bugün

Okulların yaz tatiline girmesine müteakip, bende de büyük bir duygusal boşluk oluşmuştu. bunun kesinlikle okulu çok sevmemle bir alakası yoktu. Tamam, eğitilmeyi-öğretilmeyi seven destekleyen bir insan olabilirdim belki ama, okulu sevmek bambaşka bir durumdu. Okul tamamen kapandıktan sonra dahi günlerce memleketime, özyurduma belki de ufak çaplı bir tatile gitmemiş mahallemde dolanıp durmuştum. Hatta çeşitli kereler, yalnızlığımı benimle paylaşan belediye görevlisi abimiz o kapcuk ağzını eğdire eğdire, "kızım çimlerin üzerinden kak şöyle banklara otur insan gibi. Fıskıyeler çalışacak birazdan, götün başın çamur olacak" diyerek çimsever kimliğimi acımasızca refuze etmiş, beni kendime getirmiş, o an muhtemelen düşünmekte olduğum “uzun belediye otobüsleri en fazla kaç yapıyor acaba” fikrime de sekte vurmuştu…

artık adını koyamadığım bir üzüntüyü çekiyor olmak bir yerden sonra dokunur olmuştu naçiz bünyeme. Bir saniye daha düşünmeden biletimi aldım ve alanya'ya gittim. vel hasıl buraya geldikten sonra sorun parayla ölçülemeyecek kadar büyümüştü artık. Ne yapacaktım? Zaman nasıl geçecekti? Önümde koskoca 2 ay vardı ve daha da kötüsü alternatifsiz bir 1 aydı bu, nasıl bir alternatif üretecektim? Bütün bu suâller neticesinde ilk hafta başlı başına hiçbir şey yapmamakla, dahası tembellik bile yapmadan öylece sabit bir pozisyonda durup beklemekle geçti. sonra bir an, “tamam lan buldum. uzun süredir planladığım romanıma başlamak için bundan uygun zaman yok ki, daha ne duruyorsun?” gazını verdim kendime.

Eve varır varmaz** bütün âhâliyi, beni rahatsız etmemeleri, evde sükûtu daima muhafaza etmeleri, zira uzun süredir kafamda kurguladığım romanıma başlamak için odaya kapanacağımı, ki bunun benim için ne kadar büyük önem arzettiği uyarısını yaptıktan ve teyzemin adıyaman'lı komşusuna bir süre “arz etmek”in ne anlama geldiğini izah ettikten sonra anneannemin ellerini öpüp helallik diledim ve çekildim buram buram ilim, irfan kokan karanlık mağarama… Romanım; toplumu direk kalbinden yakalayacak, dönemin siyasi ve sosyal bakımdan aksayan yönlerine ince vuruşlar yapacak, yer yer sürprizlerle ve sivri çıkışlarla onları hayretler içerisinde bırakacak, hemen hemen herkesin kendisiyle özdeşleştirebileceği, çok yönlü olduğu zannedilen hırto bir başkahramana sahip, ve bu başkahramanın yaşadığı saçma salak aşkları ve onulmaz içsel acılarını macılarını sırf sayfa dolsun diye konu edinecek, kısacası okurla maytap üzerine maytap geçecek abuk subuk, niteliksiz bir eser olacaktı. N’apiyim dostlarım, benim de içime sinmiyordu bu iş ama gaza getirilmiştik bir kere eş dost tarafından, öyle ki yer yer iş iddiaya bile binmişti. Geri dönüşü yoktu yani... Eserim yayımlandıktan ve kanı beş para etmez kıçı kırık edebiyat eleştirmenlerince şu genç, hassas ve kırılgan bünyem itin bir tarafına sokulup çıkarıldıktan sonra hesaplaşacaktım hepsiyle zaten bir şekilde…

