bugün

Bölüm 1 -çocuk parkı-

Bardaktan boşalırcasına yağan yağmura aldırış etmeden bankta oturuyordu. Birkaç saattir kımıldamadan oturduğu için, geniş yakalı gri kaşe paltosu ve siyah fötr şapkası sırılsıklam olmuştu. Gömleğinin omuzlarından itibaren ıslandığını hissetmeye başlamıştı. doktor tavsiyesiydi bu. Doktorlar değil miydi bir insanı nasıl iyi edeceğini bilen? Bu gün bu bankta oturabiliyorsa eğer bunu doktorlara borçluydu. Bakkala gidip iki ekmek isteyebilmesini, üst komşunun oğlunun gürültüsünden şikâyet edebilmesini, elbiselerini kırıştırmadan katlayabilmesini ve daha önemlisi kilit altından kurtulup, insanlar arasına karışabilmesini; hepsini doktorlara borçluydu. “büyük bir borç.” Dedi kendi kendine. iki yıl önceyi hatırladı birden.

ihtiyar doktoru taburcu evraklarını imzalatırken, bir yandan ona nasihatler veriyordu. “Size tavsiyem evde fazla durmayın, çıkın dolaşın. Yürüyüş yapmanız her açıdan sıhhatinize faydalı olacaktır”
“peki doktor bey.”
Çalan telefona cevap verdi doktor. “ne hastası kızım! Saat kaç olmuş buradayım hala! Yarın gelsinler söyle… olmaz… hayır efendim… siz hemşirelerin dili fazla uzamış! Söyle onlara yarın gelsinler!”
Hasta olmak bekleyebilirdi. Ama doktorun akşam eve gidip yüz yirmi kanallı televizyonun karşısına kurulması, bir kadeh konyak eşliğinde uykuya dalması bekleyemez bir durumdu. Doktorun bunda bir suçu var mıydı? insanların hepsi hastaydı ve Çok az doktor vardı. Mesela üst komşunun ortanca oğlu Caner tinerciler tarafından bıçaklandığında acilde daha önemli vakalar olduğu için kan kaybından ölmüştü. Ama şükürler olsun ki kolunu şöyle bir kaldırdığı zaman ağrıyan abinin kolu, çok uzun uğraşlar sonucu yazılan bir kas gevşeticiyle tedavi edilebilmişti! Devletin buna bir dur demesi lazımdı. Ya Caner o abinin sırasına girseydi! Abi sonra kolunu nasıl ‘şöyle bir kaldırabilecekti’?! Ölmek üzere olan insanları direk mezarlığa götürmeliydi ambulanslar.
“buyurun doktor bey. Tüm evrakları imzaladım.”
Tüm evrakları eksiksiz imzaladım. Buradan çıkışta bana bir araba çarpsa veya bir kuduz köpek tarafından parçalansam sizin bunda hiçbir sorumluluğunuz bulunmayacak doktor bey.
“harika… Ekrem bey, … yaklaşık üç senedir bizimlesiniz. Buraya ilk geldiğinizden çok iyi bir vaziyettesiniz şu anda. Umarım dışarıdaki hayata tekrar adapte olabilirsiniz.” Bunları anlatırken bir yandan ceketini giymeye uğraşıyordu. Vakit kazanmanın en iyi yolu, ilgileniyormuş gibi davranmaktı ne de olsa. “ eğer bir sıkıntınız olursa hiç çekinmeden yanıma uğrayabilirsiniz.” Kapıya yaklaştı, atkısını bağlayıp kapıyı araladı. Kibar bir el hareketiyle ekrem’e kapıyı işaret etti. “şimdilik hoşça kalın…”

Parkın içindeki metal kaydırak mevsimin yağmurlarına daha fazla dayanamamış ve paslanmaya başlamış. Tahterevallinin bir oturağı kırılmıştı. Parkta sağlam olan şeyler salıncak ve oturduğu banktı. Banktan kalktı ve salıncağa oturdu. Yaşına aldırmadan yavaş yavaş sallanmaya başladı. Paslanmış demirin gıcırtısı ve yağan yağmurun sesine, çam ve toprak kokusu eşlik ediyordu.

ilk kez bu parkta tanışmışlardı ipek’le.

O yok. Artık unut. insanlar unutmayı sevmezler. Hatırlamak daha kolaydır aslında.

Sallanmayı kesti. Paltosunun ceplerini karıştırıp bir sigara çıkarttı. Zor da olsa yakmıştı. Dertleşecek kimsesi yoktu.

Bu doğal, insanların derdi ne kadar fazlaysa, dertleşecek birileri de o kadar az olur etrafında. Kim senin kafa şişirmeni dinlemek ister ki! Onlara sızlanıp ne anlatacaksın? Gitti diyeceksin değil mi? Peki onlara söyleyince geri gelecek mi?

Etrafa bakındı. Kimsecikler yoktu. Bu havada dışarıda pek kimse olmaması normaldi. Sigarasını söndürdükten sonra ayağa kalktı. Gözlerini kapattı. Doktorunun söylediği gibi. Bir hayal kurmaya başladı. doktorunun söylediği gibi.

