bugün

Hep tarihten ders çıkarmamız gerektiğini söyleriz. Geçmişte yaşanmış olaylar, bugünkülere ışık tutacaktır, doğruyu gösterecektir. Bütün bunlar doğru yaklaşımlardır. Hele geçmişteki olayların "iç yüzünü" anlamak, günümüzdekilerin de sahip olabilecekleri benzer "iç yüz"leri fark edebilmek açısından oldukça önemlidir. Bu yüzden, bugün Ortadoğu'nun başını ağrıtan sorunlara biraz da tarih perspektifinden bakmak gerekir. Mirasını koruduğumuz Osmanlı'nın nasıl yıkıldığını, daha sonra bölgede nelerin olduğunu, Ortadoğu'da kimlerin ne tür işler "tezgahladıklarını" görmek, son derece önemlidir. O zaman bugün bölgede bir türlü köklü çözümler getirilemeyen sorunlara daha sağlıklı bakabiliriz.

Bu bölümde pek çok soruna ışık tutacak bir konu ele alındı: israil'in tarihi. israil'in nasıl kurulduğu, bölgedeki istikrarın nasıl bozulduğu, kurulduktan sonra neler olduğu, savaşlar, provokasyonlar ve kukla liderler.

Siyonizmin Vaat Edilmiş Toprakları.

Siyonizm, sanıldığının aksine 19. yüzyılın sonlarında gündeme gelmiş bir fikir değildir. Muharref Tevrat'ta "Dünya Krallığı"nın merkezi haline gelecek bir Yahudi Devleti'nin kurulacağından bahsedilir. Dolayısıyla Siyonizmin tarihi Tevrat kadar eskidir. Siyonizmin vazgeçilmez hedefi olan bu devletin sınırları Tevrat'ta şöyle tarif ediliyor

"Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan'dan ırmaktan, Fırat Irmağı'ndan Garp Denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah'ınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır." (Tekvin Bölümü, 12/25)

Yahudiler kendilerine vadedildiğine inandıkları bu topraklara kavuşmak amacıyla, ilk resmi adımı 29 Ağustos 1897'de Basel'de I. Siyonist Kongresi'ni düzenleyerek attılar. Theodor

Herzl, başkanlığını yaptığı bu kongrede kuracakları Yahudi Devleti'nin sınırlarını şöyle açıklıyordu:

Kuzey sınırlarımız Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na; sloganımız Davud ve Süleyman'ın Filistin'i olacaktır." (The Complete Diaries of Theodor Herzl, Theodor Herzl, cilt 2, sf.711)

Herzl, bütün dünya Yahudilerinin vereceği destekten emin olarak, kongrede şunları da söylemişti:

"Basel'de ben Yahudi Devleti'ni kurdum. Eğer bunu yüksek sesle söylersem bütün dünya güler. Fakat beş sene içinde veya elli sene sonra herkes bunu böyle bilecektir." (The Complete Diaries of Theodor Herzl, Theodor Herzl, cilt 2, sf.581)

Gerçekten de israil, Herzl'in söylediği bu sözden 50 sene sonra kuruldu. Herzl'in söylediğinin bu kadar isabetle gerçekleşmesinin nedeni neydi? ileri görüşlülük konusundaki büyük yeteneği mi? Yoksa israil kurulana kadar uygulanan Siyonist planın ilk bölümünün, büyük bir örgütlenme sayesinde, her adımı hesaplanarak sonuca ulaştırılması mı?

Filistin'de kurulan israil Devleti de Siyonistleri tam anlamıyla tatmin etmemiş, daima Muharref Tevrat'ta vadedilen toprakların tamamının ele geçirilmesi hedeflenmiştir. Theodor Herzl Kutsal Toprakları açıkladıktan 88 yıl sonra, israil ordusunun komutanı Moshe Dayan, mevcut Yahudi Devleti'nin sınırlarını yeterli bulmayacak ve şunları söyleyecekti:

"Eğer Kitab-ı Mukaddes'e sahip çıkıyorsak, eğer kendimizi Kitab-ı Mukaddes'te yazılı olan halktan sayıyorsak, Kitabın yazdığı topraklara da sahip olmamız gerekir. 'Hakimlerin, patriklerin, Kudüs'ün, Hebron'un, Jeriko'nun ve daha pek çok yerlerin toprakları..." (Jerusalem Post, 10 Ağustos 1967)

israil Devleti'nin Filistin toprakları Siyonizmin ilk hedefiydi. ilk Siyonist Kongresi'nin yapıldığı dönemde, bu topraklar Osmanlı Devleti'nin elinde bulunuyordu. Bu nedenle Yahudi liderlerin ilk işi, Filistin'i Osmanlı'dan koparmak üzere çalışmaya başlamak oldu. Theodor Herzl bu amaçla birçok defa istanbul'a geldi.

Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu ekonomik bunalımdan faydalanarak Filistin'i satın almaya çalıştı. Böylece Yahudi Devleti yeniden kurulabilecekti.

"Theodor Herzl istanbul'a da gelmiş, Sultan II. Abdülhamit'le görüşmek için çok uğraşmıştır. Bu adam bütün Osmanlı borçları karşılığında Filistin'de bir yer istemiş ve şu cevabı almıştır: 'Bu yerler bana ait değil milletime aittir. Bu yerlerin her karış toprağı için şehit verilmiştir. 93 Harbi'nde Orduy-u Humayun'umun Filistin Alayı'nın askerleri, bir tanesi dönmemek üzere şehit olmuşlardır. Ben canlı vücud üzerinde paylaştırma yapamam. Filistin'e ancak cesetlerimiz üzerinden girilebilir. Böyle bir teklif yapan bir adam, bir adım daha atmasın ve memleketi terk etsin'." (The Sampson's Option, Seymour M. Hersh, sf.119)

Parayla toprak satın alma girişimleri, Abdülhamit'in kararlı tutumuyla sonuçsuz kalınca, Siyonist hareket, Osmanlı'yı yıkmak için yoğun bir faaliyet başlattı. Herzl bu durumu kendi sözleriyle şöyle açıklıyordu:

"Siyonizmin amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı'nın dağılmasını beklemeliyiz." (The Complete Diaries Theodor Herzl, Theodor Herzl, cilt I, sf.374)

kaynak:http://www.masonluk.net/kabala_masonluk_05.html
Siyonistlerin Jön Türkler ve ittihat Terakki ile ilişkileri.

Tabii bu son derece "aktif" bir bekleyiş oldu. Siyonistler, israil Devleti'ne izin vermeyen Abdülhamit'i kesin olarak saf dışı bırakmaya karar vermişlerdi. Planlarının ancak bu şekilde gerçekleşebileceğini düşünüyorlardı. Bunun için de sadece dışarıdan yapılacak bir müdahalenin yeterli olmayacağı da ortadaydı. Dolayısıyla Abdülhamit karşıtı, bir iç muhalefet grubuyla iş birliği yapmak gerekiyordu. Yahudi liderler bu noktadan hareketle, Jön Türklerle iş birliği yapmaya karar verdiler. Siyonist lider Theodor Herzl bu tarihi kararı şöyle dile getiriyor:

"Bir tek plan aklıma geliyor. Sultan'a karşı bir kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türklerle temas kurmalı." (Complete Diaries of Theodor Herzl, Theodor Herzl, cilt I, sf.374)

Jön Türkler ve daha sonra da ittihat Terakki hareketiyle kurulan sıkı ilişkiler sonucunda Osmanlı imparatorluğu kısa sürede çökertildi. Bu konu hakkında yapılan önemli yorumlar vardı:

"Birçok Avrupalı yazar, Jön Türk hareketini ve ittihatçıları, Yahudilerin, dönmelerin ve gizli Yahudilerin elinde oyuncak olan bir Yahudi-mason komplosu olarak nitelemiştir." (Young Turcs, Freemasons and Jews, Eli Kedourie, sf.89)

1908 Jön Türk ihtilali öncesinde, Avrupalı Siyonist Yahudiler, Osmanlı vatandaşı olan Yahudilerin Siyonizme hizmet etmeleri için uğraşmışlar, bu iş için üs olarak da çok sayıda Yahudinin yaşadığı Selanik'i seçmişlerdi. Burada çalışmalar yapan Siyonistler kısa zamanda kendilerine birçok Yahudi taraftar buldular. Siyonizm için çalışan her Yahudi bir kazanç olarak görülüyordu.

"Fakat en büyük kazanç Jön Türklerin içinde ünlü bir sima ve Osmanlı Parlamentosu'nda Selanik mebusu olan Emanuel Karosso oldu." (Germany, Turkey and Zionism 1897-1918, Isaiah Friedman, sf.143)

Selanik Yahudilerinin görevi olan Jön Türklere Siyonizmi benimsettirme çabaları, özellikle Emanuel Karasso, Nissim Mazliyah ve Nissim Russo adlı Yahudiler tarafından yürütülüyordu.

"Karasso, Mazliyah ve Russo'nun görevi, Türk politikacıları Siyonizmden çekinmenin gereksiz olduğuna inandırmak, onları davalarına kazandırmaktı." (Germany, Turkey and Zionism 1897-1918, Isaiah Friedman)

"Yahudi Nissim Mazliyah masondu." (Türkiye'de Masonlar ve Masonluk, ilhami Soysal, sf.6)

"Yahudi Nissim Mazliyah yıllarca Osmanlı Meclisinde izmir milletvekili olarak faaliyet göstermiştir. ittihat ve Terakki üyelerinin Siyonizme kazandırılmasında önemli görevler üstlenmiştir. 'ittihat ve Terakki gazetesinde yazıları yayımlanmıştır." (Türkler ve Yahudiler, Avram Galante)

Siyonizm sempatizanı olan Yahudiler de, Jön Türklere Abdülhamit karşıtı mücadelelerinde ellerinden gelen desteği veriyorlardı. Nissim Russo Jön Türklerle sıkı ilişkiler içerisindeydi.

Halkı 1908 ihtilali'ne dahil edebilmek için duvarlara ilanlar yapıştırmış, ihtilal sabahı kahve kahve dolaşarak attığı nutuklarla halkı isyana katılmaya çağırmıştı. Aynı akşam ihtilalcilerin isteklerini padişaha tebliğ etmek üzere saraya giden heyetin de sözcüsüydü. II. Meşrutiyet sonrası kurulan Siyonist cemiyetinin ilk üyelerindendi.

