bugün

Başka hiçbir acıya benzemeyendir.

sırtımı sıvazlayıp başımı okşamıştı bir gün babam; "kim ne derse desin evlat, sen istediğin her şeyi başarabilirsin" demişti. saflık işte. insan babasının her sözüne kanmamalı. hele o baba, kötürümlüğünüz yüzünden başka çocukların yanına gitmemek için ağlayıp zırladığınız günlerde yanınızda bulunan tek dostunuz ise...

trafik kazası... 10 yaşındaydım ve arabayı annem kullanıyordu. ben büyük olduğum için kızkardeşimin tüm tiz çığlıklarına karşın umarsız bir hainlikle ön koltuğa oturmuş keyfime bakıyordum. fren mi boşalmış ne, öyle bir söz duydum sanırım. gözlerimi 1 hafta sonra açtığımda babama benzeyen bir adam vardı başucumda. babammış. çok zayıflamış. gözleri niye bu kadar kırmızıydı? annem mi ölmüş? kardeşim mi ölmüş? sakat mı kalmışım?

babam "geçecek" demişti. neyin geçecek olduğu muamma. annem ölmedi mi yoksa? kardeşim? sandalyeye mahkum oluşum mu yoksa? hiçbiri geçmedi ama yıllar geçti. geri gelen yok. ayağa kalkan yok. tek arkadaşım hâlâ babam. "çok iyi gidiyorsun evlat. doktorlarla konuştum. yakında yeni bir yöntem deneyecekler. başarı oranı gayet yüksekmiş". bilek güreşi yapardık. ne numaracıymışsın be baba, yenilirken bile çaktırmadın bana. benim yüzümden seni geri çeviren kadınların adlarını yazdın mı bir kenara baba? anlamadığımı sanıyordun belki. bak, bu da benim numaracılığımdı!

sahi, senin şu yöntem ne oldu baba? son hazırlıklar yapılıyor demek. yakında top oynarız artık. hayır baba ronaldinho ben olacağım. sen de nesta olacaksın. gör bak nasıl belini kıracağım. kork benden baba! hem yaşım da 18 oluyor bak. kahveye gider pişti de oynarız şöyle baba oğul he?

derin bir uykudan uyanıverdim aniden. ne kadardır uyuyorum? karşımda yaşlı bir doktor var. iyi de ben niye 10 yaşındayım? babam nerede? hemşire incecik bir şırınga soktu koluma bağlı serumun hortumuna. bir ferahlık... gülümsüyorum. doktor "sana gerçekleri söyleyeceğim evlat" diyor sanki. sahi ben niye hâlâ 10 yaşındayım? annem mi ölmüş? kardeşim mi ölmüş? sakat mı kalmışım? babam intihar mı etmiş?
uğruna hayatımı adadığım yüceler yücesi bir duygunun, gönlümün orta yerine saplayıp bıraktığı paslı bir hançerin sonucudur. başkalarının "orospu çocuğu" demesine bile aldırmayacak denli gamsız bir kendini kaybetme halinin baş sorumlusu, kalp telimizi tıngırdatarak kayahan'dan "bizimkisi bir aşk hikayesi" ezgilerini döktüren ukala bir müzisyendir. anlayın işte; biyolojik, fizyolojik, sismik ve politik dengelerinizi altüst eden bir borsa spekülatörüdür.

aşk denen duygunun kör edici parlaklığı zifiri gecelerimi aydınlatmadan önce bilmiyordum, aynı zamanda ne kadar acı verici de olduğunu. ne versem karşılık bekliyor, bir sevdiysem iki sevilmek istiyordum. kendimi sevgilimin o yumuşacık ve huzur dolu kollarına attığım vakit dünya dururdu benim için. şımartsın beni isterdim. parmaklarını dudaklarımın üzerine koysun ve beni sustursun. benim için ölsün hatta. ve ben bunun karşılığında sadece azıcık bir ilgi göstereyim, arada bir çiçek alayım. aza kanaat etsin. benim bir tohum tanesi olan sevgimi alsın ve bana kocaman bir kiraz ağacı olarak geri versin. kısacası; koşulsuz sevgiyi veren değil alan olayım istedim her zaman.

gel gör ki kazın ayağı hiç de öyle değildi. uzunca bir zaman sonra boğmaya başladı beni bu vermeden alma hali. "bu ne şimdi" diyordum kendi kendime. bu kadar karaktersiz bir insanla ne işim olabilirdi allah aşkına? kan ter içerisinde uyandığım boğucu kabuslar ve bitmek bilmeyen buhranlarım dayanılmaz bir raddeye varınca bir kalemde sildim onu. aramadım bile, öylece bırakıverdim. madem bir beklentisi yoktu benden, o zaman bensiz de yapabilirdi pekala.

başka bir aşka yelken açmak için uzun süre bekledim. kadınlara inancım kalmamıştı çünkü. daha doğrusu; beni belli bir karşılık alma umuduyla sevecek bir kadın bulma inancımı kaybetmiştim. tüm kadınlar ve erkekler karşılıksız seviyordu birbirini. hiçbir beklentileri yoktu. böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyordum. bu kadar ezilmişlik fazlaydı...