Güneş vardı havada. Parkın aşağı kısmından bir simitçi geliyordu. parka aileleriyle beraber gelmiş çocuklar aralarında oyunlar oynuyor, bu oyunlar da gelen pamuk helvacı sayesinde bozuluyordu ancak. Ekrem de oradaydı ailesiyle birlikte. ipek. Düz sarı saçları ve gülüşünde hayat bulan gamzesiyle oradaydı. Bankın kenarına bağdaş kurmuş oturuyor, bir yandan da ekrem’in çocukların peşinden koşuşturmasını izliyordu. Çocuklarının.

“dur Ekrem koşturma çocukları! Bak terden sırılsıklam oldular! Hasta olacaklar…”

Koşturmam ipek. Koşturmam karıcım. Ben hiç kıyar mıyım çocuklarıma… ama sen neden kıydın bana ipek? Neden hiç çocuklarımız olmadı bizim…

Yağmur hafiflemeye başlamıştı. Ufak adımlarla parkın çıkışına yöneldi. Bir çıkar yolu yok doktor. Hayallerim bana ihanet ediyor doktor. asfalt zemine ayaklarını vurarak rugan ayakkabılarına biriken kumları -daha doğrusu çamurları- temizledi. Çam ağaçları eşliğinde yürüyüşüne devam etti. Akşam olmadan eve varmalıydı. Hayallerini parka bıraktı ve akşamki misafirine hazırlık yapabilmek için adımlarını biraz hızlandırdı.

Bölüm 2 -fare-

Rüstem hoca kravatını bir türlü bağlayamıyordu. Eşi Nazmiye Hanım sağ olsa hemencecik onu azarlar, Rüstem hocanın aksi tavırlarına aldırış etmeden bağlayıverirdi kravatı. “eh be bey.” Derdi “kırk yıllık öğretmensin, allah’ın günü kravat takarsın ama bağlamayı bilmezsin” derdi. Rüstem hoca da hiç istifini bozmaz aksi aksi cevap verirdi “Nazmiye hanım, ben sizinle neden evlendim sanıyorsunuz?” latifeyi anlayan Nazmiye yanağına bir buse kondurur, mutlu ederdi muhteremi.

Fakat Nazmiye Hanım çok uzaklardaydı şimdi. Kravatı bağlamak her gün daha da zorlaşıyordu bu yüzden.

Akşam yemeği için eski bir dostuna söz vermişti. Uzun zamandır görüşmediği bir arkadaşı. Aynı zamanda meslektaşı. Lise müdürlüğü yaptığı dönemlerde henüz genç bir olan öğretmen arkadaşı Ekrem bey’i ziyaret edecekti. en son Ekrem’in başına o elim olay gelmeden önce görüşmüşlerdi. Zor zamanlar olmuştu.

Ceketini giyip şemsiyesini aldı. Gün boyunca yağan yağmur henüz ara vermemişti. vaktiyle yetişmek ve ıslanmamak için bir taksi çevirdi.

***
Taş plakta zeki müren veda busesi parçasını seslendirirken Ekrem mutfakta mezeleri hazırlıyordu. Hazırladığı zeytin yağlı dolmayı, ton balıklı salatayı, kavunu, tam yağlı sert beyaz peyniri, pilakiyi ve tavada kızarttığı çinakopları tepsiye dizdi. Buzluğu açıp yeterince buz olup olmadığına göz attı. Dolabın alt kapağını açıp yeşil zeytin çıkarttı. Bir kaba yeterince doldurup tepsiye yerleştirdi. “Rüstem bey pek sever yeşil zeytini…”

Bahçe katındaki apartman dairesinin, neredeyse zemine sıfır olan balkonuna taşıdı tepsiyi. Üzerindekileri bir bir yerleştirdi masanın üzerine. Rakı bardaklarını da masaya yerleştirdikten sonra içeri geçip bir sigara yaktı. Gramofondaki plağı değiştirdi. Koltuğuna oturdu. Misafiri gelene kadar biraz dinlenebilirdi.

“elbet bir gün buluşacağız
bu böyle yarım kalmayacak
ikimizin de saçları ak
öyle durup bakışacağız…”

sadece zeki müren dinlerdi. “paşam olmasa müziksiz bir hayatım olurdu” derdi. Şimdi ki gençler bir acayip. Şarkılarda sözlere önem vermiyorlar. Makama önem vermiyorlar. Sadece hızlı olsun yeter! Çabuk çabuk, aynı kelimelerle söylenen şarkılar onları eğlendirmeye yetiyor. Hatta bazısında hiç söz yok. Uğultudan ibaret…

“belki bir deniz kenarında
el ele maziyi konuşacağız
benim içimde yanan ateş var
sevgilim ne zaman buluşcağız”

değil mi paşam? Ne zaman buluşacağız kim bilir…

“belki bir gemi güvertesinde
sen beni unutmuş
için kupkuru
benim gönlümde hala o arzu
sevgilim, ne zaman kavuşacağız”

ne zaman… ne zaman… zaman ne… ne ? birden ürpertiyle uyandı. Neredeyse sızıp kalacaktı. Yürüyüş onu yormuştu. Koltukta doğrulunca kapının eşiğinden mutfak tarafına geçen küçük fareyi gördü. Bahçe katı olduğu için fareylerle baş etmek zor oluyordu. O da onlarla bir anlaşma yapmıştı. Farelerden birini yakalamış ve derdini ona anlatmıştı.

