bugün

Taksim’den Beşiktaş’a yürürken söylemişti bunu. Bu, iki aydır düşündüğü cümleyi. O sırada Mucit, bir şeylere katlanıyormuş gibi hissediyordu. Ceketinin yakalarını bir hırsla kaldırdı. Birileri ona merhametsizce eziyet ederken o, bu acı günlerin sona ermesini bekliyordu. Üstelik sözünü ettiği zalimler, “en sevdiği”ni öldürmüşlerdi sanki. Onunsa ölmeye bile hakkı yoktu. Bu acıyı hissederek yaşamalıydı. Susup dinledi Dallas’ı.

iskeleye doğru ağır ağır yürüyorlardı. Maça gidenlerin telaşı arasında inatla yavaş kalıyorlardı. Ve sakin. Uzun boylu arkadaşı, konuşmaya devam ediyordu. “Öyle işte Mucidim…” Etrafındaki her şey ona bir şeyler işaret ediyordu. Yanından geçerken gözlerine bakmaktan çekinmediği insanlar, yokuş aşağı inerkenki o muğlâklık hali, gökteki koyu mavi-gri arası renk… “… Sen sıkma da canını.” Ancak, ne denildiğini, nereye bakması ve neyi görmesi gerektiğini anlayamıyordu bir türlü “Bi’sigara ver hele, dostluğumuz pekişsin” . Kendi yüzündeki hüznü bir türlü hayra yoramıyordu.

***

Haydarpaşa manzarasını izlemek niyetiyle gittiği, fakat yapılmakta olan yeraltı treni inşaatının iş makineleri yüzünden denizi bile göremediği bir kafenin terasında oturuyordu şimdi. Bulunduğu masa dışında üç masa daha doluydu. ikisinde genç çiftler “manzara”nın “tadına varıyorlardı”, hemen yanında olan diğerinde ise iki ihtiyar adam muhabbet ediyorlardı. Şehrin ışıkları yanmış, öte yandan kendi kendine de yetiyordu. Güneşin son çırpınmaları yardımıyla deniz, iyi rolü yapan bir vampiri andırıyordu. O gedik gülüşünün ardından, sivriltmeye başlamıştı parıldayan dişlerini. istanbul’da, hele böylesi yakınken onlara, martılardan bahsetmezse olur muydu? Buralara kadar gelip de kendini var edememiş, istanbul’a bir türlü kendini sevdirememiş Mucit’e homurdanarak uçuşuyorlardı. Bir felaketin haberciliğini ediyorlardı, kimsenin bilmediği bir dilde.

Mango aromalı çayından bir yudum aldı. Aromalı çayı, küçük bir demlikte getiriyorlardı ve iki tam fincan çay içebiliyordu Mucit. Üstelik iki aromasız çay fincanına ödediği paradan daha az para ödeyerek daha fazla kalabiliyordu burada. Ve yazmaya ediyordu. Çirkinleşen yazısına aldırış etmeden yazıyordu. Aklına ne gelirse... Çalakalem satırlarının arasına bir yerlere “Evde şarrap da var, hem de iki şişe.” gibi cümleler atıveriyordu. Aynen, insanların sohbet anında ağzından dökülen özensiz kelimeler misali. Aslında tam da kendisiyle sohbet etmekti yaptığı. “Ne zaman?” diye yazıverdi uzun boyuyla o gün boyu kadar uzun konuşan arkadaşını düşünerek. “Yakında mı?” “Yarın mı?” Ev sahipliği ettiğini anladığı herif, ihtiyar misafirine soruyordu: “Mukaddes ne zaman gelecek?” “Bilmiyorum.” yazdı Mucit. “Ben de Mukaddes’i bekliyorum. Buraya sık sık gelerek, tek başıma dört kişilik bir masayı işgal ediyorum. Mango aromalı –sipariş ederken söylemekte zorluk çekiyordu.- çay söyleyip iki fincan mutsuzluk içiyorum. Bir de, her sabah uyandığımda yorgunluktan başka bir şey hissetmiyorum. Ben yorgun doğmuşum… ” Bir fincan çay sonra, ihtiyar misafir ciddi bir ses tonuyla, “…Bak ilk defa senden ciddi ciddi bir şey rica edeceğim.” diyordu. ikisi de Mukaddes’i çoktan unutmuş görünüyorlardı. Bardağından son yudumunu alıp sırtını hasır sandalyeye astığı, Mucit’i mucit yapan deri ceketinin arkasına yasladı. Masalar yalnızlaşıyor, vampir dünya uyanıyordu. Birazdan buradan gitmek zorunda kalacaktı ve şimdiden neresi olacağına karar vermeliydi.