''Bir başka Yahudi 'iş birlikçi' Rafael Benuziyar, Selanik'te eczacıydı. Eczanesi Jön Türklerin buluşma yeri idi. Bundan başka idare-i Hamidiye'ce şüphe altında bulunan Jön Türklerin haberleşmesi Benuziyar vasıtasıyla sağlanırdı. Benuziyar 22 Temmuz 1908 senesi akşamı, yani Meşrutiyetin ilan edileceği günün öncesi, Selanik duvarlarına bildiri yapıştıranlardan ve bunları evlere dağıtanlardan biri olmuştur. Aşer ve Avram Salem kardeşler, Fransa'ya kaçarak Jön Türk hareketine destek vermeye devam etmişlerdir. Leon Gatezno da Fransa'da Jön Türkler lehine büyük faaliyetler yapmıştır. Selanik manifatura tüccarlarından olan Tiamo, Selanik'teki Jön Türk grubuna büyük hizmetlerde bulunmuş ve servetini Jön Türklerin emrine vermiştir." (Türkler ve Yahudiler, Avram Galante, sf.94)

kaynak:http://www.masonluk.net/kabala_masonluk_05.html
Mafya,Terör Örgütleri, Masonluk ve Kontrgerilla'ya uzanan örgüt;

iSRAiL'iN ULUSLARARASI CiNAYET ŞEBEKESi: MOSSAD.

Mossad; dünya genelinde faaliyet gösteren, en gizli, en bilinmeyen istihbarat örgütüdür. Çoğu kimse israil gibi "küçük" bir devletin niçin ve nasıl böyle bir organizasyona sahip olduğunu anlayamaz. Süper güç ABD'nin CIA'i dışında dünyada bu kadar etkin tek istihbarat örgütünün israil'e ait olması aslında oldukça dikkat çekicidir.

Mossad'ın kurulmasından önce israil Devleti'nin istihbaratı SHAI isimli örgüt tarafından sağlanıyordu. Mossad'ın kurulmasıyla bambaşka bir yapılanma ve dünyanın en tehlikeli cinayet şebekesi oluşturuldu. Bu cinayet şebekesi pek çok ülkede mafyayı, terör örgütlerini ve kontrgerillayı örgütledi.

Mossad'dan önce, onun görevini üstlenen SHAI isimli örgütün görünümü ise şöyleydi:

"SHAI, Sherut Yediot baş harflerinden oluşan bir kısaltma. ibranice'de Bilgi (istihbarat) Servisi anlamına geliyor. Haganah'ın istihbarat kolu. israil Devleti'nin kurulmasıyla Haganah, israil ordusunun içinde eriyor ve SHAI da yerini altı hafta sonra yeni kurulacak israil istihbarat Servisine bırakıyor. SHAI servisinin en son Başkanı Isser Beeri." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.16)

"Isser Beeri SHAI üyeleriyle yaptığı son toplantıda, Ben Gurion'un isteğini açıklıyor: SHAI'nin dağıtılması ve bu üyelerin yeni kurulacak istihbarat servisini şekillendirmesi. Bu sadece SHAI'nin isim değiştirmesi olayı değildi. israil'de dört tane yer altı istihbarat grubunun oluşması anlamına geliyordu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.17)

Mossad, 1 Nisan 1951'de kurulmuştur. ibranicesi 'Ha-Mossad Le-modiin Ule-tafkidim meyuhadim', yani özel konular ve istihbarat örgütüdür.

"Mossad'ın ilk Başkanı bir hahamın oğlu olan Reuven Shiloah'dır. Shiloah, başkanlığı çok kısa sürmesine rağmen teşkilatın temel kurallarını belirleyen kişi olmuştur." (Israel's Most Secret Service Mossad, Ronald Payne, sf. 27)

"Shiloah, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Siyonist liderlere yazdığı gizli raporda yabancı istihbaratlarla ilişkiye geçeceklerini özellikle CIA'e bildirmişti. Shiloah tüm dünyadaki Yahudilerle, Yahudi Devleti arasında kurulacak sağlam ilişkinin öneminin farkına varmıştı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.30)

Mossad'ın bölümleri

Mossad, çalışmalarını farklı alanlarda uzmanlaşmış 4 ayrı bölümle yürütür. Bunlar: Askeri istihbarat, Yerli Gizli Servis, Yabancı istihbarat Servisi ve Aliyah Beth.

Birinci bölüm: "Askeri istihbarat"

"Mossad'ın askeri istihbarat bölümü, 'Aman' olarak tanınır. ibranice adı 'Agaf ha-Modi'in'dir. Bunun tercümesi, "istihbarat kanadı"dır. Görevi Müslüman ülkeler hakkında bilgi toplamaktır." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf. 17)

"Aman" çok iyi organize edilmiş bir askeri birliktir. Altı bölümden oluşur. Özellikle iki bölüm tarafından yönetilir: Toplama ve Prodüksiyon. Toplama bölümü, sınır ötesine ajanlar göndermek, radyo kanallarını ele geçirmek, genellikle ülkelerdeki telefon konuşmalarını dinlemekten sorumludur. Prodüksiyon bölümünde, "Aman"lı 7.000 kişinin 3.000'i çalışır. Konuları, dış ülkelerden çalınan belgelerin ve bilgilerin analizidir. Bu analizler politikacıların karar vermesinde yardımcı olur. "Aman" basına verilen bilgileri de kontrol altında tutar. (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.207-208)

Aman'ın sınır ötesi harekatlar için oluşturduğu çok gizli komando birliğinin adı Sayeret Matkal'dır." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf. 182)

"30 Haziran 1954'te Aman'ın gizli kolu Unit 131 Mısır'da bir operasyon düzenliyor. 'Operation Susannah' adlı operasyon bir sabotaj. Bombaların hedefi Mısır askeri örgütleri değil; ingiliz ve Amerikan enstitüleri, tiyatrolar ve postaneler. Bundaki amaç Washington ve Londra'nın Mısır aleyhinde bir politika geliştirmelerini sağlamak. Bu iş için Alman Yahudisi Avraham Seidenwerg seçiliyor. Kibbutz'da Avri El-Ad adını alıyor. Daha sonra Mısır'a Paul Frank adında zengin bir Alman iş adamı karakterinde gidiyor." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melmon, sf. 56)

"Aman'a bağlı 'Gadna'da değişik bir eylem grubu: "Gadna yarı askeri bir gençlik grubudur." (Kader Üçgeni, Noam Chomsky, sf.229)

ikinci bölüm: "Yerli Gizli Servis"

"(Domestic Secret Service) Yeril Gizli Servis; başına Isser Harel getiriliyor. Bu servis "Shin-Beth" adında. Genel Güvenlik Servisi anlamında. ibranicesi Sherut-ha-Bitachon ha-Khali." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melmon,, sf.7)

"Shin Beth, Destek ve Operasyon olmak üzere iki bölüme ayrılıyordu. Destek bölümünde, sorgulama teknolojileri, koordinasyon ve operasyonlar için lojistik destek vardı. Operasyon bölümü ise üçe ayrılıyordu: 1- Koruma ve güvenlik: israil elçiliklerini, Başkan'ı ve israil savunma sanayinin korunması, 2- Müslüman ülkelerle ilişkiler, 3- Müslüman olmayan ülkelerle ilişkiler." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.50)

Üçüncü bölüm: "Yabancı istihbarat Servisi"

Bu servisin ilk Başkanı Boris Gurtel'dir.

"Yabancı istihbarat servisi Varash'ın toplantı saati, yeri hiçbir zaman bilinmez. Dikkatlice saklanır. Varash, halka hiç açıklanmamıştır. Varash'ın görevi, çeşitli gizli servisler arasında bağlantı kurmaktır." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf. 26)

Politika Şubesi, adına rağmen, israil istihbaratının denizlerarası kolunu oluşturur. Bu şubenin ajanları diğer gizli servislerle bağlantı kurarlar. Politika Şubesi ajanları Londra, Roma, Paris, Viyana, Bonn ve Cenevre'de israil konsolosluklarında diplomasi kisvesi altında operasyonlarını yapıyorlardı. Böylesi daha avantajlıydı, çünkü diplomatların dokunulmazlıkları vardı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melmon, sf.26-27)

Dördüncü bölüm: "Yer altı Gizli işleri Servisi"

"'Aliyah Beth (Yer altı Gizli işleri Servisi). Bu bölüm yer altı gizli işlerine devam edecekti. Orijinal görevi Yahudilerin Filistin'e kaçmasını sağlamak ve bu işi yasal hak haline getirmekti. 1937'de Haganah tarafından kuruldu. Bu bölümün başında Saul Meyeroff, takma adlı Shiloah, vardı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melmon, sf.18)

Mossad'ın Yahudileri Göç Ettiren Kolu: "Aliyah Beth"

Yahudileri Filistin topraklarına göç ettirme görevini Mossad'ın özel bir bölümü üstlenmiştir. Bu iş için kurulmuş olan Aliyah Beth isimli alt örgüt, dünyanın pek çok yerinde düzenlediği provokasyonlarla sahte bir Yahudi aleyhtarı hava estirmiştir.

"Aliyah Beth, 'Sihirli Halı Operasyonu' (Operation Magic Carpet) adı altında bir operasyon düzenledi. Bu operasyonda Near East Air Transport Corporation adında, israil hükümetiyle gizli bağları olan bir şirket kullanıldı. 1948 ve 1949'da bu şirket Yemen ve Aden'li 50 bin Yahudiyi gizlice israil'e taşıdı."

Irak'ta 1950 Martı'nda, meclisten çıkan yasayla, isteyen bütün Iraklı Yahudilerin Irak'ı terk edip israil'e gidebileceği açıklandı. Tek şart Irak vatandaşlığından vazgeçmeleriydi. Bu sürpriz açıklamanın altında, Irak Başbakanı Tevfik el-Sawidi'ye israil ajanları tarafından verilen rüşvetler yatıyordu. Tevfik el-Sawidi aynı zamanda Irak Tur'un başkanıydı ve bu turizm şirketi Near East Air Transport'un bir bölümüydü. Tevfik el-Sawidi değildi. Daha sonra Başbakan olan Nuri as-Said de israilli ajanlar tarafından faydalandırılmıştı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melmon, sf.36)

Düzenlenen operasyonları Ben-Porat yönetiyor. 150 binden fazla Yahudi Irak'tan israil'e götürülüyor. Ben-Porat Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor. Daha sonra Israil'e kaçıyor. Yehudah Tajar da, Ben-Porat'la çalışan ve tutuklanan ajanlardan; Haganah'ın elit tabakasından. Politika Şubesi tarafından Irak'a gönderiliyor. Tajar, Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor ve ömür boyu hapse mahkum ediliyor. Irak istihbarat servisinin başına Albay Abdel Kerim Quassem geçince Mossad'la antlaşma yapılıyor. Tajar serbest bırakılıyor. israilli ajanların yargılanırken suçları arasında Bağdat'taki Masouda Shemtou Sinagogu'nun Yahudiler duadayken bombalanması da sayılıyor. israil ajan ağının bir sinagogu bombalaması Iraklı Yahudileri kaygıya düşürdü." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.37)

Dünyanın birçok yerinde sinagog bombalama gibi eylemleri bulunan Mossad, daha sonraki yıllarda da bu tip faaliyetlerine devam etti. Mossad'ın kendi düzenlediği bu sahte antisemitik hareketler, çoğu zaman Siyonistler tarafından da takdirle karşılanmıştır. Mossad'ın tarihini anlatan Every Spy a Prince kitabının yazarları da Aliyah Beth'e operasyon nedeniyle teşekkür edenlerdendir.