Bak fare demişti. Sizin ölmenizi istemiyorum, bu yüzden size bir teklifim var. Benim evime girmeyin, ben de sizin için bahçeye her akşam yiyecek atayım demişti. Fare de anlaşmayı bıyıklarını titreterek onaylamıştı. Ama bu fare anlaşmayı bozmuştu!

Açık olan camdan balkona elini uzatıp süpürgeyi aldı. Parmak uçlarında mutfağa doğru ilerleyip kafasını içeri doğru uzattı. Nerdesin alçak! Yüzleş benimle! Ya da bir dakika… çok acil bir şey mi oldu yoksa? Belki bu akşam yemek atmak için geciktim. Belki dün akşam attıklarımı sizden önce başkaları yedi.

“hadi çık ortaya! Konuşalım. Söz bir şey yapmayacağım!”
Mutfakta kesin bir sessizlik vardı.

Aniden buzdolabının altından fare çıkıverdi. Hızla arka odaya gidiyordu. Ekrem peşinden koşturmaya başladı. o oda senin bu oda benim derken tam on dakika fareyi kovaladı. Tam banyoda köşeye sıkıştırmıştı ve süpürgeyi kafasına indirmeye hazırlanmıştı ki; kapı çaldı.

Hemen geliyorum! Neden kaçıyorsunuz lan sayın hayvan! Konuşalım dedik laftan anlamıyor musunuz? Senin niyetin bozukmuş anlaşılan. Al sana! (tak tak tak!) kapı çalıyor! Yahu azıcık bekleseniz ne olur sanki!

“Ekrem, ben beklerim de romatizmalarım beklemiyor evladım!”

Eyvah. Rüstem hocam geldi! Ayıptır bekletilmez. Seninle işimiz bitmedi fare… Süpürgeyi banyoya bırakıp koşarak kapıyı açtı. Altmışlı yaşları çoktan geçmiş dev çerçeveli kalın gözlüklü ihtiyar Rüstem Bey karşısında duruyordu. Elindeki poşetteki tatlıyı aldı kenara koydu. Büyük bir hasretle Rüstem hoca’yı kucakladı.

“sefalar getirdiniz hocam… buyurun geçin…”

“ hiç değişmemişsin Ekrem. merhabalar olsun tekrar…”

Hoca’nın paltosunu ve ceketini aldı. Ayaküstü bir iki lafladıktan sonra oturma odasına geçtiler. Bir süre de oturma odasında lafladıktan sonra Ekrem masayı balkona hazırladığını söyleyip Rüstem hoca’yı balkona buyur etti. Mutfaktan rakı, su ve buz alıp sofraya oturdular.

“balıkları soğutmuşuz hocam.” Dedi Ekrem bardaklara rakı doldururken.
“ziyanı yok Ekrem, zaten yiyeceğim iki lokma bir şey.” Rüstem hoca kendi bardağına uzandı. Biraz su yudumladı. “ooo! Kavun bile bulmuşsun bu mevsimde!” diye gevrek gevrek güldü Rüstem hoca. “yıllar sonra tekrar görüşmemizin şerefine içelim.” Dedi ve kadeh kaldırdı.

“aramızda olmayanlara içelim hocam. hem içelim, hem içerleyelim…”

Soğuk havaya aldırış etmeden muhabbet eşliğinde yemeklerini yediler. Uzun uzun eski zamanlardan bahsettiler. Rüstem hoca -her buluştuklarında anlattığı gibi- yine ekrem’i ilk dersinde ziyarete gittiği gün, erkemi sıranın üzerinde gördü anı anlattı. Şok olmuştu. Öğretmenin ne işi vardı efendim masanın üzerinde?

“aman hocam, defalarca anlattım. Öğrencilere şiir okuyordum. Yaşamadan şiir mi okunurmuş hem?”

“yahu okumana bir şey demiyorum. ilk günden de masaya çıkmayıverseydin. Öğrenciler alışık değildi bu kadar idealist öğretmenlere.”

Beraber on sene çalışmışlardı Rüstem hoca’yla. Lisede edebiyat öğretmenliği yapardı bir zamanlar. genç beyinlere olgun beyinlerin dünyalarını açardı. Onlara insana bahşedilen en güzel yetenekleri kullanmayı öğretirdi. Okumayı ve yazmayı.

Yemekler bittiğinde saat henüz erkendi. Tekrar oturma odasına geçtiler. Ekrem’in ikram ettiği viskiyi hoca kabul etmedi. yeter Ekrem dedi neredeyse yetmişime geldim. Kendine bir kadeh aldı. Plakların arasından bir tane daha seçip, gramofona yerleştirdi.
“sana bir bilgisayar alalım Ekrem” dedi hoca. “Çağa biraz ayak uydur. Benden yirmi yaş gençsin ama benden daha yaşlı gibi yaşıyorsun.”

