bugün

gerçek hayat denen şeyin yalnızca yaşanarak bilinebilmesinden dolayıdır. senaristler çoğu zaman hayatın içinde var olan insanlar değildir, dışarıdan gözlem yoluyla onu okuyup anlamaya çalışırlar. bu da çoğu zaman yanılmalarına sebep olur. "gerçek insanlar" denen kişiler ise senaryo yazmak gibi uğraşlar içerisine girmezler çünkü hayatı yazmak yerine yaşamakla meşguldürler. bu da filmlerin ve dizilerin neden tam olarak gerçeği yansıtamadığını ve neden karakterlerin çoğu zaman tek boyutlu ve derinliksiz kaldığını açıklar. gerçek hayat beklenmedik ve karmaşık iken yapımlar (hele de türk dizi ve filmleri) sıradan, tahmin edilebilir ve klişelerle doludur. ana konular bile bir elin parmaklarını geçmez.

velhasıl, senarist denen kişi evindeki katlanır masada sigara ve kahveyle sabahlayıp günü tek öğünle kapatan, halktan kopuk yaşayan kişiler oldukları ve sadece genel seyirciye hitap eden şeyler yazdıkları sürece başarıyı yakalayamazlar. genele hitap etmeyip çok farklı konuları "insanlara anlatmak" gibi bir gaye edinenler ise anlatmaya çalıştıkları hayatları bizzat yaşayan insanlara çok komik ve bayağı gelir.

buna benzer bir durumu kitap ve hikaye yazarlarında da görmekteyim. hele de türk edebiyatına eşsiz eserler vermiş çoğu yazar içine kapanık, insanlardan uzak, kendi kafasında kurduğu dünyalarda yaşayan tiplerdir. eserlerini çok sevmemle birlikte bu kategoriye dahil etmek zorunda hissettiğim sabahattin ali ve kitaplarında bir türlü kendimi bulup özdeşim kuramadığım oğuz atay'ı sayabilirim. bunun yanında halktan bihaber yaşayan elif shafak ve merhaba poğaçacı orhan pamuk da fazla uzakta durmasın, gelsin şöyle. yabancı yazarlara şimdilik içine kapanıklığı ve asosyalliğiyle bilinen, kişisel olarak zerre hazzetmediğim franz kafka'yı yazıciym müsaadenizle.