bugün

müzik...

insanın ruhuna belki de en çok nüfuz eden değer, o ruhu en çok titreten tılsım. ve dönemsel değişikliklerle dahi insanların, yaşantılarına olağandışı bir getirisi var. mesela benim müziğim 60'lardan sonrasına tabidir genel itibari ile...

60'lı yıllarda müzik çok daha doğal, tabiatın etkisi altında görünüyordu. birçok şarkıda bir şehirden, o şehrin güzelliklerinden, sonbaharın gelişiyle sararan ve dökülen yapraklardan bahsedilebilir durumdaydı. hatta kariyerinin lanetli şarkısında roy orbison "güzel kadın, yakınlarda yürüme. güzel kadın, beni ağlatma..." diyebilecek kadar samimi görünüyordu. ve yanılmıyorsam 64 senesinde orbison, uğruna şarkıyı yazdığı o kadın tarafından terkediliyordu. veya scott mckeinze "eğer san fransisko'ya gelirsen" dedikten hemen sonra o şehirde insanı nelerin bekleyeceğine dair samimi ipuçları veriyordu. ya da ne bileyim simple man'de geçen nasihatlere kulak verdiğimizde müzikte mutluluğun, kısmi nihilizmin varlığını görebilir durumdayız bu dönemde "zenginlerin, altınları için hırsını unut! bu ruhunun içinde ihtiyacın olan tek şey. ve eğer denersen bunu yapabilirsin. senin için istediğim bu oğlum. çok tatminkar..." veya bu noktada "hey jude" yol gösterici tayin edilebilir. "let it be" sonraki favorimiz gene the beatles'tan...

bu dönemin müziğinde bu samimiyet ve içtenliği hissedebiliyor insan. ve sonrasında da sırayla 70'ler ve 80'ler geliyor... aklımda bir söz öbeği var bu noktada "80'ler başkaydı" ve bunu 2000'li yıllarda söyleyenlerin çoğunluğu 80'leri yaşamamıştı bile. ama 80'lerin şarkılarını dinlemiş olmalılardı. yazımızı kaleme(ya da klavyeye mi demeli) alma sebebimiz de zaten ben dahil, bunu yapanlar.

devam...

70'li yıllarda insan biraz daha kendi iç dünyasını, iç dünyasının zevk ve sefa sürmeye olan müsait halini keşfediyordu müzikal anlamda ve biraz da isyanı alevleniyordu. şarkılarda gene ritmik bir yön vardı bu dönemde ve insana "boş" gelecek şeyler de değildi. ama ön planda olan daha çok "bir şehrin ağaçları" değil de "bir aşkın nefes alışları", "bir gecenin hareketliliği", "bir sevişmenin orgazm çığlıkları" gibi şeylerdi. müzik adına, uyuşturucu ile olan yakın alaka da bu dönemde oldukça yoğun hissedilir durumdadır misal. zira bu da oldukça keyfi bir şeydi ve içinde bulunulan dönemde es geçilemezdi bu gerçeklik. ve bu "70'ler" dönemine 60'ların sonunu da dahil etmek mümkün gibi... misal jimi hendrix'in, kusmuğunda boğulması bir devrin başlangıcı olarak ele alınabilir. veya bir kenevir çeşidi olan purple haze'i, "ayık kafayla çalamıyorum" diyerek özür dilemesi bir canlı yayın esnasında yeni döneme ait bir milad sayılabilir durumdadır. sonra 70'lerin geneline sirayet eden bu durum 80'lerde iyice çığırından çıkacak ve doruklara ulaşacaktı. ama bu bir karmaşayı da beraberinde getirecek ve dolayısıyla da 80'lerdeki renk cümbüşü seyirlik bir hal alacaktı. ki öyle de oldu... 80'li yılların "pop" şarkıları dahi kendi içerisinde bir kalite barındırıyor diye düşünürüm. ve 2010 senesinde dahi birileri bu şarkıları dinliyorsa(ki sayımız az da değil) bu durum şarkıları bilinen anlamıyla "pop şarkı" olmaktan çıkartıyor gibi.

geldik 80'lere...