Ekrem, hoca’nın karşısındaki koltuğa oturdu. “hocam” dedi “ben yanlış zamanda yaşıyorum. Bu dünyaya kötü bir tesadüf eseri elli yıl geç gelmişim.”

Bilgisayarlar, amacını aşan kullanımları yüzünden insan beynini zehirleyen, boşaltan, tembelleştiren makinelerdi ona göre. Bir süre kullanmıştı. Çok kısa bir süre. Başından kalkamamaya başlayınca zararını fark etmişti. insan oturduğu yerden kalkmadığı sürece bir kabaktan farkı yoktu.

“en azından bir televizyon alalım sana. Ajansa bakarsın, akşamları film, belgesel izlersin vakit geçer.” Diye ısrar etti Rüstem hoca.

“haber gazetede, film sinemada, belgesel ise kitaplarda benim için hocam. Aslında belgesel için sinema olsa güzel olurdu değil mi hocam? Sırf belgesel için televizyon almak istemiyorum. Biliyorum ki bir süre sonra kanma girecek aşağılık alet!

Tek gözlü renkli canavar. Tatlı tonlarda iç gıcıklayıcı laflar fısıldıyor izleyenlerin kulaklarına. Gözlerine bir ziyafet sunuyor zehir dolu! Biz yiyip için kalkacağımızı sanıyoruz ama yok! Kanamıyoruz ziyafete! insanların vakti değerli hocam, insana vakit lazım! Kitap okuması için, yürümesi için, kızının yanaklarını okşaması için vakit lazım… zaten bana çok lazım olan vaktimi öldürmesi için eve neden yüz yirmi ekranlı bir cellat alayım?”

Hoca elini havaya kaldırdı. “dur orada bakalım Ekrem. Sakin ol. Ben senin sıhhatin için söylüyorum. Yalnız yaşanmaz. En azından evinde bir ses olur.”

“paşam var benim de hocam. Sağ olsun hiç yalnız bırakma beni. Bazen çok efkârlandırır ama bırakıp gitmez beni.”

Hoca biraz çekinerek lafa girdi. “yahu illa söyleteceksin. Geldiğim zaman kendi kendine konuşuyordun Ekrem. Hatta bağırıyordun! Dış kapıdan duyuluyordu. Korkutuyorsun beni.” Bir an için eski günlerden ve ekrem’in başına gelen o üzücü olaydan, ipekten bahsetmek istedi hoca.

Ekrem bir kahkaha patlattı. Hoca yerinden hopladı. “dur be adam kalbime indireceksin. Ne gülüyorsun katıla katıla?”

“ilahi hocam.” Dedi. “ küçük misafirime kızıyordum. Aramızdaki sözleşmeyi bozdu da.”

Fareyi nasıl on dakika boyunca kovaladığını anlattı hoca’ya. insanlar bile sözlerini tutmuyor hocam, farelerden ne bekleyeyim…

“vakit geç oldu Ekrem. Ben kalkayım.” Hoca kalkmaya yeltendi. “durum hocam. Hayatta bırakmam. Bu gece benim misafirimsiniz. Sanki evde bekleyeniniz var.” Diyerek bırakmadı hoca’yı.

Oturma odasına yer açtı ona. Biraz daha lafladıktan sonra Hoca uyudu.

Bölüm 3 -daktilo-

Gardıroptan pijamalarını aldı. üzerindekileri çıkartıp, kapının arkasındaki askılığa özenle astı. Şimdi vaktidir. Her akşam yatmadan önce yaptığı gibi bir mektup daha yazacaktı. Asla göndermeyeceği bir mektup. ipek. Pek sevgili ipek. ekrem’in Juliet’i. Hayır hayır. Romeo ahmağın tekiydi. Şıpsevdinin, aklı havadanın önde gideniydi. Ama juliet? O aşıktı evet. O ‘aşk’ tı evet. Belki biraz zorlasa ipek kadar olabilirdi. Yok yok. ipek’e kimse benzeyemezdi. Çünkü o erişilmezdi. çünkü Romeo, juliet’ten en azından bir gece çalabilmişti. Bir geceliğine de olsa tenine değebilmişti, dudaklarını aşkıyla mühürleyebilmişti.

Romeo’dan daha beceriksizdi. Ahmak bir gençten bile daha cesaretsiz.

Baba yadigârı daktilosuna bir kâğıt yerleştirdi. Odanın ışığını söndürüp birkaç tane mum-ve bir sigara- yaktı. Mahrem şeyler aydınlığı sevmezdi.

