bugün

ı

genç adam her zamanki gibi yorgun uyanmıştı. ama her şeye rağmen nerede uyandığını sorgulamak yerine, ilk olarak paltosunun cebindeki sigara paketine uzandı. sigarasını yakarken, gözleriyle de odayı süzmeye başladı. duvar kağıtları canlı renklerden seçilmiş, tavandaki kabartmaların ses izolasyonuna destek verdiği, yerdeki kaplamaların sürekli temizlenmesinden dolayı hafif deformasyona uğradığı, lüks bir otel odasının içinde olduğunu kısa sürede anlamıştı. sigarasını içerken bir yandan da kızarmış gözlerini ovuşturuyordu.
yastığın altında sıkışıp kalan, yarısı yere dökülmüş boş viski şişesi, zaten havasız kalmış bu odayı bir gece kulübünün mutfağından farksız kılmamıştı.

ayağa kalkmaya çalışsa da; inisiyatifini oturduğu yerden üzerini giymekten yana kullandı. üzerinde pek de yabancı olmadığı bir yorgunlukla ayakta giyinmek gözünü korkutmuştu. paltosu ve fanilası dışında hiçbir giysisi ortalıkta görünmüyordu.
bulamadığı giysilerini gardıropta bulabilmek umuduyla sendeleyerek ayağa kalktı. gardıropun kapısını araladığında varlığından haberdar bile olmadığı çantasıyla karşılaşmıştı. yeniden sırt üstü kendisini yatağa bırakıp, ellerini başının arasına alarak kulaklarına kadar uzanan saçlarıyla oynadı. lüks bir otel için pek de yeni sayılmayacak kadar temiz görünen bir yatak örtüsüyle yüzünü kapatıp düşünmeye çalıştı;
gece hakkında hiçbir şey hatırlayamaması genç adamı çileden çıkarıyordu. örtünün sağladığı karanlıkla çok daha sağlıklı düşünebileceğini sansa da; sadece zaman harcıyordu...

sinirle üstündeki örtüden kurtulup gardıropun kapısını sert bir şekilde yeniden açtı. yüzünü buruşturarak kendisine çektiği çantanın aslında bir bavul olduğunu anladığında iyice işkillenmişti. az önce aradığı giysilerini bavulun içinde bulduğuna pek şaşırmadan, bavulun diğer gözlerinde de merakla el attı. genç adam biraz nakit para ve kaldığı otelin kartı dışında hiçbir şey bulamamıştı.
hayal kırıklığıyla başının dönmesine rağmen hızlıca giyinip, içeride bir şey unutup unutmadığına aldırış bile etmeden odadan ayrıldı...

ıı

yaşlı kadın, demir korkuluklu penceresinin arasından küçük fırat'a seslendi:

- fırat al şunu, bana 2 ekmek alıver oğlum. üstüyle de karnını doyur.

küçük çocuk, dışarıdan bir pansiyon dairesini andıran bu eski ve sıvaları yıllar önceden dökülmüş apartmana hiç düşünmeden koştu.
demir korkuluklarını mahallenin çocuklarına birkaç börek ücretiyle en sevdiği renk olan meviye boyatmış, hemen pencerenin kenarında muhabbet kuşlarının ritmik sesleriyle huzur bulduğuna inanan, beyaz saçlarını örttüğü sarı yazmasıyla daha da tonton görünen nermin teyzenin eviydi bu.
nermin teyze; yoksul mahallenin, daha yoksul teyzesi, anaç yüreğiyle herkesin saygısını kazanmış nur yüzlü sembol bir kadındı. yıllar önce babasından kalan gazi maaşıyla zor bela geçinmeye çalışıyor, ama hiçbir gün olsun halinden şikayet etmiyordu.
yıllardır göremediği tek oğlunun öldüğünü düşünüp, kendisini bu sebepten arayıp soramadığına inandırıp ona dualar ediyordu.
komşularından her gün gelen araştırma teklifini de hiç düşünmeden karşı çıkıyordu. aslında düşünüyordu... ama onun için oğlunun öldüğünü düşünmek, onu arayıp sormamasından daha az can yakan seçenekti.
yaşlı kadın, fırat'a parayı uzatırken bir yandan da yanaklarını okşamayı ihmal etmedi...

