bugün

gürcistan'da patlak veren savaşı görüntülemek isterken, ruslar tarafından arabaları taranan muhabirleri akıllara getiren durum.
sıcak saatler dizisinde mehmet aslantuğ'un canlandırdığı karakterin yaşadığı korkuları yaşaması muhtemel insan olmak.
kendi içinde zorlukları olan birçok meslek gibi, savaş muhabirliğinin de epey zor tarafı vardır. ancak, bu zorlukları ve yüksek adrenalini hazmedebilecek bünyelerin talip olması gereken bir iştir. macera arayanların işi değildir. zira, aranacak macera, kişinin ölümüne yol açabilecek derecede ciddi olacaktır. (bkz: #16472522)

savaş muhabirliği fiziki yeterliliğin yanısıra, neredeyse bir asker kadar arazi ve silah bilgisi, * kendi kendinize ve icabında arkadaşlarınıza yetecek kadar, yerinde teşhis koyarak doğru ilaç kullanabilme ve ileri ilk yardım bilgisi, * bulunduğunuz bölge ile ilgili, özet de olsa, siyasi ve kültürel detaylara hakim olma gibi artıları da gerektirir.

dil bilmek, insanlarla dost olabilmeyi becermek, soğukkanlı olmak, çabuk öfkelenmemek, empati kuabilmek, icabında sempatik olabilmek, hızlı karar verebilmek, yemek seçmemek vs. gibi gereksinimleri uzatmak mümkündür.

önceleri, muhabirlik mesleğinde olduğu gibi, savaş muhabirleri de, bu işin şartlarına uyabileceği düşünülen muhabirlerin arasından, gönüllülük esasına göre, alaylı olarak seçilirdi. * kişi kendi imkanlarıyla, ya da zaten üye olduğu dağcılık kulübü vs. vasıtasıyla, doğada yaşam, ilkyardım gibi kursları alır, hekim arkadaşlarından olası hastalıkların ilk anda teşhisine yönelik pratik bilgiler öğrenir, daha sonra bunları hobi haline getirip tıp fakültesi ders notları karıştırmaya başlar, yola çıkmadan tavsiye üzerine bir çanta ilaç alır, gerekli aşılarını yaptırıp yola çıkardı. yakın zamanda anadolu ajansı'nın, savaş muhabiri yetiştirmek üzere eğitim programı düzenlediğini duydum. neyi ne kadar anlatıyorlardır bilmem.

--spoiler--
Lacivert ay ışığında, gölgeler kıpırdıyor. Etrafımızdaki kalabalık siluete bir grup daha ekleniyor. Uğultu halinde konuşmalar, cevapsız sorular, meraklı bakışlar ve üzerimize doğrulan parlak namlular...
Buz gibi bir aydınlık. Gecenin bir ton açığı, gündüzün de, kaynakçı gözlüğünden yansıyan hali sanki. Bu ışık rengi bile, bizi ürkütmeye yetiyor. Havada en küçük bir kıpırtı yok. Ama soğuk, bir derin dondurucu sessizliğinde işliyor ciğerlerimize. Burnumuzdan çıkan buhar donacak neredeyse. Alabildiğine geniş bir arazi, etrafında gölgesi mor dağlar uzanıyor. Gökyüzünde bütün takımyıldızları görmek mümkün. Kafamızı kaldırmaya bile gerek kalmadan, ufuktaki dağlara kadar Samanyolu, yere daha da yaklaşmış gibi net gözüküyor. Dikili bir tek ağaç yok. Küçük büyük kayalar, dev çukurlar ve ta ileride bir kıl çadır hayal meyal seçiliyor. içeriden sızan ışık gaz lambasından geliyor olmalı. Bileğimize kadar çıkan balçık, görebildiğimiz mesafede tek doğa örtüsü. Ayak izleri belli olmayacak kadar yumuşak ve derin. Çoraplardan vazgeçtik, bir de botların içine kadar girmese...
Garip uğultu bir an duruluyor. Namluların bir kısmı aşağı iniyor. Bazıları hala tetikte. Bütün yüzlerde işlemeli bir örtü sarılı. Kar maskesi gibi, sadece gözleri açıkta. Sürme çekilmiş gözler, daha bir sert bakıyor sanki. Bu da bir tür savaş boyası olmalı. Grubun arkasından yaklaşan bir kişi, kalabalığı ikiye açarak yaklaşıyor. Üzerinde kamuflaj renkli bir elbise, belinde “Kızıl Ordu” armasından tokalı bir kemer, bileklerine kadar gelen siyah botlar ve kafasında da “pakul” denilen yerel Afgan şapkası var. Sakalı ve bıyığı uzun. Diğerleri gibi sürme çekmemiş ama, hepsinden daha sert bakıyor. Ağır adımlarla yaklaşıyor. Emreder bir tonda bize sesleniyor ve en azından yarısını anlayabildiğimiz ilk cümleyi duyuyoruz: "Pasport biti..."(Pasaportları verin.)
--spoiler--