“sevgilim,

Bir gün daha sensiz nihayete ermek üzere. Sensiz geçen bu beşinci yılım. Kelimelerim tükenmek üzere. Halimi anlatmak için artık kelime bulamıyorum. Elimde kalan kelimeler ise hasretini tanımlamıyor. Seni anlatan cümleler kurmak için sana ihtiyacım var benim. Kokun hafızamdan silindi. Artık kokunu alamıyorum kış akşamlarında. Yüzüne eşlik eden sesin var sadece benimle. Lütfen tanrım, bari onları benden alma…

Beş yıl önce, tam da bu gün, bu saatlerde beni bırakıp gitmene kızmıyorum. Hastalığını benden gizleyip, benden kaçmana kızmıyorum, benden habersiz bir hastane köşesinde son nefeslerini almana kızmıyorum. Ama beni sevdiğini söyledikten sonra gözlerini kapattın ya, işte ona kızıyorum.

Apar topar yanına geldiğim o gece bana “beni affet.” Demiştin. “tek başıma başa çıkabilirim sanmıştım.” Demiştin. işte buna kızıyorum. Sen hiç yalnız değildin ki. Beni neden yalnız bıraktın? “korktum” demiştin. Ya öğrenince bırakıp gitseydim seni?

-aptal…-

…

Özür dilerim ipek. Hep asabi oldum ben. Belki bu yüzden hep çekinirdin benden. Ama insan düşünmeden edemiyor ipek. Ya yaşasaydın? Bir mucize gerçekleşseydi ve sen yaşasaydın? Ben kitaplar okusaydım sana. Kanepede uyuya kaldığın zamanlar üzerini örtseydim. Sabahları göz kapaklarını öperek uyandırsaydım seni. Beraber izlediğimiz sinema filmini çıkışta yine birbirimize anlatsaydık. Kâğıt helva alsaydım sana. Onlarca, yüzlerce uçan balon alsaydım sana ve sen çocuksu bir hevesle hepsini serbest bıraksaydın, dağılsaydı gökyüzüne!

Olmaz mıydı ipek? Benim için yaşayamaz mıydın?

Emin olduğum bir şey varsa bir tanem, o da kokunun benden gittiği. Dayanılmaz bir acı benim için. Bu demek oluyor ki sensiz daha fazla vaktim kalmadı bu dünyada.

Beni soracak olursan eğer, öncekilerden pek farkım yok ipek. Uzun yürüyüşler yapıyorum. Kapı kapı dolaşıp eski arkadaşlarımı arıyorum. Kapıların çoğu yüzüme kapansa da, açık kalanlar şimdilik beni hayatta tutmaya yeter. her çaldığım kapının arkasında senin olduğunu ümit etmek bile bana yeter sevgilim.

Yarın, bu günden biraz daha eksik olacaksın bende. Bu yüzden uyumak istemiyorum. Hiç bitme bende ipek. Hiç gitme benden…

Ekrem”

Mektubu daktilodan aldı. Bir kez daha okudu. Düzgünce katlayıp zarfa yerleştirdi. Üzerine tarih attı. Komodinin çekmecesinde duran birbirine lastikli onlarca mektubun arasına yerleştirdi. Daha yüzlercesi gardıropta bir kolinin içindeydi. Yatağına uzandı. Hayat uykuyla uyanıklık arasında düşünülecek bir şey değildi. Kafasını temizlemeliydi. Yeniden doğsa bile bu kafayı temizleyebilecek kadar yaşayamazdı maalesef.

Bölüm 4 -çamur-

Ertesi gün kahvaltıdan sonra uğurlamıştı Rüstem hoca’yı. Yine beklerizlerle, kendine çok dikkat etlerle, en yakın zamanda tekrar görüşelimlerle ayrıldılar. Ekrem bu gidişin onu üzmesinden çok, misafirinin onu mutlu etmesini düşündü. ilginç bir durumdu bu. Zira hastaneden çıktıktan sonra yeniden buluşmaların kötü olacağını düşünüyordu ve çaldığı tüm kapılar onu haklı çıkartmıştı.

Bu çok komik bir durumdu aslında. Doktorları ona insanlarla görüşmesini söylüyorlardı. Doktorların bunu insanlara söylemesi lazımdı. Çocuğu hastalandığında apar topar gecenin bir vakti demeden arabayla yetiştirdiği selim’e, dersleri zayıf olduğu için okulda kalmak üzere olan oğluna bir puan verdiği necmi’ye, sıkışık olduğunda ondan sürekli borç isteyen ayhan’a söylemesi lazımdı doktorların bunları. insanlar delilerin yaptıklarını yapmak isterler ama delilerden hoşlanmazlar. Onlara koltuklarında bir yer açmazlar, bir öğün yemeklerine ortak etmezler. Kilit altında tutmak daha risksizdir onlar için. Tedavi görmüş olsanız bile size kaza yapmış araba muamelesi yaparlar. Araba sağlamdır ama müşterisi yoktur. Sanki karşılarına geçip; “bak! Kıçımı ortadan ikiye ayırabiliyorum!” demişsiniz gibi bakarlar suratına.