"Aliyah Beth'nin gizli ajanlarına teşekkürler, kuruluşunun ilk 4 yılında israil nüfusunu 2 katına çıkardılar. Aliyah B., israil'in en güçlü servisiydi. Bir yer altı seyahat ağı kurmuştu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.38)

"Aliyah Beth ajanları liderlerle doğrudan ilişkiye geçerlerdi. Bunun örneği sadece Irak Başbakanı değil, aynı zamanda Macar politikacılar, iran Şah'ı gibi kişiler de bunlardandı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.39)

kaynak:Düzenlenen operasyonları Ben-Porat yönetiyor. 150 binden fazla Yahudi Irak'tan israil'e götürülüyor. Ben-Porat Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor. Daha sonra Israil'e kaçıyor. Yehudah Tajar da, Ben-Porat'la çalışan ve tutuklanan ajanlardan; Haganah'ın elit tabakasından. Politika Şubesi tarafından Irak'a gönderiliyor. Tajar, Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor ve ömür boyu hapse mahkum ediliyor. Irak istihbarat servisinin başına Albay Abdel Kerim Quassem geçince Mossad'la antlaşma yapılıyor. Tajar serbest bırakılıyor. israilli ajanların yargılanırken suçları arasında Bağdat'taki Masouda Shemtou Sinagogu'nun Yahudiler duadayken bombalanması da sayılıyor. israil ajan ağının bir sinagogu bombalaması Iraklı Yahudileri kaygıya düşürdü." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.37)

Dünyanın birçok yerinde sinagog bombalama gibi eylemleri bulunan Mossad, daha sonraki yıllarda da bu tip faaliyetlerine devam etti. Mossad'ın kendi düzenlediği bu sahte antisemitik hareketler, çoğu zaman Siyonistler tarafından da takdirle karşılanmıştır. Mossad'ın tarihini anlatan Every Spy a Prince kitabının yazarları da Aliyah Beth'e operasyon nedeniyle teşekkür edenlerdendir.

"Aliyah Beth'nin gizli ajanlarına teşekkürler, kuruluşunun ilk 4 yılında israil nüfusunu 2 katına çıkardılar. Aliyah B., israil'in en güçlü servisiydi. Bir yer altı seyahat ağı kurmuştu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.38)

"Aliyah Beth ajanları liderlerle doğrudan ilişkiye geçerlerdi. Bunun örneği sadece Irak Başbakanı değil, aynı zamanda Macar politikacılar, iran Şah'ı gibi kişiler de bunlardandı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.39)

kaynak:Düzenlenen operasyonları Ben-Porat yönetiyor. 150 binden fazla Yahudi Irak'tan israil'e götürülüyor. Ben-Porat Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor. Daha sonra Israil'e kaçıyor. Yehudah Tajar da, Ben-Porat'la çalışan ve tutuklanan ajanlardan; Haganah'ın elit tabakasından. Politika Şubesi tarafından Irak'a gönderiliyor. Tajar, Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor ve ömür boyu hapse mahkum ediliyor. Irak istihbarat servisinin başına Albay Abdel Kerim Quassem geçince Mossad'la antlaşma yapılıyor. Tajar serbest bırakılıyor. israilli ajanların yargılanırken suçları arasında Bağdat'taki Masouda Shemtou Sinagogu'nun Yahudiler duadayken bombalanması da sayılıyor. israil ajan ağının bir sinagogu bombalaması Iraklı Yahudileri kaygıya düşürdü." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.37)

Dünyanın birçok yerinde sinagog bombalama gibi eylemleri bulunan Mossad, daha sonraki yıllarda da bu tip faaliyetlerine devam etti. Mossad'ın kendi düzenlediği bu sahte antisemitik hareketler, çoğu zaman Siyonistler tarafından da takdirle karşılanmıştır. Mossad'ın tarihini anlatan Every Spy a Prince kitabının yazarları da Aliyah Beth'e operasyon nedeniyle teşekkür edenlerdendir.

"Aliyah Beth'nin gizli ajanlarına teşekkürler, kuruluşunun ilk 4 yılında israil nüfusunu 2 katına çıkardılar. Aliyah B., israil'in en güçlü servisiydi. Bir yer altı seyahat ağı kurmuştu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.38)

"Aliyah Beth ajanları liderlerle doğrudan ilişkiye geçerlerdi. Bunun örneği sadece Irak Başbakanı değil, aynı zamanda Macar politikacılar, iran Şah'ı gibi kişiler de bunlardandı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.39)

kaynak:Düzenlenen operasyonları Ben-Porat yönetiyor. 150 binden fazla Yahudi Irak'tan israil'e götürülüyor. Ben-Porat Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor. Daha sonra Israil'e kaçıyor. Yehudah Tajar da, Ben-Porat'la çalışan ve tutuklanan ajanlardan; Haganah'ın elit tabakasından. Politika Şubesi tarafından Irak'a gönderiliyor. Tajar, Irak istihbaratı tarafından tutuklanıyor ve ömür boyu hapse mahkum ediliyor. Irak istihbarat servisinin başına Albay Abdel Kerim Quassem geçince Mossad'la antlaşma yapılıyor. Tajar serbest bırakılıyor. israilli ajanların yargılanırken suçları arasında Bağdat'taki Masouda Shemtou Sinagogu'nun Yahudiler duadayken bombalanması da sayılıyor. israil ajan ağının bir sinagogu bombalaması Iraklı Yahudileri kaygıya düşürdü." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.37)

Dünyanın birçok yerinde sinagog bombalama gibi eylemleri bulunan Mossad, daha sonraki yıllarda da bu tip faaliyetlerine devam etti. Mossad'ın kendi düzenlediği bu sahte antisemitik hareketler, çoğu zaman Siyonistler tarafından da takdirle karşılanmıştır. Mossad'ın tarihini anlatan Every Spy a Prince kitabının yazarları da Aliyah Beth'e operasyon nedeniyle teşekkür edenlerdendir.

"Aliyah Beth'nin gizli ajanlarına teşekkürler, kuruluşunun ilk 4 yılında israil nüfusunu 2 katına çıkardılar. Aliyah B., israil'in en güçlü servisiydi. Bir yer altı seyahat ağı kurmuştu." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.38)

"Aliyah Beth ajanları liderlerle doğrudan ilişkiye geçerlerdi. Bunun örneği sadece Irak Başbakanı değil, aynı zamanda Macar politikacılar, iran Şah'ı gibi kişiler de bunlardandı." (Every Spy a Prince, Dan Raviv, Yossi Melman, sf.39)
iSRAiL'iN GÖZÜ GAP'TA.


"O gün Rab Abramla ahd edip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, FIRAT ırmağına kadar senin zürriyetine verdim." (Tekvin Bölümü, 15/18, 21)

israil'in Güneydoğu Anadolu'yu içine alan kutsal sınırları ve suya olan acil ihtiyacı, GAP ile yakından ilgilenmesine yol açmaktadır:

"israil, GAP konusunda Türkiye ile iş birliği yapmak istediğini, israil'in su kaynaklarından yoksun olduğunu, Türkiye'nin ise zengin su, toprak ve iş gücüne sahip bulunduğunu belirtti." (Şalom, 29 Ocak 1992)

"Gelecek sene Kudüs'te bulvarlar gül kokmayacak ve israil belki de çölü çiçeklendiren bir ülkenin gözalıcı görüntüsünden vazgeçmek zorunda kalacak. Eski kültürler ve Negev pamukları içinde olduğu gibi kutsal şehrin süslenmesi için çok suya ihtiyaç var, ama su yok." (L'Express, 16 Ağustos 1991)

"Şimon Peres: Nüfus artıyor. Suyu üretmek için imkan oluşturmazsak, bu kez su için savaşacağız." (Cumhuriyet, 12 Haziran 1991)

"israil Hayfa Üniversitesi'nden Prof. Armon Sofer 1990'da verdiği demeçte, Ortadoğu'da su kaynaklarının kullanımı yüzünden savaş çıkacak dedi." (Milliyet, 31 Ekim 1990)

Türkkaya Ataöv de israil'in Ortadoğu'daki su problemini ve bu problemi çözmek için ne gibi metodlar kullanabileceğini şöyle açıklamıştır:

"Ortadoğu'da bir su problemi var. Belki de bu cümle değiştirilmeli ve suyla ilgili ekonomik ve stratejik sorunlar var denmelidir... Bazı ülkelerde 'su güvenliği' vardır. Türkiye ve bir miktar da iran'ın yeterli su fazlası var.

israil ve işgal altındaki topraklarda kişi başına düşen su miktarı gittikçe azalmaktadır. Libya ve Suudi Arabistan kendi yeraltı kaynaklarını kullanmaktadırlar. Suriye ve Irak ise gelecek için endişeli.

Su gerçekten petrol kadar önemli mi oluyor? Komşu ülkeler arasındaki rekabeti artırarak onları silahlı bir anlaşmazlığa mı yöneltiyor? Suyun giderek değerinin arttığı ve anlaşmazlıkların hızlandırıldığı doğrudur.

Bazı gruplar ve devletler, barajları, boru hatlarını, damıtma tesislerini ve dağıtım hatlarını sabote edebilir.

israil, bölgesindeki suyu kontrol altına almak istiyor. Ürdün nehrinden, Yarmuk ve Batı Şeria'daki kaynaklardan israil büyük miktarda su sağlıyor. Versay Barış Konferansı'nda 1919'da ileri sürülen Siyonist haritaya Litani Nehri dahildir. israil 1982'de Lübnan'a saldırısında bu nehri kontrol altına almak istemiştir.

israil, işgal altındaki topraklardaki Yahudilerin su ihtiyacını karşılıksız olarak sağlarken, Filistinlilerden en yüksek fiyatı istiyor. Aşağı yukarı tüm su anlaşmazlıkları politik kargaşalarla sonuçlanıyor.