buradan baktığımda 80'ler tam bir geçiş dönemi. hani köylü halkın şehirleşmesi gibi denilebilir müzikal anlamda. 60'lar ve 70'lerin getirileri ve 90'lar ve 2000'lerin beklentileri. sonra bu karmaşanın ortasında intihar eden müzisyen kişilikler... köklerine bağlı ve bir o kadar da yenilikçiydi 80'ler. birileri, varolanın dışında birşeyler yapmaya başlamalıydı ve bu noktada kendi efsanelerini yaratmak için çok da zorlanmadıklarını söyleyebiliriz bu dönem gençliğinin. uyuşturucu partileri, gündüzlerden daha uzun süren geceler, içsel buhranlar, protest bir duruş ve aşırı sayılabilecek tepkimeler, açığa çıkan öfke ve onun altında ezilen insanlar. hepsinden hemen hemen eşit oranda vardı bu dönemde ve 80'leri bu kadar zenginleştiren, bu kadar hayranlıkla bakılmasına sebep olan şey de bu zenginliktir özünde. 80'lerin ikinci yarısı işler iyice çığırından çıktı ve dizginlenemez bir başkaldırı "glam" akımı ile iyiden iyiye ortaya çıkmıştı. gerek sahne şovları, gerek şarkı sözleri, gerek ritimlerdeki karmaşık ve zengin yapı ile her türlü postasını koyabilir müzisyenler çıkageldi. ama serde bastırılamaz bir öfke ve gösterilmek istenen bir isyan vardı hep. belki de 60'ların o doğal tarafını kaybetmiş olmanın getirdiği bir özlemdi bu. ama elimizdekine baktığımızda istediği gibi küfreden, dilediğince sevişen, baskı ve otoriteyi kökten reddeden bir yapı kazandı insan hayatı. artık kimse, bir şehrin sonbahara hazırlanışından bahsetmiyor, içsel meselelerini dış dünyadan tamamen soyutlayabiliyordu şarkıların genel yapısında. bunun aksini yapabilen, öyle bir etki yaratabilen şarkılar da "bir elin parmak sayısı" kapsamında ele alınabilirdi bu dönemde ama gene de üstü kapalı bir özlem sezdirebilir durumdaydı kendisini. gösteriş ve şöhret, oldukça ciddi bir önem kazanıyordu gene bu dönem ile birlikte. evet 60'larda, 70'lerde de ve hatta daha geri gidersek insanlığın başlangıcından beri önemliydi ama bu dönemin sonunda iyiden iyiye ayyuka çıkıyordu bu durum.

teknolojinin müziğe bulaşması...

90'larda ses kalitesi ve albüm kayıtları anlamında büyük adımlar atılıyordu teknolojik gelişmelerin etkisiyle "cd kalitesi" teyp bandlarının yerini almaya da tam anlamıyla bu dönemde başlıyordu açıkçası. en azından içinde bulunduğumuz şartlarda iyiden iyiye 90'ların sonu denilebilir bunun için. ve sonrasında teknoloji, haddini aşacak ve müzik iyiden iyiye kolay tüketilir, kaldırıp atılır bir hal alacaktı. yeni nesiller, bir albümü eline alıp da şarkı sözlerini okumanın hazzından mahrum kalacaktı, şarkılarda tiksinilecek türden bir dijitallik, kulak tırmalar bir hal alacak ve yeni nesiller çok daha kötüsüne maruz kalacaktı. i-phone veya ona benzer bir telefonun ona sağladığı 3-5 akor ile hotel california çalabilir bir hale gelmek 2000'li yılların yozluğunu bekleyecekti ama sonunda o da olacaktı. sol el parmak uçları, bakımlı bir kadının, zarif elleri gibi olan gitaristler peyda olacak ve müzik, sadece sevişirken seslerinin duyulmasını istemeyen öğrenci evi müdavimlerinin sevişirken sesini sonuna kadar açacakları ve belki böylece "biz sevişiyoruz" mesajı verecekleri türden bir tüketim aracı olacaktı. bir yerde şehirleşmenin kurbanı olacak ve kendisini dahi kaybedecekti... şarkı sözlerinde vıcık vıcık bir samimiyetsizlik de dijital tonların üzerine eklenecekti. yerine göre amatör şarkıcıların, kazanç anlamında amatör ama yetenek anlamında profesyonel olduğu şarkılar tercih edilecek ve sonra onlar da şöhret olacak, bangır bangır dijital aleme kurban vereceklerdi yeteneklerini.

müzik...

şehir hayatının dışında kalması gereken, doğal ve tabiatın bir parçası olan güzellik. güneşin batışını, bir sahilde oturup da izlemek, bir nefesi katıksız ve beklentisiz ciğerlerine almak gibi.

ve öyle olması da tercihimdir. bu durum, beni çağdaşlarımdan kopuk bir hale getiriyor, hayat karşısındaki gerçekçiliğime gölge düşürüyor olsa da...

the byrds'den gelsin şimdi:
to everything(turn, turn, turn)
there is a season(turn, turn, turn)
and a time to every purpose, under heaven...
öncelikle müziksever tüm yazarların bu güzide yazı için poisonx'e teşekkür borcu olduğunu bilmelerini isterim.