Ayıp konuşma Ekrem. Peki ipek. Özür dilerim. Ama ipek insanlar delileri sevmez. Mesela; Deli gibi sevdiklerini iddia eder insanlar. Bu gariptir zira insanlar genelde sevmediklerini söyledikleri şeylere özenirler nedense. Uçmak isteyen bir kaplumbağanın serçeyi dışlaması gibi bir durum işte…

Rüstem hoca’yı uğurladıktan sonra Ekrem de dışarı çıktı. Uzun bir yürüyüşün ardından sahilde bir banka dinlenmek için oturdu. Eşsiz boğaz manzarası sisli ve soğuk bir havayla kaplıydı. Yağmur her an yağabilir ve bu mistik atmosferi sırılsıklam ıslatabilirdi. Boğazın manzarasında bakarak yağmur hakkında düşünmeye devam eden Ekrem, yan bankta sağnak yağmurun çoktan başladığını fark etti.

Yirmili yaşların sonlarında bir kadın, birkaç metre ötesindeki bankta ağlıyordu. için için gözlerinden akan yaşlara sessiz hıçkırıklar eşlik ediyordu. Ekrem kadını bir müddet görmezden gelse de içindeki konuşma arzusunu daha fazla bastıramadı. Kucağındaki şapkasını başına geçirdi ve kadının bulunduğu banka doğru hareketlenmek için ayağa kalktı. Her ileri attığı adımda bir adım geri atıyordu -içinden- ve sonunda vardı.

“bayan? iyi misiniz?” kadın bir an için yüzüne baktı ekrem’in. Kafasını öne eğip ağlamaya devam etti. Tabi iyi değildi! Mutluluktan ağlamıyordu her halde! Bu da soru muydu canım? Bir tereddütle yanına oturdu. “bayan, size yardımcı olmak istiyorum. Hiçbir şey yapamazsam da, derdinizi anlatın. içiniz açılsın…” kadın daha şiddetli ağlamaya başladı. “tamam. Peki şöyle yapalım.” Bir sigara yaktı. “ben ağlamanızın nedenlerini tahmin edeyim, siz de evet veya hayır deyin.”

Kadın erkem’e tekrar baktı. Bu ısrarlı adamdan kurtulmanın tek yolu buydu sanırım. Türk filmlerinden kaçmış jön tavırları vardı bu adamda. Pek tekin değildi. Tamam anlamında başını salladı.

“güzel…” bir nefes sigarasından çektikten sonra “bir erkek yüzünden mi?” kadın hayır anlamında başını sağa sola salladı. “ bak bu gerçekten ilginç!” Ekrem şaşırmıştı. “anneniz mi?” -hayır- “o halde komşunuz” -hayır- “ hala?” -hayır- “kız kardeşiniz? Nasılda unuttum!” -evet-

“sizi kıskanıyor mu?” -evet-
“size fiziksel olarak mı saldırdı?” -hayır-
“o halde sözlü saldırı” -evet-
“siz buraya kaçtınız çünkü bu sadece sözlü taciz değil, sadece sözlü taciz olsa evin bir köşesinde ağlardınız. Buraya yalnız gelmeniz kimsenin yüzüne bakamadığınız anlamına gelir. Bu da bize bir iftira olduğunu gösteriyor… bir çamur!” -evet-

Kadın ağlamayı kesmişti. Yabancı jön kılıklı adamın konuşmaları hoşuna gitmeye başlamıştı.
“aynı erkeğe mi tutuldunuz yoksa? Bu çok feci olurdu…” -hayır-
“yaşınıza bakarak evli olduğunuzu söylemem gerekir bunun üzerine ama alyansınız yok. Bu demektir ki kardeşiniz o kadar kıskanç ki bu güne kadar evlenemediniz bile. Muhtemelen o da evlenemedi.” -evet-
“hım… o zaman; mesele para!” -evet-
“miras mı?”

Kadın birden duraksadı.
“siz ? nasıl?”

Ekrem gülümsedi.
“Doğru cevaplara ulaşmanın en kolay yolunu uyguladım… doğru soruları sordum.” Sigarasını söndürdükten sonra. “gidecek yeriniz var mı?” kadın birden kaşlarını çattı. “merak etmeyin bayan. Nezaketen sordum bunu.”

***

Bazen nezaketen sorulan bir soru insanın hayatında bir kırılma noktası olabilir. Ekrem için de aynı şey geçerliydi. Sorduğu bu soru çaresiz kadını evinde misafir olarak ağırlamasına neden olmuştu. Gidecek bir yeri olmayan kadın uzun süre sessiz kalıp düşündükten sonra her türlü riski göze alıp erkemin teklifini geri çevirmemişti.

“buyurun bayan, burası benim fakirhanem.”

Kapıdan içeri giren kadın -ki Ekrem hala ismini sormaya çekiniyordu- giriş kattaki evin odalarını pür dikkat inceledi. Sade ve basit bir evdi. Ne televizyon, ne bilgisayar… Teknolojik tek alet ev telefonuydu o da eski model tuşları çevirmeli bir telefondu. Odanın duvarları neredeyse tavana kadar kitaplıktı. Yüzlerce kitap olmalıydı. Pencerenin yanındaki duvarda bir gramofon, gramofonun altındaki dolapta da plaklar vardı. Birden elli yıl öncesine geçmişti sanki.