Mısır, Nil'in normal su akışını isteyerek, şimdi islami grupların desteğinde olan güney komşusu Sudan'la anlaşmazlığa düşüyor. Bu iki ülke 1959'da Ortadoğu'daki suyla ilgili tek anlaşmayı yaptı.

Türkiye'nin GAP'ı ise Kürt meselesiyle iç içedir. Dicle-Fırat sularının kullanımı projesiyle birçok amacı olan bir plan gerçekleşecek ve hidroelektrik gücü elde edilerek geniş alanlara sulama yapılacaktır." (Türkkaya Ataöv, Turkish Daily News, 19 Şubat 1993)

Ortadoğu su sorununda üç kilit ülke, Sudan-Etiyopya-Türkiye'dir. Etiyopya'nın israil güdümlü dış politikası, gözleri Türkiye ve Sudan üzerine çekmektedir. Bu durumda GAP da ayrı bir önem kazanmaktadır. Güneydoğu'da Kudüs merkezli manevralara çık sık rastlanmaktadır. Sudan'ın israil açısından sahip olduğu stratejik önem ise, bu ülkede yaşanan sorunların son bulmasını da engellemektedir. Su sorununun Ortadoğu'da bir savaşa yol açabileceği ihtimali ilk olarak 1986 yılında CIA'in Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından ortaya atılmıştır.

"Merkezi Washington'da bulunan Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi, 1986'da durup dururken, 'Ortadoğu'nun Su Sorunu' başlıklı bir rapor yayınlar. Raporda bölgedeki kuraklığın artacağı, nehir debilerinin azalacağı, günlük hayatta suyun petrolden daha değerli olacağı gibi araştırma sonuçlarına yer verilir ve bir de kehanette bulunulur: ... Nil, Ürdün ve Fırat... Ortadoğu'da, gelecekteki bir savaş, mutlaka bu üç nehrin sularının paylaşılmasından çıkacak..." (Tempo, 10-16 Haziran 1990)

Ortadoğu'da patlak veren su krizinin kilit ülkesi ise israil'dir. israil'in şu andaki su ihtiyacının büyük bir bölümü Taberiye Gölü'nden karşılanmaktadır. Oysa Taberiye Gölü'ne akan Litani Nehri Lübnan üzerinden gelmektedir ve kontrolü israil'in sınırları dışındadır. israil'in Güney Lübnan'ı işgal etmesi ile bu sorun bir süreliğine ortadan kaldırılmıştır. Bu da israil'in su uğruna savaşmaktan kaçınmayacağını göstermektedir.

israil'e sürekli Yahudi göçü devam ettiği ve yeni gelenler için her gün daha fazla yerleşim alanları açıldığı göz önünde bulundurulursa, gelecekteki israil Devleti'nin nüfusuna yetecek kadar su kaynağı Ortadoğu'da bulunmamaktadır. ihtiyaç duyulan suyun GAP'tan sağlanmasıyla, planlanan 'Büyük israil' projesinin kurak topraklarda değil 'Barış Suyu' projeleriyle verimli topraklarda gerçekleşmesine çalışılmaktadır.

Barış Suyu projesiyle Fırat'ın suyunun Suriye üzerinden önce Ürdün'e daha sonra israil'e aktarılması planlanmaktadır. israil'e gereken suyun gönderilmesi için bütün bu planlar yürütülürken, israil'in sessiz bir politika izlemesi de dikkat çekicidir. Tarihte ne zaman israil'in büyük, fakat kamuoyuna hissettirilmemesi gereken bir menfaati olsa, israil sessiz bir politika izler: Gelişmeler hakkında doğrudan yorumda bulunmak yerine, kendi fikirlerini kontrolü altında olan ağızlardan söyleterek, arka planda kalmayı tercih eder.

Su konusunda, kamuoyunun dikkatinin zaman zaman piyon olarak kullanılan Suriye'ye çevrilmesi de söz konusu bu metodun bir parçasıdır. Bir dönem çok gündemde olan Suriye-Türkiye arasında yaşanabilecek potansiyel savaş senaryoları sonucunda, 'Barış Suyu'nu devreye sokabilmek ve 'Barış için Suriye'ye su' mesajı altında israil'e gereken suyu sağlamak hedeflenmiştir.

israilli liderlerin su sorununa bakış açısı da Ortadoğu'da su kavgasının merkezinin Tel-Aviv olduğunu gözler önüne sermektedir.

"israil Tarım Bakanı Rafael Eitan: Bölgede su, saatli bombadır." (Hürriyet, 14 Temmuz 1991)

Su sorunu hakkında bu denli ilginç görüşleri olan Eitan, bir dönem Mossad'ın askeri kanadı LAKAM'ın eski şefi olarak da görev yapmıştır. Bugün ise israil ordusu Genelkurmay Başkanı'dır.

israil'in en ünlü casusu Rafael Eitan 1968'de israil istihbarat Örgütü 'LAKAM'ın başındaydı." (Dangerous Liaison, Andrew and Leslie Cockburn, sf.85)

"israil Tarım Bakanı Rafael Eitan uyarıyor: 'Taberiye Gölü'ndeki su seviyesi hiçbir zaman bu kadar düşük olmamıştı. israil'in su rezervleri hayati tehlike altında." (Nature, Ağustos 1991)

"Su darlığı israil'i tehdit ediyor." (Şalom, 9 Ocak 1991)

Ve israil'in bu büyük su ihtiyacına paralel olarak bölgede savaş rüzgarları da sık sık esmektedir:

"israil Başbakanı izak Rabin: Umarım ki su sorunu silahla çözülmez." (Sabah, 22 Aralık 1992)

"israil ve Ürdün su rezervlerini tekrar doldurabileceklerinden yüzde 15 kat fazla bir hızla tüketiyorlar. Ürdün'ün teklifi 350 milyon dolarlık birleşik bir barajı Yarmuk Nehri üzerinde kurmak. israil ve Ürdün BM'nin aracılığını yaptığı gizli görüşmeler yapıyorlar. israil'deki her yerleşim yeri günde 280 lt, yani Filistin'dekinin 4 katı su harcıyor. israil, Lübnan'la Litani Irmağı'nın suyunun alınmasıyla ilgili antlaşma yapmaya çalışıyor. Amman'daki Batılı bir diplomat 'Su israil'in elinde silah gibidir ve çözülemeyecek bir problem olur' diyor." (Newsweek, 12 Şubat 1990)

Geçtiğimiz yıllarda israil'in Batı Şeria ve Gazze'deki suyun %60'ını elinde tuttuğu bildirilerek, Sovyet Yahudilerinin göçü ile israil'in su ihtiyacının daha da artacağı belirtildi... Washington Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü araştırmacılarından, Joyce R. Starr ve Daniel C. Stoll "Ortadoğu'daki Su Kaynakları Konusunda ABD Dış Politikası" adlı araştırmalarında, Ortadoğu'da gelecekte muhtemel bir savaşın petrol yüzünden değil de su yüzünden çıkacağını belirtmişlerdir:

"israil'in Batı Şeria ve Güney Lübnan'ı işgal etmesinin en önemli nedenlerinden biri de buraların zengin su kaynaklarına sahip olmaları. Golan Tepeleri dağlık, yağışlı ve münbit bölgeler. Buraları gözden çıkaramıyor. Ayrıca israil Taberiye Gölü'nün Suriye'ye ait bölümünü de işgal etmiş durumda, bütün gölü kullanıyor. Çünkü denizden su arıtma çok masraflı bir işlem. Bu israil'in enflasyonunu bile etkiliyor...

Su gücü dostluk kazanmak ve birlikte ticaret için kullanılabilir. Fakat aynı zamanda bir nükleer güce de benzer ki, bir kere sizin buna sahip olduğunuz insanlar tarafından bilinirse, bu onlarda büyük bir saygı uyandırır. Türkiye'nin su zengini bölgesi Güneydoğu. Güneydoğu'daki olaylar daha genişlerse komşuluk ilişkileri açısından daha da önemli olacak." (Economist, 14 Aralık 1991)

"Kızgın su kavgaları Ortadoğu için yeni bir şey değildi. Bundan evvelki birçok savaş bu üç büyük nehirle ilgiliydi: NiL, DiCLE, FIRAT." (Newsweek, 12 Şubat 1990)

"Kaynaklar durmaksızın artan ihtiyaçlar yanında sınırlılar. Aynı ritimle insanların sayısı da artmaktadır. Su, devletler arasında baskı kaynağı olmuştur ki, bu daha çok Orta ve Yakın Doğu'da geçerlidir. Fırat, Dicle, Nil; yarın belki de bu ırmakların kontrolü için savaşılacaktır." (L'Expansion, 4-17 Temmuz 1991)

"Batılı kaynaklar, Ortadoğu'da petrolden daha değerli hale gelmeye başlayan suyun, 2000'li yıllara doğru stratejik bir önem kazanarak bölgede savaş rüzgarları estirebileceğini belirtiyorlar." (Cumhuriyet, 23 Temmuz 1992)
MASONLARIN KOMPLOLARI.

Yıllar boyunca kendilerini bir 'hayır kurumu' olarak tanıtan masonların en rahatsız oldukları konulardan birisi, gerçek yüzlerinin açığa çıkarılması, gizli faaliyetlerinin deşifre edilmesidir. Dünyanın pek çok ülkesinde, bu yönde faaliyet yapan kişiler masonlar tarafından engellenmiş, bir şekilde faaliyetleri durdurulmuştur. italya'da P2 mason locasının açığa çıkmasının ardından, bu konuyu soruşturan savcıların, emniyet görevlerinin birer birer faili meçhul bir şekilde öldürülmeleri bu durumun yakın tarihten çarpıcı bir örneğidir. Ülkemizde ise, masonların iç yüzlerini açığa çıkaran çalışmaların başında Harun Yahya serisine ait eserler gelmektedir. 80'li yıllarda yayınlanan "Yahudilik ve Masonluk" isimli eser, bu alandaki en önemli kaynak kitaplardan biri olmuş ve halkımızın masonluk konusunda bilinçlenmesine büyük katkıda bulunmuştur. Bu eser, Adnan Oktar'ın hayatında da önemli bir dönüm noktasını teşkil etmektedir.