***.

iskeleye yaklaştıkları bir yerde “istanbul’u anlamlandırmalısın.” Demişti Dallas. “Bekle, bir müjdeyi bekler gibi bıkmadan bekle. Bir kadını, kara bir haberi bekler gibi... Gün gelecek, o bütünlük duygusunu hissedeceksin. işte o zaman istanbul senin için anlamlı olacak. Tek arkadaşım sensin, beni bırakıp gitme… bir de şu ceketini çıkarsan artık diyorum, bu havada deri ceket giyilmez.” diye de ağız dolusu sigara dumanını salmıştı bıyıklarından.

***

O konuşmadan kısa süre sonra yapboz -yaratıcılığını geliştirdiğini düşünüyordu, boşuna Mucit demezlerdi ona- bakarken beklediği an geldi. O bembeyaz boynunu omuzlarına kadar açık bırakan haki yeşili elbisesinin gizlediği elceğizleriyle karmaşık ve sapsarı olmuş havanın rehavetini kırmızı yelpazesiyle dağıtmaya çalışıyordu. incecik dudakları büzülmüş, yüzünde hınzır bir gülümseme… Çocukluğunu yaşıyordu. Bir suç işlemiş de saklar gibiydi hali. “Mukaddes?” Parçalanmış bir halde bütünlüğe kavuşmayı, anlamlandırılmayı ve hayran olunmayı bekliyordu. Ellerinin arasında evirdi-çevirdi. ne kadar güzeldi o öyle…
***

Saatine baktı. Dibinde sadece çay tozları kalmış fincanını kafasına dikip doluca bir yudum almış gibi yutkunup bir yere geç kalıyormuşçasına hızlı hızlı toplandı. Parmak uçlarıyla omzuna astığı ceketiyle beş lira hesabı ödedikten sonra geldiğinden beri ne yazdığını deli gibi merak eden garsona sırıtıp atıldı sokağa. Cebinde Mukaddes’in saçları, evin yolunu tuttu.

Biraz içti, biraz daha içti. Gün ağır ağır uyanırken, pencerenin dibindeki bebe bisküvisi kutusunun üzerindeki su bardağı alkol ve sigara kokan, bol bıyıklı kirli ağzın izlerini parlatıyor; odanın bir köşesinde öylece duran döşek, kirli yüzeyine yatıp iki soluklanacak, kah gülüp kah ağlayacak bu deli adamı beklediğini gösteriyordu.

ilk önce gözlerini bir araya getirmişti Mukaddes’in. Görmeliydi, konuşurken insanların gözlerine bakardı. Şimdiyse, gün boyu parça parça okşadığı, her telinin rengine hayran olduğu saçlarını birleştiriyordu. “belki benim göremediğim bir şey var şu kalabalık şehirde. Sen görüyorsun. Sen biliyorsun. Bana da anlat, ne varsa dilinde. Zaman geçiyor ama, ben kendimi hep aynı yerde buluyorum. Yollar, artık bir yere götürmüyor beni.” Konuştukça, yapboz elinden gelse ete kemiğe bürünecekken, Mutsuz bir mucitin kalbi parçalara ayrılıyordu. Güneş içeri dalmak için pencereleri zorlarken adeta, yoklukla varlık yeniden şekilleniyordu. Ağlayarak yaratıyordu sevdiği kadını. Elleri tutmayana, gözleri bulanana kadar devam etti. Ölüyordu sanki. Ruhu parça parça sökülüyordu. . Hiçbir kadını sevmemişti hayatında, hiç sevişmemişti. Bir kerecik de canını verebilirdi. Tüm parçalar tamamlandığında Mucit “uyumalıyız artık, çok yoruldum.”dedi yarı bilinçsiz. izlerken gözlerini kapadı, ölmek kadar rahat bir uykuya daldı. Gözlerini açtı kadın, ceketini seriverdi Mucit’inin omzuna. Kıvrıldı seven bir adamın buza kesmiş vücuduna.