“bu arada ben Sude.” ince bileğinin taşıdığı o zarif elini viski doldurmaya çalışan Ekrem’e uzattı.

“memnun oldum sude hanım, ben Ekrem.”

Ekrem tekli koltuğa oturdu. Ne yapacaktı şimdi? Bir yudum aldı viskisinden. Kadını nezaketen çağırmıştı ama konu komşu ne derdi? Önemseme Ekrem. Kim ne derse desin. Kadıncağızı dışarıda mı bıraksaydın yani? Bıraksaydın da bir şey olamazdı. Ne demek olmazdı?

“acaba telefonum için şarj cihazınız var mı?” cevabı olmayan bir soru sormak ilginçtir. Garip bir sessizlik olur. O sessizlikle tüm sorular cevaplanabilir.

“maalesef sude. Ben o cihazlardan bulundurmuyorum.”

“nasıl haberleşiyorsunuz peki?” diye çekinerek sordu sude.
Ekrem ev telefonunu işaret etti.
“ya dışarıdaysanız ve çok acil bir durum olursa?”

Ekrem yerinde doğruldu cebinden sigarasını çıkarttı.

“eğer yeterince acilse ulaşması gereken haber mutlaka bir şekilde ulaşır.”

Bu garip muhabbetten sude’nin sıkıldığını anladı. Kadıncağızı sıkmaya hakkı yoktu. Belki derdini anlatırsa sıkıntısı hafiflerdi.

“bana hala başınıza gelenlerden bahsetmediniz…”

Sude öksürdü. Birkaç derin nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı.

Kardeşi nalan ve annesi nazife hanımla birlikte yaşıyormuş yakın zamana kadar. Senelerce kız kardeşinden çekmiş. Nazife hanım, babası hayrettin efendiden kalan yüklü mirasın tek sahibiymiş. Ama öyle böyle bir miras değil. Milyonlar eden bir miras. Baş pehlivan hayrettin efendinin vakti zamanında güzide bir semtten aldığı birkaç arsa bu gün kardeşler arasında husumet doğurmuş. Nazife hanım yaşının ilerlemesinden sebep canını teslim etmiş birkaç gün önce. Daha yasını tutamadan nalan mirasa göz koymuş. Sude’yi annesini zehirlemekle suçlamış. Otopsi raporu merhumun zehirlendiğini onaylamış. Ne kadar itiraz etse de kimseyi inandıramamış sude. Polise yakalanmadan kaçıvermiş evden. Ne kalacak yeri, ne de parası varmış.

“polis seni bulursa…?”

Mahkemeye çıkartılacakmış. Suçsuzluğunu ispatlamak için savaşmak istermiş ama daha avukat tutacak parası dahi yokmuş. Zaten ne mirası, ne de kardeşini istiyormuş. Çok yorulmuş…

“kardeşinle konuş. Suçlamasını geri alsın? Mirası reddedeceğini söyle?”

Denemiş. Nalan’la buluşmak için sözleşmişler. Niyeti anlaşmakmış. Ama nalan polislerle gelmiş. Uzaktan izleyip, çekip gitmiş. Sonra bir banka oturup ağlama başlamış…

“ve sonra buradayım işte…”

“bu çamur temizlenir sude. Korkma. istediğin kadar burada kalabilirsin… soran olursa kardeşiyim dersin -benim için-”

Akşam çöktükten sonra pek konuşmadılar. Sude kanepede uyuya kalmıştı. Ekrem odasına çekilip bir mektup daha yazdı. Mektubu diğerlerinin arasına yerleştirdikten sonra uykuya daldı.

Bölüm 5: -oda-

Sude birkaç haftadır erkemin evinde kalıyordu. Bu garip adamın evinde kalmak başlarda kötü bir fikir gibi gelse de alışmaya başlamıştı ekrem’e. Her sabah erkenden kalkıyor, yürüyüşe çıkıyordu. Öğlenden önce geliyordu. sude ilk günden sonra kahvaltı sofrasının saatini ayarlayabilmişti. Beraber kahvaltı ediyorlardı. Sonra Ekrem bir süre odasına çekiliyor daktilosunda bir şeyler yazıyordu. Bir iki saat sonra odasından çıkıyor ve tekrar yürüyüşe gidiyordu. Bu ikinci yürüyüş faslı ilkine göre daha uzun oluyordu. Akşam üstüne kadar gelmiyordu Ekrem. Geldiğinde elinde poşetler oluyordu. Şarap, rakı, viski… balık, pirzola, tavuk.. akşam yemeğini kesinlikle sude’nin yapmasına müsaade etmiyordu. Benden daha güzel yemek yapamazsan utanırsın o yüzden müsaade etmiyorum diyordu. Bir akşam Rüstem adında ihtiyar bir adam geldi. Önce erkem’e ve sude’ye ayıplayarak baksa da durumu anlayınca sude’ye telkinlerde bulundu. Ona tanıdığı avukatlar olduğundan bahsetti. Rüstem beye göre bu işin peşini bırakmamalıydı. Ölüm hak, miras helaldi.