O güne kadar toplum içinde son derece gizli bir biçimde faaliyet gösteren masonluk örgütü, bu kitapta tüm karanlık yönleriyle gözler önüne seriliyordu. Kitapta, masonluğa kimlerin üye olduğu, üyelerin teşkilattaki konumları, devlet kademelerindeki, üst düzey mevkilerdeki masonların isimleri, masonik şirket ve kuruluşların listeleri, masonların ülke çapında ele geçirdikleri ekonomik ve siyasi güç kendi belge ve dokümanlarından ortaya konuluyordu. Aynı zamanda, masonluğun gizli bir tür tarikat olduğu yine belgelerle açıklanıyordu. Masonluğun faaliyetlerinin, amaçlarının, organizasyon yapısının, hiyerarşisinin, sembollerinin ve ritüellerinin ifşa edildiği kitapta, masonluğun, Siyonizm, Muharref Tevrat ve Kabala ile olan doğrudan bağlantısı da açıkça ortaya konmaktaydı. Bu eserin yayınlanması ile birlikte, masonlar ve onların gizli uzantıları Adnan Oktar aleyhinde çeşitli komploları hayat geçirmeye başladılar.

ilk başta aracılar vasıtasıyla Yahudilik ve Masonluk kitabının baskısının durdurulması için yüklü paralar teklif edildi. Olumsuz yanıt alınınca sıra tehditlere geldi. Bu da etkili olmayınca Adnan Oktar, suni bir gerekçe ile tutuklandı. Gerekçe olarak bir gazete röportajında yer alan "ibrahim milletinden, Türk kavmindenim" sözü gösterildi. Sahte raporlar, asılsız haberler, iftiralar, hakaretler bir kısım basında ardı ardına yayınlanmaya başladı. Sayın Adnan Oktar 19 ay tutuklu kaldıktan sonra, tutuklanmasına neden olan savcının bizzat, bu ifadelerin suç teşkil etmediğini beyan etmesiyle mahkeme tarafından beraat ettirildi.

1986 Yılındaki Komplo

Ancak bu 19 ay sırasında masonlar Adnan Oktar'ın çalışmalarını engellemek için var güçleri ile çalışmaya devam ettiler. Örneğin, Sayın Oktar'a "Yahudilik ve Masonluk" kitabının basılmaması karşılığında yüklü bir para ve "her türlü kolaylık" vaadinde bulundular. Adnan Oktar ise bu teklifi reddetti. Yahudilik ve Masonluk kitabı herşeye rağmen yayınlandı ve büyük yankı uyandırdı.

Bu durum karşısında masonlar yeni bir yola başvurdular ve Adnan Oktar tutukluluğunun 9. ayında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne yatırıldı. 10 ay boyunca burada tutulan Sayın Oktar, pek çok haksız uygulama ve baskıya maruz kaldı. Cezai ehliyeti olmayan, cinayet bile işlemiş akıl hastalarının yatırıldığı 14 A koğuşunda son derece kötü koşulları olan bir odaya yerleştirildi ve 40 gün süreyle burada ayağından zincirle yatağına bağlı olarak tutuldu. En ağır hastalar bile yakınları ile diledikleri gibi görüşebilirlerken, Adnan Oktar'ın ziyaretçi kabul etme hakkı kısıtlandı. Sayın Oktar sadece yakınları ile değil hemşirelerle, pratisyen hekimlerle, hatta doktorlarla dahi görüştürülmedi. Bu dönemde kendisine şuur kapatıcı bazı ilaçlar zorla içirilmek istendi. Asıl amacın Sayın Oktar'ın fikri mücadelesini engellemek olduğunun bir diğer göstergesi de, dönemin Hastane Başhekimi'nin "fikirlerin değişmediği sürece buradan çıkamazsın" şeklinde Adnan Oktar'ı tehdit etmesiydi.

Bu baskı süreci hukukun devreye girmesi ile sona erdi. Bilirkişi raporları Adnan Oktar'ın, "ibrahim milletinden, Türk kavminden" sözündeki "millet" kavramının islami literatürde "din" anlamına geldiğini onadı ve Sayın Oktar aleyhine açılan dava, beraat ile neticelendi. Adnan Oktar'a Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi tarafından haksız yere verilmiş rapor ise, Adli Tıp Kurumu 4. ihtisas Kurulu tarafından bozuldu. Adli Tıp Kurumu'nun hazırladığı raporda, Adnan Oktar için "tüm yaşamını inandığı mukaddes gayeye ve ideale teksif eden kişi" anlamına gelen "idealist passione" deyimi kullanılmakta ve Sayın Oktar'a yapılan uygulamanın haksız ve hukuk dışı olduğu gözler önüne serilmekteydi.

Kokain Komplosu.

Ancak Adnan Oktar'ın merkezi dışarıda bir örgüt olan masonluğun perde arkasını deşifre etmeye devam etmesi, bununla birlikte Bilim Araştırma Vakfı'nın milliyetçi ve mukaddesatçı doğrultuda hızla artan faaliyetleri yeni komploların yaşanmasına neden oldu. Öncelikle 1990 yılı boyunca Sayın Oktar'ın şahsına yönelik bazı taciz ve saldırı girişimleri yaşandı. Ortaköy Karakolu'nda bulunan evraklarda da görüleceği üzere, bu dönemde Adnan Oktar'ın Ortaköy'de annesi ile birlikte kaldığı eve saldırı girişimleri yaşanmış, birkaç kez de Sayın Oktar'a yönelik pusu girişimleri olmuştur.

Asıl komplo ise 1991 yılı ortalarında hayata geçirildi. Adnan Oktar suni gerekçelerle göz altına alındı. Gözaltına alınmasının ardından, Sayın Oktar'ın annesi ile birlikte yaşadığı 75 metrekare büyüklüğündeki evinde 16 emniyet görevlisinin katılımı ile bir arama yapıldı. Yapılan aramada, emniyet görevlileri çok kısa süre içerisinde, Adnan Oktar'ın yaklaşık 1000 kitaptan oluşan kütüphanesinde, "ellerine aldıkları üçüncü kitabın içerisinde" bir kokain paketi buldular.

Olay üzerine, istanbul Emniyeti'ne götürülerek 62 saat boyunca burada tutulan Sayın Oktar, daha sonra Adli Tıp Kurumu'na götürülerek kanında kokain tahlili yapıldı. Adli Tıp Kurumu'ndan verilen raporda alınan sonuca göre, Adnan Oktar'ın kanında yüksek dozda kokain yan maddesi çıkması sağlanmıştı.

Bu olayın bir komplodan ibaret olduğu ise sonradan pek çok delil ve bulgu ile birlikte ortaya çıktı. Bu arama sırasında, sonradan davaya bakan hakimi de şaşırtan birçok mantıksızlık ve tutarsızlık yaşandı.

Örneğin bir görevli daha aramanın ilk dakikalarında, kütüphaneye yönelip kütüphanede kokain paketçikleri bulduğunu iddia eder etmez, her nedense aramaya son verilmiş ve alelacele tutanak tutulmuştur. Oysa böyle bir durumda yapılması gereken, sadece 3 kitabın değil evin her odasının, her noktasının detaylı olarak aranmasıdır. Gerekli aramanın yapılmamış olması, söz konusu aramanın büyük bir komplonun parçası olduğunu gösteriyordu.

Bir başka tutarsızlık da, görevlilerin kokainin nereden bulunduğunu hiç sormamış olmalarıydı. Sayfalarca evraktan oluşan hazırlık tahkikatının tek bir yerinde bile Sayın Adnan Oktar'a bu paketçikleri nasıl bulduğu, kimden aldığı sorulmamaktaydı. Kuşkusuz iddia edildiği gibi kokain ele geçirme olayı söz konusu olsa, bu durumda görevlilerin ilk araştırması gereken konu bu kokainin nasıl bulunduğu olmalıydı.

kaynak:http://www.masonluk.net/kabala_masonluk_13.html
Zulüm ve işkence Sistemi

FAŞiZM.

Faşizm, haklının değil güçlünün sistemi... Tıpkı Siyonizm gibi ırkçı bir ideoloji olan faşizm, şiddete, baskıya ve zulme dayalı bir sistemi savunur.

işte faşizmin genel bir tanımı ve üç büyük faşizm örneğinin perde arkası... Hitler, Mussolini ve Franco'nun localar tarafından desteklenen rejimleri...

Faşizm, ciddi olarak ilk defa Mussolini ve Hitler aracılığıyla uygulanmışsa da tarihe bakıldığında başka faşist uygulamalara da rastlanmaktadır. Roma imparatorluğu ve Persler ırkçı uygulamalarıyla bunun ilk örneklerindendir.

Faşizmde, ülkeyi yöneten kadro, ülkenin tek hakimidir. Alınan kararlar, yapılan uygulamalar tamamen bu kesimin iradesiyle gerçekleşir. Söz konusu kadro sadece kendi sahip olduğu ideolojiyi hakim kılmaya çalışır. Bu nedenle halkın, yönetim üstündeki eleştirileri, tavsiyeleri dikkate alınmaz. Halka empoze edilmek istenen ideolojiye ters düşen fikir ve düşünceler baskıcı yöntemler kullanılarak susturulmaya çalışılır. Halkın oluşturabileceği kurumlar ve yapabileceği faaliyetler sadece bu yönetim tarafından şekillendirilir. Kısacası faşizmde her birey, yönetimin oluşturduğu resmi ideolojiye hizmetle yükümlü olan bir araç haline getirilir.

Georges Sorel, Faşist Teorinin En Önemli ideoloğu

Faşizmi yukarıda anlatıldığı şekilde kuramsal manada ilk defa ortaya koyan kişi 19. yüzyılda Georges Sorel oldu. Sorel, teorisini uygulamaya geçirmek için Mussolini'yle iş birliği yaptı ve italya'da faşist bir yönetimin iş başına gelmesine yardımcı oldu. Sorel'in özellikle Mussolini ile büyük bir yakınlık kurmasının nedeni araştırıldığında ortaya çok ilginç sonuçlar çıkmaktadır. Mussolini, masonluk örgütünün en yüksek dereceli üyelerinden biridir:

"Mussolini, Palermo Locasından 33. derece madalyasını almıştır." (Faşizmler, Henry Michel, sf.126)

Sorel'in teorisinden derinden etkilenen isimlerden birisi de Mussolini idi:

"Mussolini üzerindeki Sorel etkisi kesindir. Mussolini onunla pek çok kere biraraya gelmiştir. Hatta bu faşist diktatör bir gün halka şöyle bir açıklamada bulunmuştur: 'Şu anda sahip olduğum herşeyi Georges Sorel'e borçluyum'."(Notre Maitre M. Sorel, sf.303)

Sorel sadece Mussolini'yi değil, diğer birçok masonu da etkilemiş ve bunların da faşist partiye üye olmalarını sağlamıştı:

"Faşist Parti'ye mensup olanlar arasında birçok mason vardı. Mesela Balbo, Bottai, Acerbo, Farinaci, Grandi ve sonraları Mussolini'nin damadı olan Ciano masondu. Hatta, Faşist Parti'nin Genel Sekreterliği'ni yapmış olan Farinaci hem Palazzo Giustiniani'deki hem de Gesu Meydanı'ndaki masonluğa intisap imkanını bile bulmuştu." (Mimar Sinan Dergisi, yıl 1977, sayı 25, sf.41

Faşizm; Haklı Olanın Değil, Güçlü Olanın Hakimiyeti...

