala minik bir çocuğum, büyütemezsen kaybolurum.