ııı

gri bir akşamüstünün karamsarlık kokan gölgesi...
genç adam otelden ayrılırken, araba hırıltılarının kirlettiği sokağa bakarak saatini kontrol etti. saati 18.55'i gösteriyordu. saati neden kontrol ettiğini kendisine sorduğunda yarım bir tebessümle boynunu salladı. yetişmesi gereken hiçbir yer yoktu.
ya da hatırlamıyordu... ne tarafa yürüyeceğini düşünmeden cebinden bir sigara daha çıkardı. paketi salladığında bunun son sigarasını olduğunu fark etmişti. son sigarasının hiçbir nefesini boşa harcamayarak, avucunu rüzgarlı bir akşamüstünün hırçın rüzgarlarına karşı sigarasına siper etti. beyni o kadar doluydu ki; neler yaptığını hatırlamak yerine ufak ayrıntılara yorulmayı yeğliyordu.
beş yıldızlı bir otelin bu Kifayetsiz ve dökük mahallede işi neydi örneğin. ya da karşı kaldırımda yürüyen adam elinde tuttuğu şemsiyeyle daha mı çekici olduğunu sanıyordu. peki ya şu pencerede elinde tuttuğu birasıyla caddeyi izleyen adam kaç kadını bu şekilde etkilemişti?..
genç adam, dibine kadar içtiği sigarasını ayakkabısının topuğuyla söndürüp, hemen çaprazındaki taksinin kapısını açtı...

ıv

fırat, eline tutuşturulan onlarca bozuk paranın şıkırdamasından mutluluk duyarak koşuyordu. bu mahallede hiçbir arkadaşı olmamıştı.
olmasına da imkan verilmiyordu zaten. ne zaman bir arkadaş edinecek olsa; mahalle sakinleri tarafından azarlanıp kovuluyordu.
pek de içerlemiyordu fırat. aşağıdaki kendi mahallesinde yeterince arkadaşı vardı zaten. aslında tüm aşağıdaki mahalleler onundu...
fırat henüz 13 yaşında bir sokak çocuğuydu. ailesini hiç tanımamıştı, nereli olduğu bilinmiyordu. yalnızca yanık buğday tenine bakıldığında doğulu olabileceği çıkarılıyordu. muhtemelen şişman bir çocuğa küçük geldiği için çöpe atılmış bir pantolonu giyiyordu. belki üzerinde kir tutmuş beyaz tişörtünü giymese sokaklara ait olduğu bile anlaşılmayacak kadar temiz bir yüzü vardı.
arkadaşlarıyla eski bir devlet okulunun harabesinde kalıyordu. grubun en ufağı olduğu için en çok da o eziliyordu.
mahalle mahalle gezip para toplatılıyor, ya da köprülerde dilendiriliyordu.
tüm bunlardan vakit bulursa da her gün çok sevdiği nermin teyzesine koşuyor, harçlığını alıp karnını doyuruyordu.
aslında karnını doyurması da bahaneydi. bu fiiliyatı hayatı boyunca kimseden görmediği şefkat ve korunma hissi için yapıyordu.

markete yaklaştığında duraksadı. elindeki bozuk paraları yeniden sayıp, yutkunduktan sonra yürümeye devam etti.
bu sırada yanından geçen okullu akranlarını izlemekten alamadı kendisini. o çocuklar ellerindeki garip borularla sesler çıkarıp birbirleriyle şakalaşıyordu. kız çocukları ellerindeki çubuklarla davul gibi bir şeylere vurup tempo tutuyordu. fırat, adını bilmediği bu çocukların, hiç adını bilemeyeceği enstrümanları çalışını izlerken gülümseyerek uzaklara daldı...
23 nisan müsamerelerinden dönen akranlarını hayranlıkla izlerken, ellerini yanaklarına koyup kaldırıma oturuverdi.
artlarından onları uzun uzun izlerken sırtındaki o acıyı hissetti...