Faşizm ilk anda süslü sloganları ile bir kısım cahil halk üzerinde sempati uyandırsa da; akıl, mantık ve vicdanla düşünenler için faşizmin vaat ettiği geleceğin karanlık olduğu, tüm yetkilerin din düşmanı, zalim ve baskıcı bir elde toplanmasının zulüm ve şiddetten başka bir şey getirmeyeceği açıkça görülmektedir. Aslında bu durum faşist ideologlar ve liderler tarafından da bilinen bir gerçek ve zaten ulaşılmak istenen amaçtır. Nitekim bu gerçeği italyan faşist diktatör Mussolini, iktidarının çökmeye başladığını görünce şöyle dile getirmişti:

"Faşizm özgürlük değil, zalimin hakimiyetidir. Milletin güvencesi değil, özel çıkarların savunmasıdır. Bunu herkes bilirdi." (Mussolini and Fascism, John P. Diggins, sf.15)

Gerçekten de faşizm gibi şiddet ve baskı yanlısı bir düşüncenin uygulamada getireceği sonuç, doğal olarak, haklı olanın değil, güçlü olanın kazanması, güçlünün haklıyı ezmesidir. Diğer bir deyişle, faşist bir toplumda para kimin elindeyse, silah kimin elindeyse o en güçlüdür ve onun dedikleri doğrudur. Bu ideolojiden farklı olan bütün fikirler yanlış ve zararlıdır. Dolayısıyla "zararlı olan fikir", ancak o fikrin sahibinin güç kullanılarak susturulmasıyla ortadan kaldırılabilir.

Faşizm ve Siyonizm iş Birliği

Normal bir insanın kan dökmesi, baskı ve şiddeti savunması mümkün değildir. Böyle bir durumun oluşabilmesi için kişinin ancak sapkın bir ideolojiyle beyninin yıkanması gerekir. Hem faşist teoriyi ortaya koyan Sorel'in, hem de bu teoriyi uygulayan Mussolini, Franco ve Hitler gibi liderlerin gerek düşüncelerinin gerekse yaşayışlarının Siyonist felsefeyle olan paralelliği de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Pek çok kişiye garip de gelse, faşistlerin Siyonist sermayedarlar tarafından teşvik görmesi, faşist ideoloji ile Siyonizmin paylaştığı ortak paydadan kaynaklanmaktadır. Siyonizmin temeli üstün ırk inancıdır. Siyonistlerin bu inançlarının temel dayanağı ise, Muharref Tevrat'ın bazı açıklamalarına dayanarak yaptıkları art niyetli yorumlar ve kimi batıl geleneklerden gelen ön kabullerdir. Bu düşüncelerini savunurken öne sürdükleri bir Tevrat pasajı ise şöyledir:
Siz Allah'ınız Rabbin oğullarısınız... Çünkü siz Allah'ın Rabbe mukaddes bir kavmisin ve Rab yeryüzünde olan bütün kavimlerden üstün olarak kendisine has bir kavim olmak üzere sizi seçti." (Tesniye Bölümü, 14/1-2)

Allah'ın bir dönem Yahudilere nimetler verdiği ve yine bir dönem onları diğer milletlere hakim kıldığı bir gerçektir. Ancak Siyonistler, Allah'ın birçok peygamberi bu soydan göndererek, Yahudileri bir dönem geniş topraklara hakim kılmış olmasını yanlış yorumlayıp bunu bir tür ırk üstünlüğü gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Bunun sonucunda da, her Yahudi'nin doğuştan bir üstünlük sahibi olduğuna ve israiloğullarının tüm diğer kavimlerden ebediyen üstün sayıldıklarına dair çarpık bir anlayış geliştirmişlerdir.

Bu durum Siyonist liderlerin düşünce yapılarını oldukça derinden etkilemiştir. Bu etki, Siyonizmin fikir babalarından Ahad Ha Am'ın ifadesinde de açık şekilde kendini göstermektedir:

"Yaratılış merdivenlerinde farklı basamaklar olduğunu herkes doğal olarak kabul eder. Önce inorganik nesneler, bitkiler ve hayvanlar alemi, sonra konuşan yaratıklar ve hepsinin üstünde Yahudiler." (Siyonizm ve Irkçılık, AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, no 511, sf.49) Bu ırkçı düşünce, Siyonist felsefe ile yakın ilişkileri olan masonların da önemli ilkelerinden biridir:

"Bu her biri bir öncekinden daha yükseğe varan parlak kültür aşamalarına insanın yücelişi de deniyor. Ama bütün bunlar bizim anladığımız insan, sokakta her gün gördüğümüz insan değildir. iki ayaklı, iki kulaklı, az çok usa da sahip insanı biz burada kastetmiyoruz, biz insan dediğimiz zaman, bütün masonik ilkeleri sinesinde toplayan bir insanı, insan olarak ele alıyoruz." (Mimar Sinan Dergisi, sayı 27-28, sf.35)

Dolayısıyla, Siyonist felsefeyi benimseyenler için, kendileri dışındaki insanlara hayvan gözüyle bakmak, diğer bir deyişle onlara hayvan muamelesi yapmak oldukça makuldur.

Kendi ırkından olmayan insanlara hayvan gözüyle bakan düşünce yapısının, onlar için ne gibi bir sistemi uygun göreceğini tahmin etmek pek de zor değildir. Onlara düşen görev kendilerinden istenenleri yerine getirmek, aksi halde ise, "cezalandırılmak"tır. işte bu noktada kullanılan cezalandırma yöntemi ise, baskı ve şiddetin ta kendisi olan faşizmdir.

Faşist felsefe, sadece savaşın insanı yücelttiğine inanır. Bu felsefeye göre insan ancak savaşarak gelişebilir. Bu düşünceyi Mussolini'nin şu ifadesinde görebilmek mümkündür:

"Sadece savaş bütün insansal enerjiyi en yüksek gerilimine getirir ve onu göze almak cesaretine sahip olan toplumlara bir soyluluk damgası vurur." (Devrimler ve Karşı Devrimler Ansiklopedisi, cilt 2, sf.242)

Mussolini gibi Hitler de aynı faşist düşünceye sahip olduğundan her zaman şiddeti ve savaşı desteklemişti:

"Güçten, şiddetten, savaştan başka üstün değer tanımayan Hitler ve yakın çevresi, bu kavramlarda mistik, gizli bir anlam bulmuşlar ya da kendilerini bu anlamı bulduklarına inandırmışlardı. Savaşı yüceltmelerinin nedeni buydu." (Hitler'den önce Hitler'den Sonra, Aytunç Altındal, Cumhuriyet, 26 Kasım 1992)

Faşizmin genel karakterinde savaşın, savaşmanın bu derece önemli bir yerinin olması, Siyonizm ile faşizm arasındaki bir diğer ortak noktadır. Siyonist israil Devleti'nin elli yılı aşkın süredir aralıksız sürdürdüğü işgal politikası, beraberinde sürekli bir çatışma ve savaş ortamını getirmektedir. israil'in sorunları çözmek için sürekli şiddete başvurması, daha çok şiddetin yaşanmasına neden olmakta, Ortadoğu'da kan, gözyaşı ve acının bir türlü sonu gelmemektedir. Pek çok Müslüman ve Yahudinin hayatını kaybettiği bu savaşın barışla neticelenmemesinin en büyük sorumlusu ise, işgalden vazgeçmeye bir türlü yanaşmayan Siyonist anlayıştır.

kaynak:http://www.masonluk.net/kabala_masonluk_07.html
Endülüs'ten 500 yıl Sonra Avrupa'nın Ortasında Bir Katliam Yaşandı

BOSNA-HERSEK.

Bosna-Hersek'de büyük bir insanlık dramı yaşandı. Savunmasız Müslümanlar alçakça katliama tabi tutuldu. Her vicdanlı insan burada uygulanan vahşeti lanetledi. Ve tabii vahşetin uygulayıcılarını da...

Ama bu katliamın kimlerin "eseri" olduğunu anlayabilmek için olaya daha geniş bir açıdan bakmak gerekmektedir. Sırp vahşetinin karanlık geçmişine baktığımızda ilginç gerçeklerle karşılaşmaktayız. Benzer bir vahşeti geçmişte uygulayan Çetnik lideri mason Mihailoviç'i, onun "biraderi" Sırp lideri Miloseviç'i, Sırbistan-israil yakınlaşmasını, Sırbistan'ın kritik bağlantılarını göz önünde tutmak gerekmektedir. Hırvatistan'da locaların örgütlediği faşist gruplar, Siyonist silah tüccarları, gizli servislerin senaryoları, Balkanlar'da yaşanmış olan vahşete ışık tutmaktadır..

Sosyalist blok dağılırken, Avrupa'nın eski sosyalist ülkelerinde de son derece hızlı gelişmeler meydana geldi. Vaclav Havel, Petre Roman gibi mason liderler elinde bu ülkeler yeniden şekillendiler ve "Yeni Düzen"e uygun hale getirildiler. Bu ülkeler arasında, Güney Slavları'nın birleşmesiyle oluşan Yugoslavya ise çok değişik bir rota çizerek tarihin en büyük katiamlarından birine sahne oldu. Yugoslavya'yı diğer eski doğu bloku ülkelerinden ayıran özellik ise Müslüman bir topluma, Bosnalı Müslümanlara ev sahipliği yapıyor olmasıydı. Ve Yugoslavya'nın parçalanması sonucunda Avrupa'nın ortasında bağımsız bir Müslüman devlet oluştu: Bosna-Hersek.

Bunun ardından Bosnalı Müslümanlara uygulanan vahşete tüm dünya tanıklık etti. Ancak biz bu bölümde, olayların bilinen detaylarını ele almayıp, olayların perde arkasını aralamaya çalışacağız. Sırp terörünün bilinmeyen öyküsünü, Sırplara kimlerin destek verdiğini inceleyeceğiz. Rusya'nın ve Yunanistan'ın Sırpları desteklediği, kamuoyunun büyük çoğunluğu tarafından bilinmektedir. Biz olayın biraz daha değişik bir boyutunu, göze çarpmayan bir yönünü ortaya sermeye, Sırp vahşetinin ardındaki değişik bir gücü gün ışığına çıkarmaya çalışacağız: Masonluk.