teknolojinin elinin değmediği yer yok vesselam. müzikte bundan nasibini epey almış durumda. şahsım adına söylüyorum, sid metal, porngrind gibi türleri müzikle bir türlü bağdaştıramıyorum. en azından metal ile..

ve can sıkıcıdır ki metal müzik dinleyicisi artık en serti aramaya başladı. sizlere başımdan geçen bir olayı anlatayım.

bendeniz, sonisphere 2010 facebook sayfasında, geçenlerde bir bülent ortaçgil şarkısı paylaştım. illa metal paylaşmayayım, üyeler belki sıkılmıştır dedim. hem o da gayet güzel şarkılar yapar, gitarı konuşturur dedim. demez olaydım.. bir süre sonra gelen yorumlar tahmin edeceğiniz gibi "sonisphere adminlerinden böyle paylaşımlarda gördük" tarzı şeyler. adam daha kendi müzisyenine sahip çıkamıyor, ki bahsi geçen adam bülent ortaçgil.

böyle devam edin bakalım...
part ıı için daha doğru bir zaman olamazdı sanırım...

günümüzde müzik kolay ulaşılabilir olduğu kadar kolay tüketilebilir de bir hal almıştır. çok eskilerden evimizin bir kenarında bulunan plakların yerini zamanla teyp kasetleri ve daha sonra da sırasıyla müzik cd'leri almış ve "internetin" yurdumuzda yaygın olarak kullanılması ile beraber en eski paylaşım platformları "kazaaa" ve "dc++" gibi ortamlar aracılığı ile bilgisayarlarımıza ve daha sonraki süreçte de mp3 çalabilir ve taşınabilir durumdaki müzik aygıtlarımıza hunharca depolanmıştır.

artık buna bile ihtiyaç duymuyoruz. müzik arşivlerimiz veya "karışık" ikonuna tıklayarak rastgele çalmasına izin verdiğimiz şarkılarımız yok. onların yerine de internet üzerinden servis edilen şarkılar, videolar için fizy ve youtube gibi pratik çözümler geliştirdik. hatta tam da şu sıralarda akıllı telefonlarımızın internet bağlantıları aracılığı ile fizy'e girip de oradan canımız ne istiyorsa, o anda ne diliyorsa bulup da dinleyebiliyoruz. hani bir şarkısını duyup da diskografisini "çat" diye indirdiğimiz ve sonra da bir köhne bilgisayar klasöründe sonsuzluğa gömdüğümüz basitliği de geride bıraktık artık. daha da basitleştirdik.

oysa baktığımızda gene kabahat büyük oranda müzik endüstrisinde bu konuda. hormonlu şarkılar peyda olup duruyor şu günlerde. eskilerin "baba" grupları bile teknolojinin kurbanı oluveriyorlar. yenilik kovalıyorlar ki aslında eski halleri ile sevmiştik biz onları, bilmiyorlar belki de bunu.

riffler giderek karmaşık ve komplike bir hâl alıp da, gitar sololar için yeni yeni tekniklerle hız rekorları kırılabilir durumda olsa da teoride giderek basitleşiyor bütün şarkıcıların, bütün şarkıları. bu sebepten belki de gene o pratik yöntemlerimize uyum sağlamış yeni kahramanlar varediyoruz kendimize. mesela elinde sadece bir akustik gitar ve bilgisayar kamerasının karşısına geçip de şarkısını söyleyen adamı daha yakın buluyoruz kendimize, özlediğimiz bu çünkü bir yerde. ve sonra "milyon" tıklanma ile ödüllendiriyoruz onu.

düşünsenize bundan 40 yıl öncesinde birisi jimi hendrix'e "sana milyon tıklandı" deseydi, neler yaşanırdı? ama bugün "tıklanmak" bir iltifat oluyor dejenere dillerimizde.

"çok sevdiği şarkıları" çabuk unutan bir hafıza yapısıdır her geçen gün kendi yerini biraz daha sağlamlaştıran ve bütün bir müzikal zevkimizi aslında açıktan sabote eden bu yeni akım. oysa, bir şarkıyı aradan yıllar geçse de aynı tadı alarak dinlemenin zevkine, dünya üzerinde eş bir zevk var mıdır?

boka saran bir dijital etki, iyiden iyiye çığırından çıkıyor şu zamanlarda. tutacak olanı yaparken kendisini hissettiren "tutulma kaygısı" ise bütün işlerin, projelerin altında "imza: samimiyetsizlik" yazıyormuş etkisine sahip oluyor.

şimdi, turtles'dan gelsin;

imagine me and you, i do
i think about you
day and night
it's only right
to think about
the girl you love
and hold her tight
so happy together
müzik nesiller üzerinde değil, nesiller müzik üzerinde etkilidir. arz/talep. yapım şirketleri beğenilen müziklere yönelir.