bugün

Yıldızlar da çığlık atar

Fazıl, Emre, Doğan ve Yasin okeyin ikinci turunu döndürüyorlardı. ilk turu Doğan ve Yasin kazanmıştı. Yasin, Selami Abilerine seslendi: " Selami Abi çayları tazele."

Kahvenin içi sigara dumanından beyaza kaplıydı. Sigara yasağı olmasına rağmen takıldıkları kahvehane bu kurala aldırış etmiyordu, zira hem polis hem de zabıta memurları tanıdıkları insanlar oldukları için, onları görmezlikten geliyor; dahası kayırıyordu. içerdekilerin ne yasağı umursadığı vardı ne de üstlerine sinen sigara kokusunu.

Hayrettin Abi içeri girdiğinde: "neredesiniz ulan Emre" diye bağırdı. "Havalandır ulan şurayı yavşak, göz gözü görmüyor" diye seslendi Selami'ye. Hayrettin Abi 180 boylarında, cüsseli, kirli sakallı ve esmerdi. Elinden tespihini düşürmez; onu gözü gibi kollardı. Biri istediği zaman "delikanlı adam tespihini vermez ulan" der, "tespih adamın ikinci karısıdır" diye devam ederdi. Hapse birkaç kez girip çıkmışlığı vardı ve mahallenin raconunu o belirlerdi. Mahalle sakinleri kendisinden korkmaz ancak ona saygı duyardı.

Hayrettin Abi, Emre ile Doğan'ın yanlarına oturdu.
"kap gel ulan bana bir demli çay" dedi çırak Ahmet'e.
Ahmet: "hemen ağabey" dedi ve Selami Abisinin yanına koşar ayak gitti.

Hayrettin: "hiç sevmiyorum bu piçi, Nedim'in oğlu olmasa sokmam mahalleye valla" derken Ahmet elinde çayla geldi, buyur ağabey diyerek çayı bıraktı, ustasının yanına gitti.

Hayrettin: "bırakın ulan şu embesil oyununu" diyerek oyunu bozdu. "Bakın çok güzel iş buldum size, Sikko Mehmet'i tanıyorsunuz, onun bir kuzeni var adı Necati mi ne ona gidiyorsunuz, bizi 'Hayro' gönderdi diyorsunuz tamam mı?"

Fazıl: "ne işi abi bu, Necati kim?"

Doğan: "bir sus ulan."

Yasin: "ulan bir durun ikinizi de şimdi kafa kafaya vuracağım."

Fazıl: "abi hayro ne?"

Emre: "ebenin diğer adı Fazıl. Bilmiyor musun, Hayrettin abinin piyasada bilinen namı Hayro'dur. Ulan bilmiyorsun bari sus, çaktırma."
Hayrettin: " ulan yarak kafalılar çenenizi kapamak için ille ağzınıza bir şey mi girmeli, susun oğlum, bir dinleyin."

Emre: "Selami abi bizi tazele."

Hayrettin: "neyse, şu piç çayları getirene kadar özetleyim size olayı. Mehmet'in işlerini bozmaya başlamış biri, Sikko da kaç zamandır Neco'ya takip ettiriyormuş bu iti. Adamı iyice izlemişler, telefonunu falan da dinlemişler, lavuk yarın gece izmir'e gidecekmiş ailesi ile birlikte. Sizde onun yokluğunda evi yalnız bırakmayacaksınız hepsi bu."

Fazıl: "hırsızlık mı yapacağız Hayrettin Abi, ben girmem o işlere bilesin.&."
Hayrettin: "siktir git ulan masadan korkak ibne seni. Memur babanın sünepe oğlu ne olacak."

Elinde çayla gelen Ahmet: "çaylar geldi abi."
Hayrettin: "bırak ve koybol piç!"

Hayrettin: "fazıl sen içme ağzına sıçtığımın sünepesi seni, kalk git ulan masadan. Bak bu konuştuğumuzu, birinden duyayım kulaklarını keserim senin ona göre, yürü git! Sütünü içmeye korkak zibidi!"

Fazıl boynunu büktü ve ezilmişliğin verdiği duygu ile masadan kalktı, "hayırlı işler Selami Abi" diyerek kahvehaneden çıktı.

Hayrettin: "nasıl yattı mı kafanıza dürzüler" dedi. Yasin sessiz kaldı.
Emre: "yattı ağabey hem yolumuzu da bulmuş oluruz" dedi.

Hayrettin: "o halde bana müsaade gençlik, payıma düşeni artık aranızda bölüşüp iletirsiniz bana" diyerek masadan kalktı ve Selami'ye "havalandır ulan şurayı, iyice sidiğe koktu kahve" dedi, "hesabı çocuklara yükleme sikerim; yaz benim kara kaplıya" diyerek kahvehaneden çıktı, karanlıkta gözden kayboldu.

Yasin Doğan'a döndü: "korkmadın dimi ulan" dedi.

Doğan: "ne korkacağım ulan, ben memur çocuğu muyum" dedi.