--spoiler--
Saatlerdir karşılıklı atılan tank-top mermilerinden bir tanesi tam hedefi bulmuş belli ki. insanların işaret ettiği tarafa doğru koşuyoruz. “Şifahane harapşut. (Hastane harap oldu)” sözleri çalınıyor kulağıma. Bulunduğumuz yere mesafesi 500 metreden az olan bir geçici hastane isabet almış. Zifiri karanlıkta sadece yaralıların çığlıklarını ve koşuşturmacayı farkediyoruz. Hedef olmamak için, gaz lambaları dahi söndürülüyor. Şarapnel parçaları ortalığı kan gölüne çevirmiş. ilkel şartlarda ve el yordamıyla müdahale yapılmaya çalışılıyor. Ama kimin ne yaptığı, etrafa savrulan bedenlerden hangisinin sağ, hangisinin ölü olduğu anlaşılmıyor. Kamerayla kayıt almaya çalışıyoruz ama, nafile. Çıplak gözle zor seçtiğimizi, kamera gömüyor bile. Sadece içleri parçalayan sesler yansıyor manyetik bandın yüzeyine.

Top mermisinin isabet ettiği tek katlı ve kerpiç olan yapı tamamen parçalanmış. Yanlış bir şeye basmamaya çalışarak enkazın içinde dolanıyoruz. Aslında ne yapmaya çalıştığımızı ben de bilmiyorum. Önümüzü göremiyoruz, çekim yapamıyoruz ama içimizden birşeyler ordan kopamıyor sanki. Yürürken bir an sendeleyince, ayakta kalan duvar parçalarından birine tutunmak istiyorum. Elime bir sıcaklık bulaşıyor. Sıcak ve kaygan bir mayi. Birden başım dönmeye başlıyor. Kulağımda çınlayan sesler uğultuya dönüşüyor. Öğürmeye başlayınca, kameraman arkadaşım beni farkediyor. “Avucumda bir insan parçası var.” diyebiliyorum sadece. Elimi nereye sileceğimi bilemeden kaçar gibi uzaklaşıyorum o köy hastanesinden.
--spoiler--

edit: yukarıdaki alıntılar, henüz yayınlanmamış olan, şahsıma ait kitaptandır. özellikle alakasız bir konu ararken bu sayfaya ulaşan okura yasal hatırlatmadır. entrynin yayın tarihi üzerinde, kimlik bilgilerim de moderasyonda mevcuttur. bir yerlerde kullanılması halinde yasal haklarımı saklı tutarım. *
Nasıl olsa ortadoğu da savaş hiç bir zaman bitmeyecek biraz cesaretiniz varsa en garantili iştir.
görsel
dünyanın en zor ama en rahat işlerinden, hem hayatını riske atıp hem de lüks içinde sefa sürmektir.
Bir gazeteci arkadaşımda vardı zamanında çok istemişti, hatta 2 dil bile öğrenmişti bu uğurda. Sonra başka bir yöneticinin tanıdığı aldı bunun istediği işi. Artık muhabir değil reklamcı oldu. Hayaller güzel Türkiye de yaşamadığında.