Vahşetin ilk Basamağı: Belgrad Büyük Locası

Bosna-Hersek'te yaşanan katliam, tesadüfler sonucu, kısa bir süre içinde, aniden patlak veren bir olay değildir. Müslümanlara karşı yürütülen bu sistemli vahşetin öyküsü, 1900'lü yılların başına kadar uzanmaktadır. Fransız Büyük Locası'nın yardımıyla 9 Haziran 1919'da, Sırbistan'ın başkenti Belgrad'da Yugoslavya Büyük Locası'nın kurulması, Bosna'daki vahşetin tarihi açısından oldukça önemlidir:

"Yugoslav Büyük Locası 9 Haziran 1919'da kuruldu. Merkezi Belgrad'daydı. 300'e yakın üyesi vardı. 1928'de Üstad Stojkaviç, Tchedimir Mihailoviç'e yerini devretti. 1934'te Uluslararası Mason Kongresi Belgrad'da toplandı. 40'a yakın Avrupalı ülkeden katılım oldu... Locaların çalışmaları gün geçtikçe daha da güçlendi." (Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, Daniel Ligou, sf.1262-1263)

Belgrad'da kurulan bu loca, aslında 1850'lerde kurulan ilk Belgrad Locası'nın bir devamıydı. Belgrad Locası, oldukça ilginç özelliklere sahip bir locaydı. Adeta "Balkanların P2'si" denebilecek bir yapıya sahipti. Türk masonlarının yayın organı Mimar Sinan dergisinde, bu durum şöyle özetlenmektedir:

"Belgrad Locası ile ilgili bilgiler, 'Masoni U Jugoslaviji - Yugoslavya'da Masonlar 1764-1980' adlı kitapta, Dr. Levis'in raporunda yer alıyor. Raporda şöyle denilmekte: 'Belgrad'da, Hür Duvarcılar adını taşıyan gizli bir örgüt mevcuttur. Belgrad Locası'nın faaliyet yönü politiktir ve maksat ve gayelerine, mevcut durumu yıkmakla varmaya çalışır... Belgrad Locası, Balkanlar'daki ana locadır. Vidin, Sviştov, Rusçuk, Varna, Niş Locaları Belgrad Locası'na bağlıdır. Bu yılın 5 Ağustosu'nda Belgrad'da genel toplantı yapılacak ve bu toplantıya tüm bağlı localar delegeleri katılacaktır...

Belgrad Locası, tüm ülkelerin devrimci kulüpleri ile devamlı temas halindedir... Radosavijeviç'in sözlerine göre, Belgrad Locası, Peşte hür masonları ile de temastadır ve gayesi Belgrad'da iktidarı yıkmaktadır... Loca'nın 60 yaşlarındaki bir üyesi aynı düşünceye sahip birinin huzurunda, yakında Belgrad Locası'ndan büyük işler zuhur edeceğini ve bu işlerin bütün dünyayı şaşırtacağını ve sürpriz olacağını söylemiştir. Bu ifadeden Loca'nın politik planları da sezilmektedir." (Mimar Sinan, 1987, sayı 65)

Loca üyesi masonun "kehaneti" doğruydu. Gerçekten de Belgrad Locas'ından "büyük işler zuhur etti"... Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Yugoslavya topraklarında Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı kuruldu. 1919'da, bu yeni Krallıkta, "Sırpların, Hırvatların ve Slovenlerin Büyük Locası" ismiyle yeniden Belgrad Locası oluşturuldu. Bu Loca'nın, 1926 yılında bastırdığı, yalnızca loca üyelerine mahsus ve içinde locada alınan kararların, kabul edilen prensiplerin bulunduğu kitapçık, masonların Bosna-Hersek'te yaşayan Müslümanlardan dolayı o dönemlerde duydukları rahatsızlığı açıkça göstermektedir. Kitapçıkta, masonik idealler açısından Krallık sınırları içindeki şartları inceleyen Loca'nın, Boşnaklara özel bir ilgi gösterdiği de görülmektedir.

Loca'nın 1926'da yayınladığı "Manifestation Maçonnique De Belgrade - Compte Rendu Officiel" (Belgrad Locası Manifestosu) başlıklı kitapçığın 47. sayfasında yer alan satırların tercümesi şöyledir:

"Masonik hedef ve ideallerin tesisi için uygun olmayan şartların göz önünde bulundurulması gerekir... Bölgedeki Müslüman nüfus, bu şartların en önemlisini teşkil etmektedir. Bu toplumun güçlenmesi ve baskın bir yapıya kavuşması, masonik idealler açısından, Belgrad Locası'nın oluşmasından şiddetle kaçınması gereken bir durumdur. Böyle bir durumun oluşmaması için azami özen gösterilmelidir."

"Balkanların ana siyasi locası" olan bu Loca'nın Müslüman Boşnakların güçlenmemesine dair verdiği karar, son derece önemlidir. Bu kararlar, doğal olarak, akla bazı sorular getirmektedir: "Acaba Belgrad Locası bu 'azami özen'i nasıl gösterecekti?" Bu "özen"e rağmen Müslümanlar etkin konuma gelirse ne olacaktı? Loca, o zaman ne gibi tedbirler alacaktı? Müslümanların "yok edilmesi" mi gündeme gelecekti?

Sırp, Hırvat ve Slovenlerin büyük locasının bu kararı aldığı dönemde, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı sınırlarında Müslümanlara baskı ve katliam uygulaması da başlamıştı:

"Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı'nın kurulmasının ardından Müslümanlara yönelik soykırım politikası artırılarak sürdürüldü. Sancak, Bosna-Hersek, Kosova ve Makedonya'da soykırım uygulandı. Krallığın ilk yıllarında, yalnızca Doğu Bosna'da 3.000 Müslüman hiçbir nedeni olmadığı halde öldürüldü." (A Survey of The History of Genocide Against The Muslims in The Yugoslav Lands, Prof. Mustafa imamoviç, sf.70)

1992-95 yılları arasında Bosna'da Müslümanlara uygulanan vahşetten kısa bir süre önce de, Doğu blokunun klasik kapalılık politikası sonucu kapatılmış olan mason localarının Sırbistan'da büyük bir şatafatla yeniden açılmış olması da oldukça dikkat çekicidir

Yugoslavya'da masonlar yeniden faaliyete geçti... Tanjug haber ajansına göre, Yugoslavya Büyük Locası, Batı Almanya Büyük Locası'nın desteği ile Belgrad'da yeniden oluşturuldu. Yugoslavya Büyük Locası'nın yeniden faaliyete geçmesi dolayısıyla düzenlenen törenlere Batı Avrupa ülkelerinin yanı sıra Amerika ve Kanada'dan da çok sayıda mason katıldı." (Sabah, 14 Temmuz 1990)

Locaların açılış törenlerine çok sayıda üst düzey Sırp yöneticinin katıldığı bilinmektedir. Bu ilginç gelişme, vahşetin mimarları hakkında önemli bir ipucu vermektedir. ilerleyen sayfalarda Bosna Savaşı'nda yaşanan vahşetin biraz daha öncesine dönüp, Sırp terörünün nasıl yüzyıllar boyu sistemli bir şekilde körüklendiğini inceleyeceğiz.

Sırp Irkçılığının Masonik Geleneği

Belgrad Locası'nın kararlarının nasıl uygulandığını incelemeden önce dönüp, yaşanan vahşetin temeli olan Sırp ırkçılığını incelemek gerekiyor. Sırplar tarafından uygulanan vahşet, asırlardır aşırı Sırp milliyetçileri tarafından yürütülen bir beyin yıkama faaliyetinin sonucudur. Radikal Sırp milliyetçileri "Sırpların bütün ırkların en üstünü ve anası" olduğunu iddia edecek kadar radikal görüşlere sahiptirler.

Önemli olan, böylesine "toplu bir paranoya"nın nasıl oluşabildiği -ya da oluşturulabildiği-, böylesine bir ırkçılığın nasıl inşa edildiğidir. Dünyanın başka yerlerinde ırkçılığın kimler tarafından kışkırtıldığını hatırladığımızda ise, bu kitabın konusu olan masonluk faktörünün Sırp teröründeki rolünü aramamak mümkün değildir. Ve olayı bu yönüyle incelediğimizde, Sırplar arasında ırkçılığın, dünyanın diğer pek çok yerinde olduğu gibi mason locaları ile içiçe gelişmiş bir hareket olduğunu görürüz.

19. yüzyılın başlarında, locaların gerçekleştirdiği Fransız ihtilali'nin rüzgarları, Osmanlı yönetimindeki azınlıklara ulaştı. Bunun sonucu olarak azınlık isyanları başladı. Bu isyanların localar tarafından desteklendiği, "Yugoslavya'da Masonlar" kitabında şu şekilde anlatılmaktadır:

"Sırbistan Yüksek Kurulu'nun almanağında (1912-1913), mason localarının Osmanlı dönemi Balkan isyanlarında, isyancıları desteklediği belirtiliyor." (Masoni U Jugoslaviji, Zoran Nemeziç, sf.347)

Söz konusu isyanların ilki, 1804 yılında başlayan Sırp isyanıydı. Sırp isyanının lideri "Karayorgi" adıyla tanınan bir Sırp milliyetçisiydi. "Masonlar Sözlüğü"nde, bu isyanın Karayorgi ile birlikte bir diğer önemli ismi olan Petar Icko'nun olaylardaki rolü şöyle ifade edilmektedir:

"Peter Icko, Belgrad'daki büyük locaya kayıtlıydı. 1800 yılında diğer bazı masonların da yardımıyla, 'Sırp halkının özgürlüğü için' Türklere (Osmanlı'ya) karşı ilk ayaklanmayı organize etti. Askeri bir güç oluşturmaya çalışırken, bu çabası Türk yetkililerince haber alındı ve hareketin, Icko ile aynı locaya kayıtlı olan Papaz Alexa Nenadoviç gibi önde gelenleri idam edildi. Icko ise kaçarak kurtulabildi. Fakat bastırılan bu isyan, Türklere karşı düzenlenen diğer isyanların ateşleyicisi oldu. Icko da bu isyanlarda önemli bir politik rol oynadı. Icko, daha sonra Karayorgi tarafından Belgrad Belediye Başkanlığı'na atandı." (Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, Daniel Ligou, sf.1263)

Petar Icko ile isyanı yöneten diğer isim olan Karayorgi'nin masonluğu hakkındaki bilgi ise "Masoni U Jugoslaviji" kitabında belirtilmektedir:

"Petar Icko ile de yakın ilişki içinde olması nedeniyle masonlar, onun da mason olduğu tezini savunuyor. Ayrıca kullandığı sembol ve işaretlere bakılırsa Karayorgi'nin Belgrad Locası'na bağlı olduğu anlaşılıyor." (Masoni U Jugoslaviji, Zoran Nemeziç, sf.153)

Ancak daha da önemli olan, Karayorgi Ayaklanması sırasında, Sırpların ilk büyük çaplı "etnik temizlik" hareketini gerçekleştirmiş olmalarıdır:

"Müslümanların imha edilmeye çalışılması ve sistemli bir şekilde zulme uğratılması, 1804'deki ilk Sırp ayaklanmasında Sırbistan ve Karadağ'ın genişleme politikası ile yoğunlaştı. Bu iki devlet Müslümanları yok ederek etnik yönden 'temiz' bölgeler oluşturmak istiyordu. Ünlü Sırp tarihçisi Stojan Novakoviç'in bildirdiğine göre, 'Türklerin genel imhası' 1804'teki ayaklanma döneminde başladı. Bu Türkler Bosnalı Müslümanlar anlamına geliyordu." (Bulletin - State Commision for Gathering Facts on War Crimes in the Republic of Bosnia-Herzegovina, Ekim 1992, sf.6)

Osmanlı, Karayorgi Ayaklanması'nı bastırmaya çalışırken, yeni bir Sırp ayaklanması da 1815'te Milos Obrenoviç önderliğinde başladı. Obrenoviç, 1815'te Sırp Prensi olarak tanındı. Daha sonra yerine oğlu Micheal Obrenoviç geçti. Sırp Prensinin en büyük özelliği, "Masonlar Sözlüğü"de şöyle bildirilmektedir:

"Micheal Obrenoviç: Mason Sırp Prensi. Ayrıca mason Mazini ve Garibaldi ile çok yakın ilişkileri vardı." (Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, Daniel Ligou, sf.1263)

Sırp ırkçılığının temellerini atan ve bu yönde faaliyet gösteren başka isimler de vardı:

"Ulusal bilincin uyanışı: Güney Slavların 19. yüzyıl başlarında Avrupa'daki yeni düşünce akımlarıyla tanışması özellikle dil, edebiyat ve kültür alanında ulusal kaynaklara dönüş yönünde güçlü bir eğilim doğurdu... Sırp aydınlarından Dositej Obradoviç standart bir Sırp edebiyat dili oluşturma çabalarına girişti. Onu izleyen Vuk Stefanoviç Karadziç de Kiril Alfabesi'nin Sırpça'ya uyarladı." (Ana Britannica, cilt 22, sf.454)

Sırp ırkçılığının kurucularından olan Obradoviç de tıpkı, Micheal Obrenoviç gibi masondu:

"Dositej Obradoviç: Mason Sırp edebiyatçı, daha sonra bakan oldu. Trieste Locası'na bağlıydı." (Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, Daniel Ligou, sf.852)

Obradoviç'in masonluğu, "Masoni U Jugoslaviji" kitabında da yer almaktadır:

"Dositej Obradoviç'in mason olduğu Sırp kaynaklarında belirtiliyor." ("Maçonnerie en Serbie, Son Historie et Son But Actuel", Bulletin Officiel du Bureau de Nachatee, No: 33, 1909)

Aynı şekilde, Stanoje Stanojeviç, 1931'de yazdığı "Hür Masonluk" adlı kitabında Dositej Obradoviç'i önemli masonlar arasında saymaktadır." (Masoni U Jugoslaviji, Zoran Neneziç, sf.149)

Obradoviç'in yolunu izleyen Vuk Stefanoviç Karadziç'in masonlarla olan yakın ilişkisi de aynı kitapta anlatılmaktadır. (Masoni U Jugoslaviji, Zoran Neneziç, sf.166)
israil, kiralık dostları ve.

ORTADOĞU'NUN BiLiNMEYEN ÖYKÜSÜ

"israil stratejik amaçlarına şu araçlarla ulaşacak: israil'in bölgesel gücüne boyun eğerek kukla rejimlerin başa geçmesini sağlamak. Arap ulusal hareketini bölmek ve Arap dünyasını parçalamak amacıyla hükümetleri devirmeye yönelik eylemlerin gerçekleştirilmesi."

(israil Başbakanlarından Moshe Sharett'in Özel Günlüğünden - israil'in Kutsal Terörü, Livia Rokach, sf. 18-19)

Ortadoğu şüphesiz dünyanın en hareketli bölgelerinden biri. Son yüzyılda belki de en çok savaşa, çatışmaya sahne olan bölge burası. Bu kaos ortamının nedenini araştırdığımızda oldukça ilginç gerçeklerle karşı karşıya geliyoruz.

Ortadoğu, Osmanlı'nın yönetimi boyunca, bugünkünün aksine oldukça sakin ve istikrarlı bir bölge olma özelliğini korudu. Osmanlı'nın 20. yüzyılın başında bölgeden ayrılması ise, yeni bir gücün bölgeye girmesiyle eş anlamlıydı. Siyonist liderler, Kutsal Topraklara ulaşabilmek için Osmanlı'nın bölgeden çıkarılması gerektiği konusunda birleşiyordu. Bu hedef doğrultusunda yapılan ilk operasyonlar, satın alınan Arap liderleri devrinin ilk örneklerini de oluşturdu Ortadoğu'da. Kutsal Toprakların kontrol dışı kalması uğruna, ilk isyanlar, savaşlar ve senaryolar ortaya çıktı. Bölgede o günden bu yana istikrarsızlık, huzursuzluk bitmedi, kan ve gözyaşı sona ermedi...

"Pax-Otomana"yı sağlayan temel özellik olan islam birliği bölgeden silinirken, Arap ırkçılığı kışkırtıldı. Araplar da kendi aralarında bölündü. Kiralık liderlerin önderliğinde, sınırları masa üstünde çizilmiş Arap devletleri kurduruldu. Slogan "herşey Kutsal Topraklar için"di. Sonunda, bu yapay coğrafyaya senaryonun başrol oyuncusu da bir ucundan, Kudüs yakınlarından dahil edildi. Ve senaryo devam etti ve ediyor da.

Satın alınan liderler, bölünen ülkeler ve işte bol figüranlı Ortadoğu belgeseli!..

Ortadoğu'daki Terör Odaklarının Üssü: Lübnan

israil'in yakın komşusu Lübnan, 1950'lerden sonra, yoğun olarak israil müdahalesi altında kaldı. Sonuçta da büyük bir parçalanma süreci yaşadı ve israil tarafından her an işgal edilmeye elverişli bir konuma getirildi.

"1954'te David Ben Gurion ile Moshe Dayan, Lübnan'daki iç çatışmayı körükleyerek Lübnan'ı parçalamak üzere ayrıntılı bir plan geliştirdiler. Bu, Kral Hüseyin'in 'Kara Eylül' olarak bilinen olayda Filistinlileri katletmesinin ve bunun sonucu olarak Filistinlilerin 1970'te Ürdün'den kovulmalarının hemen ertesinde, Lübnan'da örgütlü bir Filistin siyasi varlığının ortaya çıkmasından on altı yıl öncedir. israil Başbakanı Moshe Sharett, Lübnan'ın işgalini kolaylaştırmak için terör ve saldırganlık meydana getirerek kışkırtma yoluna gidildiğini anlatır." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.9)

Ortadoğu'nun Bilinmeyen Öyküsü

israil, Lübnan üzerindeki hedeflerine ulaşmak amacıyla, Ortadoğu ülkeleri için uyguladığı klasik "böl-yönet" metodunu kullandı. Lübnan'da yaşayan toplumun Ortodokslar, Katolik Maruniler, Şiiler, Sünniler, Dürziler gibi farklı mezheplerden oluşması da bu plan için son derece uygun bir zemin hazırlamıştı.

1954 Mayısı'nda Ben Gurion ile Dayan, Lübnan'ın israil tarafından işgal edilmesi için uzun vadeli bir plan yaptılar. Böylece, 1982'deki Lübnan'ın işgali, israil'in işgal için bahane ettiği FKÖ'nün Lübnan'a yerleşmesinden 28 yıl önce hazırlandı.

"Dayan'a göre gerekli olan tek şey bir subay bulmamızdı. 'Bir binbaşı bile olur. Onu satın alıp kendisini Marunilerin kurtarıcısı olarak ilan etmeye ikna etmeliyiz. Ondan sonra israil ordusu Lübnan'a girer, gerekli yerleri işgal eder ve orada israil ile dost Hıristiyan bir rejim kurar. Litani Nehri'nin güneyindeki bölge tümüyle israil'e bağlanır ve herşey böylece yoluna girer' diyordu." (Israel's Sacred Terrorism, Livia Rokach, sf.29)

Ben Gurion da Lübnan'ı parçalamak için Marunileri "satın alma" konusunda Moshe Dayan ile aynı düşüncedeydi.

"Şimdi Merkezi görev budur... Lübnan'da köklü bir değişim yapmak için enerji sağlamalıyız... Dolarlar esirgenmemeli... Eğer bu tarihi fırsatı kaçırırsak kimse bizi bağışlamaz." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.65)

Moshe Dayan bundan sonra Lübnan'ın parçalanması, işgali ve ele geçirilmesi için, (planının) Genelkurmay'dan onayını istedi.

"israil Genelkurmay Başkanlığı kukla olarak hizmet görecek bir subay kiralayıp israil ordusunun, onun Lübnan'ı Müslümanlardan arındırmak yolundaki çağrısına karşılık veriyormuş gibi görünmesi biçimindeki planını destekler." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.29)

israil Lübnan'da aradığı yardımcıyı, kısa sürede buldu. Bu kişi Moshe Dayan'ın istediği gibi Lübnan ordusundaki Maruni bir binbaşıydı, Saad Haddad.

Haddad, Filistinlilerin Lübnan'a sığınmasıyla, ülkede Hıristiyanlar için bir Müslüman tehdidi oluştuğu yalanını ileri sürerek kendine bağlı bir kuvvet kurdu. Bu sayede Haddad kendisine biçilen "Hıristiyanların kurtarıcısı" görevini üstlendi.

Bundan sonraki yıllar içinde israil, Mossad aracılığıyla kullanacağı Lübnanlıları ayarladı. Bu kuklaların sayesinde Lübnan'ın kısa zamanda parçalanması sağlanacaktı. Bu arada FKÖ, Lübnan'a yerleşmeye zorlanacak ve FKÖ'nün, israil'in güvenliğini tehdit ettiği söylenerek Lübnan işgal edilecekti.

kaynmak:http://www.masonluk.net/kabala_masonluk_06.html