v

genç adam radyoda çalan alengirli müzikten rahatsız olup, taksiciden radyoyu kapamasını rica etti. taksici belli etmemeye çaba gösterse de; bozulduğu bakışlarından çok rahat sezilebiliyordu. arka koltukta oturan bu somurtkan ve iyi giyinimli adamı kaçamak gözlerle dikiz aynasından süzmeye başladı. kapalı bir hava olmasına karşın genç adam bunalmış gibi görünüyordu. arabanın tüm camlarını ardına kadar açmıştı. rüzgardan savrulan saçlarını toplamaya gayret bile etmiyordu. endişeli bir hali vardı. bakışları çekici olmasına karşın sönüktü. terleyen alnını kaşkoluyla silip, ciğerlerine derin derin nefes çekiyordu.
taksici daha fazla dayanamayarak seslendi:

- abi iyi misin?
+ iyiyim. sen şu markete çeksene. sigara alıp biraz yürüyeceğim.



fırat sırtına atılan tekmeyle yüzüstü kaldırımın kenarına kapaklandı. yüzünün kanayıp kanamadığını kontrol etmeden kaçmaya çalışsa da; ensesine yediği yeni bir tokatla bir kez daha yuvarlandı. bu sefer canının yandığını hissederek başını tutup ağlamaya başladı. başını geriye çevirdiğinde kendisine vuranın market sahibi erdal olduğunu görüp, gözünü kısarak yeni tokatlardan korunmaya çalıştı.
erdal bir yandan fırat'ı tokatlıyor, diğer yandan da azarlıyordu. fırat bir boşluk bulup hemen karşı kaldırımda taksiden inen paltolu adamın üstüne atlayıp sarıldı;

- ağabey! ağabey n'olursun kurtar!
(adam şaşkınlıkla irkilip fırat'ı elinin dışıyla kendisinden itti).
- ağabey n'olur...

adam, fırat'ı önemsemeyerek, cevap bekleyen bakışlarını marketçiye yöneltti. marketçi de bu mimiklere kayıtsız kalmayarak söze girdi:
"beyim bırak şunun ağzını kırayım. az önce yoldan geçen çocukları kesti pis pis. elin artıkları gelip mahallemizde tehdit oluşturuyor. bakamayacaksan doğurma amına koyayım değil mi? gel de anlat işte. neyse... ne lazımdı?"

genç adam bir süre düşünüp markete göz gezdirdi. marketteki ürünlerden çok sanki dükkanın demirbaşlarına ilgili duruyordu.
bir süre daha sessizce bakındıktan sonra istediği sigarayı işaret parmağıyla gösterip parayı masanın üzerine bıraktı. kapıdan çıkarken son kez markete dönüp, yeniden bakındıktan sonra yürümeye devam etti.
marketten çıktığında gözyaşları toza karışmış bu esmer çocuk hala karşısında dikiliyordu. adam sağa sola bakıp çocuğu önemsemediğini göstermeye çalışsa da çocuk kararlı bir şekilde adamın kollarından çekiştirdi. adam gitmeye çalıştıkça daha sıkı sarılıyordu.
daha fazla dayanamayarak, bu küçük sokak çocuğunun çekiştirdiği yöne doğru menkul bir adam olarak yürümeye boyun eğdi.

fırat nihayet durmuştu.
daha önce hiç görmediği bu iyi giyinimli adamı çocuk parkına kadar sürüklemişti. adam çocukla ilgisiz bir şekilde sigarasını içiyor, diğer yandan da mahalleyi gözetliyordu. fırat adamı bankların üzerine itip oturmasını istermiş gibi güldü.
ve ardından gür bir sesle (elini uzatarak) seslendi:

- ağabey bak, ben taa şuradaki binada kalıyorum. geceleri biraz soğuk oluyor ama; kuru gazete bulursak idare ediyoruz işte.
o az önceki piçten iyi kurtardın beni he. o beni hep dövüyor biliyor musun? nermin teyzeye şikayet ettim ama yine de yapıyor işte.
olsun alıştım ben. bizim çocuklar da arada bir dövüyor beni. ama geçen veli abiye bir vurmuşum göreceksin uff.
kız arkadaşın var mı abi? (adam başını çevirip ters yöne doğru gülümsedi).
vardır vardır... yakışıklı adamsın vesselam.
adım fırat bu arada. ben hatırlamıyorum ama; eskiden fırat abi varmış bizim grupta. ölmüş bir gün o. bizimkiler de onun adını koymuş işte. "marul fırat" derler bana. kıvırcığım ya o bakımdan. senin adın ne abi?

+ "pembe tolga" derler bana da.

fırat ve pembe tolga, bunun üzerine dakikalarca gülüştü. tolga, yaşlı gözlerini çocuktan gizleyerek meraklı sorularına bir bir cevap vermeye devam etti. uzaktan ikisi de eğleniyor görünüyordu. adamın gözlerindeki o sönük bakışın yerini artık fevkalade sıcak bir renk almıştı. günlerdir belki ilk defa gülümsemiş, gülmüştü...

vıı

"soğuk beyaz bir zemin, insanın içini ürperten mistik bir piyano sesi... steril bir koku.
ve bir türlü bitmek bilmeyen ayak sesleri..."

marketçi erdal yüzüstü uyandığında aklında belirenler yalnızca bunlardı.
üşüyordu... çırılçıplak olduğunu anlaması pek vaktini almamıştı. başını kaldırmaya çalışsa da başaramıyordu.
adeta bir şeye kelepçelenmişti. nefes alabilmesi için yüzünün yerleştirildiği boşluk dışında, yani zeminden başka hiçbir şeyi göremiyordu. elleri, ayakları, yetmezmiş gibi gövdesi bile sabitlenmişti. erdal'ın çelimsiz bir fiziği vardı. ama yine de tüm önlemler kusursuzca alınmıştı. erdal nerede olduğundan çok, ne olacağını merak ediyordu. ayak seslerinin artmasıyla huzursuzca titreyip bağırmaya başladı. ve ardından o sesi işitti:

- bayılıyorum chopin'e... bak sana bir öneri; chopin'den dinleyemiyorsan eğer, bach'in yorumuyla dinleyeceksin. orijinaline çok yaklaşıyor... aslında senin için beethoven hazırlamıştım bu gece ama; biraz naif başlayalım istedim...

+ sen kimsin be! nerdeyim ben!

adam, erdal'ın yüzüstü yattığı masayı mekanik çarklarla çevirip gülümseyerek yüzünü gösterdi. erdal'ın onu tanıması zor olmamıştı.
"sen... seni tanıyorum bugün sigara aldın marketten!" diye haykırdı çaresiz adam. tolga ise vakit kaybetmeden pantolonu indirip, önlüğünü sıyırıp adama anal yoldan tecavüze başladı. çaresiz adamın feryat çığlıkları tolga'yı daha da tahrik ediyordu. 20 dakika durmaksızın tecavüz ettikten sonra; tolga, kapının ardında dikilen beyaz önlüklü bir adamı başıyla onaylarmışçasına içeriye davet etti. bu bir cerrahtı.
tolga, cerrahın gözetimi altında eline aldığı neşterle, ameliyat masası üzerinde çaresizce uzanan kurbanının göğüs uçlarını kesip kendisine çiğnetti. devamında, azı dişlerini lokal anestezi kullanmadan söküp, köklerine kaynar su döküp çırpınışını izledi.
erdal kısa bir süre içinde bitap düşmüştü. acıdan bayılmak üzere olduğunu fark ettiği erdal'a vakit kaybetmeden adrenalin enjekte edip bayılmasını engelledi. erdal'ın kalp atışları artık hızlanmış, vücudu titremeye başlamıştı. kalp krizi geçirme riskini göze almadan tolga hemen işe koyuldu;
cerrahına tarif ettiği gibi kafa tasının arkasını kestirip, beyine zarar vermeden büyük bir delik açtırdı. beyine gidecek en ufak bir müdahale tüm emeği boşa çıkarabilirdi. erdal'ın bir anda ölmesini göze alamazdı. cerrah büyük bir titizlikle, tolga'nın istediği gibi deliği açıp çekildi. erdal'ın kanında gezen yüksek adrenalinle bayılmasına imkan yoktu. kendisine ne yapıldığının farkındaydı.