Biraz daha sohbet edip kahveden çıkıp, yarın için sözleşip evlerine dağıldılar...

Emre yatağa uzandığında Ahmet'i düşündü, düşünecek bir manitası olmamıştı şu güne kadar. Ahmet'in Hayrettin Abi'ye bakışındaki kini duyumsadı, gözlerinin içindeki karalığın, ateşe büründüğünü hissetti. Hani Ahmet'in kuvveti yetse, yere serecekti Hayrettin Abi'yi."
Yumdu gözlerini, uykuya daldı...

Doğan eve yürürken Fazıl'ı düşündü, işçi babasıyla gurur duydu. Hiç olmazsa babasının arkasından böyle laf edemiyorlardı; kaldı ki babası işçi başı olmuş adamdı.

Yasin eve varmış, köpeğiyle biraz oynuyor ve aynı anda Hayrettin Abi'sine özenini geveliyordu ağzında, köpeğine: "bende bir gün onun gibi olacağım" diyordu...

Ertesi gün akşam saat 7 gibi Sikko Mehmet'in yerinde buluştular, Mehmet ellerine bir adres tutuşturdu ve onları Neco'nun yerine yolladı.

Neco'nun mekânına geldiklerinde içeride iki kişi vardı, içeri girdiklerinde ise muhabbeti salçaladılar ve iki kişi izin isteyip mekândan ayrıldı.

Yasin: "bizi Hayro gönderdi, Necati ağabey" diyerek söze girdi, Neco: "geçin bakalım çocuklar" diye onlara yer gösterdi ne içerisiniz diye sormadan "bize 4 çay" dedi kahveciye. Oturdular.

Neco Hayro'nun anlattıklarının üzerinden bu kez detaylı bir biçimde geçti ve gece 2 gibi eve gireceklerini söyledi... Gençler, çayları içtiler, gece görüşmek üzere sözleştiler ve kalktılar.

Gece 2 de evin köşesinde buluştular, ev dört katlıydı ve şerefsizin evi 3. katta idi. Neco Doğan'ın eline maymuncuğu sıkıştırdı ve "dikkatli olun" dedi. Yanlarından ayrıldı.

Doğan: "bu götoş beni iyice acemi sandı Hayrettin Abi bizi nasıl anlattı bu herife bilmem, ulan biz babadan çilingiriz"

Emre: "neyse bırak sen onu da eve girelim ağırdan."

Doğan: "Yasin sen etrafı kolla olur mu, konuştuğumuz gibi erkete senin, şüphelendiğin bir şey olursa hemen ara, topuklarız tamam mı?"

Yasin: "tamamdır Doğan, hadi kolay gelsin size."
Doğan önde, Emre arkada apartmana girdiler. Sessiz bir şekilde üçüncü kata çıktılar, Emre soluğunu tutmuş Doğan'ın el becerisini izliyordu, Doğan henüz onuncu saniyede kilidi çözdü ve içeri girdiler...

Emre el fenerini çıkardı, en kısık haline getirdi, salonu inceleyerek oturma odasına yöneldi. Doğan "ben susadım" dedi ve mutfağa geçti bir bardak su içti.
Oturma odası klasik bir statüye sahip idi. Köşede televizyon, televizyon karşısında üçlü koltuk takımı, kanepenin yanında vizon, tekli koltuğun berisinde fiskos ve ortada deri sehpa.

Emre: "Ulan biriniz de farklı bir şekilde yerleştirin şu odayı amına koyayım."

Doğan: "yine ne oldum ulan, sessiz olsana piç"

Emre: "sikecem ben bu düzeni ama yeter ulan her oturma odası aynı mı olmak zorunda?"

Doğan: "güldürme ulan" derken eliyle burnunu kıstırdı...

Emre: "oturma odasından bir bok çıkmaz sen yatak odasına geç, bende çocuk odasına bakayım."

Doğan: "tamam."

Doğan, odayı kapıdan süzdü, girişin hemen sağındaki çekmeceleri açıp bakmaya başladı.

Emre, odaya ilk girdiğinde bir aydınlık sezinledi, başını kaldırdı tavanda yıldızları gördü, ay dedeyi gördü, gülümsedi.

Doğan çekmeceleri indirmiş ancak bir şey bulamamış, komidine bakmaya karar vermişti.

Emre demek iki kardeş bunlar dedi, başını tavandan indirdiğinde gördüğü ranzayla birlikte. En son askerde ranzaya yattığını anımsadı, üst yatakta yatmış ve yere düşmekten korkmuştu. Tekrar gülümsedi...

Doğan komidinde de bir şey bulamayınca makyaj masasına yöneldi, kesin buradadır altınlar dedi. Zaten ya buradadır ya da yastık altındadır ne olacak başka zaten diyerek ilk çekmeceyi açtı...