Ramazan bayramının ilk günüydü ve evin tıklım tıkış olduğunu içerden gelen patırtı kütürtüden ve pot pot pot diye yerleri sallayan, halıları kaydıran embesil şımarık erkek çocuğu koşuşturmalarından anlayabiliyordum. Ancak bütün bu tantanayı kulak arkası edip romanıma yoğunlaşmalıydım. Dünyanın bütün hayhuyundan, kavgasından, fitne fücur ve iç çekişmelerinden vazgeçip, bu küçük, karanlık odaya kendimi hapsedeli tam bir hafta olmuştu ve o ana kadar yazmış olduğum 45 sayfayı şöyle bir gözden geçirdim. Biraz yavaş sayılırdım ama fena da gitmiyordum açıkcası. Tam bu, belirli aralıklarla ne yapıp ettiğimi tarama rutinimin sonuna doğru geliyordum ki salondan odamı dolduran “ireeeeeeeeeğğğmmm!!” sesiyle irkildim. Bu yaşlı ve erkekleşmiş ses anneannemden başkasının olamazdı. Defalarca uyarmama rağmen nasıl bu kadar hadsizleşebiliyorlardı şaşırmış ve sinirlenmiştim doğrusu. “Ne vaarrr!!” diye sitemkârane bağırdım salona doğru. “de gelele gel” dedi gayet lakaytâne bir nida ile. “Üfff ne var anneanne be ne var?” diye daldım salona, benim gibi bir aydına, sanatçıya, belki de sadece aylar sonra Türk Edebiyatına bomba gibi düşecek klasiğin yazarına hiç de yakışmayacak bir bit osuruğu çemkirmesiyle. “Şo vitrinin üzerinde tansiyen aleti var. Benim boyum yetmez şindi dedim. Getir de bir dezzenlerin tansiyenini ölç bakim gaç çıkacak” dedi. El mahkum, yine öfleye pöfleye gittim, tansiyon aletini getirdim ve kolunu çemreyip, saatini maatini çıkarıp önceden hazırlanmış bir akraba ordusunun karşısına, âdeta savaşta yara almış askerleri tedavi için yetişen sıhhıye ciddiye alınırlığıyla çıktım. “Gaç çıktı?” diye bir soru geldi televizyonun yanındaki üçlü koltuk taraflarından. “10a 6” diye atladı teyzem. Aynı teyzem “ramazandan çıktık ya, bir anda şekeri tatlıyı kaçırınca işte” diye kendince teşhisini koyup, “tuzlu ayran içmek lazım” diyerek de yine kendi reçetesini yazdı cahilâne bir şekilde.**
Yaklaşık bir saat süren bu tansiyon ölçme merasimi ve ardından yapılan yorumları geçiştirerek tam odama gidip, kendimi kelimelerin, metaforların, tasvir ve tevriyelerin o gizem dolu dünyasına bırakmak üzereydim ki ihtiyar komşumuz Akif amca “internetin varsa getiriverde şu hac kayıtlarına bir bakak. Çıkmış mı bizimki” dedi. Bilgisayarımı getirip az önce üzerinde çay içildiğinden bardak altı modelince yapış yapış olmuş sehpanın üzerine sitemle bıraktım ve Diyanet işleri’nin sitesinde Akif amcanın kimlik nosu ve karısının kızlık soyadıyla beraber hac sorgulamasını yaptım meraklı bakışlar eşliğinde. Henüz sıralarının gelmediğini öğrenince pek bir üzüldüler topluca. Artık, 10 saniye içinde kucağıma bilgisayarımı alıp koşarak kapıdan çıkacağıma içimden yemin ediyordum ki 2. saniyeye geldiğim anda, pencere karşısı dörtlü’den, “anam ne bu çene, konuştuğumuzdan bir şey anlamadık. abisi bilgisayarında oyun varsa aç da oynasınlar şunlar be azcık” diye fikrimin bile sorulmasına lüzum duyulmadan elimden alındı ekmek teknem…

Nihayet gece yarısına doğru herkes kalkıp gidebilmişti de ben de işimin başına dönebilmiştim. 45. sayfaya kadar ne yazdığımı bir kez daha okuyup, tam konsantrasyonumu sağladıktan sonra, tıpkı yoğun bakım ünitesinden yeni çıkmış bir hasta hayata bağlanmışlığıyla ilk vuruşumu yaptım karşımdaki sanal kağıda. Ansızın, başlamadan önce kapatmayı unuttuğum telefonum çaldı. Ekrana baktım. “mehmet” yazıyordu. “Aaamaan şimdi sırası mı?” deyip açmadım. Ancak baktım ısrarcı, önemli bir şey mi oldu acep diye evhamlanarak bastım yes tuşuna. “Ha söyle mehmet abi” dedim. “birazdan seni almaya geliyorum dışarısı yıkılıyo” dedi. “Romanım bitmedi mehmet abi” dedim. “gelince okursun olum kaçıyo mu roman?” dedi. “Okumuyorum abi, yazıyorum” dedim. “yaauu siktirtme şimdi romanını, yıkılıyo diyorum kızım. geliyorsun.” dedi sert ve kararlı bir şekilde. mehmet, Stendhal'den sonra realizm akımının dünyadaki en önemli temsilcisiydi..

Telefon konuşmasını bitirdim ve ani bir hareketle, küfürler eşliğinde karşımda duran 45 sayfalık roman başlangıcımı Word’de kaydetmeden kapattım. Yooo öyle demeyin.. Eskilerin, yazdıklarını beğenmedikleri veya bir şeye sinirlendiklerinde hışımla kağıtları buruşturup çöpe veya sobaya atmasına tekabül ediyordu bu hareketim. Yani öyle az buz artislik değildi dostlarım. Ardından da ellerimi havaya kaldırdım ve isyankârane bir şekilde “Yapan nasıl yapıyooorrrr!! Onlar nereye kapanıyoooor!! Bu koduğmun yavşakları bu kadar kitabı nasıl çıkarıyooorrr!!” diye bağırdım semaya doğru ağlayarak. anneannem kapıdan kafasını uzattı. “Ne bağrıyon gece gece milleti ayağa kaldırıyon, üst kat işe erken gidiyo bilmiyon mu?” dedi.

“inziva günlerinde hiç girmediğim, uzun süredir ihmal ettiğim msn'ime bir bakiyim bari” dedim sessizce. Heyecanla açtım. 1912 mail vardı. jigolo olmam için tekliflerde bulunulmuştu...