tolga kahkahalar içinde beyninin yarısı görünen bu zavallı adama yeniden tecavüz etti. fonda çalan piyano sesine yazık etmemek için ağzını kapatıp kahkahalarına bir son vermeye çalışsa da başaramıyordu. içten içe, katıla katıla gülüyordu bu acımasız adam.
tecavüzüne son verdikten sonra, erdal'ın yanaklarına öpücük kondurup eline büyük bir tornavida tutuşturdu. erdal'ın tornavidayı kavrayacak gücü olmadığı için eline bir bant yardımıyla sabitledi. cerrahtan da yardım isteyerek, tornavida tutan elini hemen kendi başının üzerine düşecek bir şekilde yukarıdaki asma tavana sabitlediler.
tolga, sanatsal olduğunu düşündüğü bu tablonun resmini çekip sigarasını ateşledi. içi içine sığmıyordu...
ipi kestiği anda, erdal'ın boşta kalan tornavidalı eli kendi beynine saplanacak ve teatral bir sonla can verecekti.

daha fazla düşünmeden gidip ipi kesti. beklediği gibi olmuştu...
erdal kendi beynine tornavidayı saplamıştı. tolga bir süre kahkaha atıp doya doya izledi. bir yandan gülüyor, diğer yandan adamın ölü bedenine vuruyordu.

aslında tam da istediği gibi olmamıştı.
bu kadar hızlı oluşu onu tam anlamıyla tatmin edememişti. üzerinde yarım bir orgazm hissi vardı...
daha uzun bir final istiyordu. ellerindeki kan damlacıklarını önlüğüne sürüp dizlerinin üstüne çöktü. göz yaşları kana karışmıştı...

ağlamamaya çalıştıkça hıçkırıklara boğuluyordu.
ve mırıldandı kendi kendisine;

muflis kalbim dursan ağladığımda,
dokunsan her bir satırı yalan yarınıma,
bak sigaramda tütüyor bu gece aşkın tüm ölü bedenleri...

aç kollarını,
bir şiir kiraladım sana;
tüm yarını satılmış meleklerin göz yaşı tesirinde özlüyorum seni,
göz yaşımda ölüyorum,
göz yaşımda öldürüyorum seni...

hoşça kal...
tek kelimeyle adiliktir.
çocukları yere yan yana ağız üstü yatırıp, ellerini uzatıp parmaklarının üzerinden motosikletle geçen cani türleridir.
caniliktir efenim...
sanırsam çok büyük bir olay.
o kadar kolay olmayan eylemdir.

bugün paylaşımcı yazar zürafa'nın engel olduğu ve bir nebze de olsa pişman olduğu eylemdir.

ayrıntıya girecek olursak ;

saat 14 : 00 sularıydı, mükemmel bir güneşli ve hafif ılık meltemlı akdeniz günü olduğu için duşumu almış,
jilet gibi hazırlanmış arkadaşlarımla buluşma planları yapıyordum.