Emre o odadan bir şey çıkmayacağını anladı odadan ayrılıp misafir odasına yöneldi, adımını attı, "hay sizin düzeninizi" dedi tekrardan...
Tam tahmin ettiği gibi idi herşey. Yemek masası, vitrin, üçlü sehpa takımı (ama bu kez kaliteli olanlarından) duvara asılmış aile fotoğrafı... Vitrin'e yöneldi, birkaç değerli parça aldı içinden, "gümüş takımlar para yapar" dedi kendi kendine.

Doğan dört tane bilezik birkaç yüzük bulmuştu üçüncü çekmecede, en alttaki çekmeceyi açtığına ağzı açık kaldı; burada bir servet vardı neredeyse: iki beşibiryerde, üç cumhuriyet altını ve ona yakın çeyrek... Ağzı sulandı, hepsini torbaya doldurdu. Yatağa yöneldi, biliyordu ki yastık altı boş olmazdı...

Emre vitrinden indirdiklerini torbasına koydu, misafir odası sokağa bakıyordu, Yasin'e baktı. Yasin köşede sinmişti. Ardını döndüğünde gördüğü şeyle birlikte dona kaldı...

Doğan yastık altında da üç bine yakın parayı bulmuş, almış ve zulasına koymuştu. Bu bana diyordu paçasındaki sigara paketinin içine parayı sıkıştırırken. Ardından toparlandı tam odadan çıkacakken Emre'nin sesini duydu, hareketlendi...

Emre, ayna karşısına geçmiş, annesinden diline miras kalan türküyü söylüyordu:

"Bin bir mihnet ile büyüttüğüm gülleri,
Vardın bir soysuza yoldurdun."

Aynada buğulanan nefesini gördü. Nefesinde, emeğe ihanetinin yazdığını okudu. ilk hırsızlığını düşündü. Gözleri daldı...

Doğan: "ne böğürüyorsun ulan."

Emre: "bize ne anasını sikeyim Sikko'nun işinden!" "gel vazgeçelim, yazık şu garibanlara."

Doğan: "ne garibanı amına çakayım, on beş binlik altın buldum ben. Bunlar mı gariban."

Emre, bir aynaya baktı bir de Doğan'a. Yutkundu, başını çocuk odasına doğru çevirdi, eğildi; yıldızları izledi. "Hadi çıkalım o halde" dedi.
Çıktılar...

Dışarıda Yasin'i gördüler, "kaçın!!!" diye bağırdığını duydular, hemen tersi yöne doğru koşmaya başladılar, köşeyi polis tutmuştu; hemen sağdaki bahçeye atlamaya kalkışırlarken polisin ikazı duyuldu: "durun polis!"
Durdular...

Polis "sizi orospunun çıkarttıkları sizi" diyerek birbirlerine kelepçelediler Doğan ve Emre'yi.
Doğan "yapmayın ağabey" derken Emre başını göğe kaldırdı ve yıldızlara doğru "keşke sizi dinleseydim" dedi...

Polis: "Keşkeni sikeyim senin piç kurusu, gece gece koşturuyorsun bizi pezevengin dölü seni." Dedi.

Araca doğru itiş kakış götürülürlerken, Yasin'i aracın içine soktuklarını gördüler, kaderlerine razı oldular...

Polis işi bildiğinden Hayrettin, Mehmet ve Necati'nin peşine düştüğü sırada, Fazıl yatağa uzanmış, iç çekişmesini yaşıyordu. Bir yanda hızsızlığa mani olmanın verdiği huzur, diğer yanda arkadaşlarını satmış olmanın verdiği mahcubiyet...
"Kimse bana memur çocuğu diyemez" diyerek gözlerini yumdu, "rahat ol ahmet" diyerek uyudu...
kesinlikle ters köşeye yatıran bir öykü..

ama şu var, eğer yazarken, tarz olarak uzun cümleler seçiyorsanız, öykünüz diyaloğa ihtiyaç duyar. okuyanı sıkmamak, kopartmamak adına.. ama kısa ve yalın cümlelerle yol çizmişseniz, diyalog konusunda biraz pinti davranabilirsiniz. davranın hatta. o yüzden, öyküyü okurken, diyaloglar arasında boğuldum. çok fazla gereksizlikler buldum. yani diyalog olarak yansıtmak yerine, kullanılan yalın dili bozmadan, bir paragrafa dönüştürülebilirdi. zira akıcı bir üsluba sahip.. hem zaten sokak ağzı var, sıkması mümkün değildi..

eve gittiklerinde, ahmet'in durumunu düşünmelerine değinildiği ve tek düşünmeyenin yasin olduğu belirtildiği için, bu doğrultuda yasin'den bir sürpriz bekliyordum. çünkü en piç mizacı yüklenen o gibiydi. kaldı ki, birden sindirilmesi, üstelik erketeye yatırılan olması, birden o mizacı gereksizleştirdi. en basitinden, soygun sırasında çorabına para sıkıştıran yasin olmalıydı. piç o..!

edebi yönden zayıf kalsa da, okudum, sevdim, şaşırdım..