ta ki annemin çığlığını duyana kadar, sokağa doğru ver yansın bağırıyordu ;

* abartısız ve sansürsüz tamamen gerçektir. *

zürafa : anne, hayırdır ?!
anne : 5 tane orospu çocuğu garibanı sıkıştırmışlar dövecekler.
zürafa : hadi ya ?!
( zürafa balkona çıkar ve annesini işaret ederek )
zürafa : beyler, hadi !
grup : tamam abi, kusura bakma teyze.
anne : gidin buradan, 5 kişi ayıp değil mi sokak ortasında bir çocuğu dövüyorsunuz ?
erkek mi sanıyorsunuz kendinizi ?!
( zürafa gülmeye başlar. )
zürafa : anne, tamam.
anne : bak sen orospu çocuklarına yaaa, oğlum giderken sağına soluna iyi bak.
bunları görürsen allah yarattı deme öldür !
zürafa : anne, demin ne diyordun ?!
anne : garibanın hakkını koru oğlum.
zürafa : oldu anne.

ciddi söylüyorum orada bir tanrıça hera gazabı gördüm sanki.
bir boşluk bulsam zaten bahane edip balkondan atlayıvericem aşağı kaynayacam ortaya, yan taraftaki kıraathane felan sinyal bekliyor gibi bakıyor alayı zaten.
de...
hera bu, koydumu zürafa'yada, kıraathaneyede koyuyormuş.
güzel diyen "toplar" yüzünden bi önlem alınamamaktadır.
Bir çocuk tarafından ambulans çağırma gerekliliğini hissetmeye yolaçacak durumdur.
bunu yapanlar insan değil de dilim hayvandır demeye bile varmıyor.
Yapanin gerizekali beyinsiz mal ve vicdansiz olarak adlandirilabilecegi bir durumdur.
bir gün 30 küsür kadar çocuğun saldırısına uğramayla sonuçlanacak şerefsizliktir. onları da döversen artık * neyse..
kendini bilmez, vicdansız, hayasız bir piçin yapacağı bir harekettir, ama bir günahsıza yapılan bu hareketi elbette allah karşılıksız bırakmıyacaktır, en büyük azapta budur, en büyük dayakta budur.
çok günahtır, şerefsizliktir ve başına çok kötü şeler gelebileceği bir olaydır.
zevk için kazığa* oturtulası şerefsizdir.*
(bkz: sen kimin çocuğusun)
bildim, bildim..
biraz disiplin isteyen eylemdir.

taze kızılcık sopası olacak şöyle 50 cm kadar. yaşadığınız şehirden bulunamıyorsa karadeniz'den ivedi olarak ısmarlanmalı. olmazsa olmaz malzememiz budur.
üstündekileri çıkarıp bir kova su dökerek ıslatacaksın. su soğuk olacak, aksi takdirde istediğimiz etkiyi sağlamayacaktır.

elemanı bir duvar köşesine sıkıştıracaksın ki kaçamasın. sonra besmele ile başlayacaksın, vereceksin odunu. sokak çocuğuna değil; zevk için insan döven sadiste tabiki.
olmaz canım öyle birşey, kurgudur o gırgırdır.

kimse böyle birşey yapmaz heralde değil mi? ama bunu anlamak için beyin lazım, hem de öyle fazlaca değil. ortalama bir beyin yeterli...
haa bu olayı kullanmak isteyenlere lafım yok. * güler ve değişik 30 metre direkli fntezilerini izlerim.

aferim size, nasıl da verdiniz ayarı. ulan bi yazıyı okuynun önce be!

(bkz: uludağ sözlük ten tiksinme sebepleri) bakın soğuma demiyorum, tiksinme!
Genç adam herzamanki gibi yorgun jyanmıştı cümlesinden sonrasını okumadığım hikayemidir beyitmidir neskmse öyle uzunca bir yazı.
taaddun emaresidir.
Adiliktir.