Her akşam yemek yedikten sonra mutlaka kitap okurdu Ekrem. Dinlendirici gözlüklerini takar, bir kadeh içki doldurur ve yanındaki sehpanın üstüne sigarasıyla birlikte koyar, bir plak yerleştirir ve okumaya başlardı. Gramofon sustuğu zaman erkemin mırıldanarak okuduğu ortaya çıkardı. Sude erkem’in mırıldanmalarını çok sempatik buluyor içten içe gülüyordu.

Sude, erkeme karşı bir akıma kapılmaya başlamıştı ama kendi içinde bunu inkâr ediyordu. Kaç yaş büyüktü ondan. Hem adam onu evine koruması altına almıştı. böyle duygular beslemesi ekrem’in iyi niyetine karşı bir ayıp teşkil ediyordu. Ne olursa olsun, sude o evde misafirdi. Bir çıkar yol bulduktan sonra terk edecekti burayı.

Kapı çaldı. Ekrem akşam yürüyüşünden dönmüştü. Elinde daha çok poşet vardı bu akşam. Şapkası ıslanmıştı, dışarıda yağmur yağıyordu yine. Şapkasını asıp biraz utangaç bir bakışla poşetleri sude’ye uzattı.

“senin için bir şeyler aldım. Umarım bedenini doğru tahmin etmişimdir. Kusuruma bakma çok geride kalmışım bu işlerde.”

Sude’nin yanakları al al oldu.

“zahmet ettin. Çok teşekkür ederim.” Dedi. Ekrem üstünü çıkartmak için odasına geçtiğinde sude salona geçip poşetlere baktı. içindeki paketleri açtı. Bir pijama, birkaç bluz ve çiçek desenli kolsuz tam boy bir elbise...

Ekrem odasında üstünü değiştirmiş vaziyette oturuyordu. Aptal adam. Hayır hayır nazik adam. Bir kadına elbise almak da ne demek oluyormuş! Kadın değil. Sude. Peki, sude ne düşünecek? Sude o elbisenin aynısının ipek’te de olduğunu asla bilmeyecek ki. Sude juliet mi? Değil. Sude ipek mi? Olamaz. Ya olursa?

Tak tak

Odanın kapısı çalıyordu.

“efendim?”

“Ekrem, eğer istersen akşam yemeğini ben hazırlayayım?”

Çık şu kafanın içinden Ekrem. Dünyaya dön. Hayata dön. Aklının odalarında kaybolma. Bir labirentten farksız oralar. içinde dev canavarlar. Seni yutmak için bekliyorlar. Bazısı çürümüş küf kokmuş fikirlerle dolu. Bazısında ölü hayaller, daha da acısı yaralı hayaller var. Yarım kalmış sohbetler, söylenmemiş cümleler var. Dipsiz utanç kuyuları var, geçmişin hayaletleri var.

Bir tek onlar mı var? Kafanın içi, aklının odaları hep kötü şeylerle mi dolu?

Orada ipek var… gül teni var. Gamzesi var. Gülüşü var.

Ölüşü var…

ipek öldü Ekrem. ipek yok. Çık artık. Kaybolmadan…

“bu seferlik olur sude… sadece bu akşamlık…”

***

Oturma odasında kitap okuyordu Ekrem. Sude de ona eşlik ediyordu. Erkemden bir kitap istemişti sıkılmamak için. Televizyon yoktu. insanlar televizyon olmadan sıkılıyorlarmış. Bazen televizyon varken de sıkılıyorlarmış. O zaman da bilgisayarın başına oturuyorlarmış.

Bütün bunları sude anlattı ona.

Cep telefonlarından birbirlerine sene de bir, birkaç satır yazı yolluyorlarmış. Birine ulaşmak o kadar kolaymış ki, artık kimse kimseye ulaşmak istemiyormuş. Yine cep telefonlarından görerek konuşuyorlarmış. Bir birlerine sarılmadan sabredebiliyorlarmış. Ne kadar uzakta olursa olsun birinin gülümsemesini görebiliyorlarmış.

Sonra pahalı arabalar varmış. Bir arabanın fiyatı yüzlerce memur maaşına bedelmiş. ibresi tam üç yüz kilometre hızı gösterebiliyormuş. Kim bir yere üç yüz kilometre hızla gitmek ister ki? Öyle dememeliymiş. Hız bazıları için bir tutkuymuş. O kadar ki insanlar toplanıp bunun turnuvalarını yapıyorlarmış.

insanlık genelde hayırlı şeyler için toplanamaz zaten…

Öyle de dememeliymiş, insanların mutlu olmasını sağlıyormuş bu organizasyonlar. Mesela futbol hala varmış. Topa sert vurması için bir adama milyon dolarlar veriliyormuş. Küçükken mahallede bunun için sopa yiyebilirdik.

Modern hayat insanlığa çok şeyler kazandırmış. Medenileşme yolunda ilerlemekteymişiz. Peki bu yolu kim tarif etmiş? Medenileşmek türkiye’nin hangi ilçesine bağlı bir köy adı?

“bana kendinden bahset Ekrem. Günlerdir buradayım. Senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum.”

Ekrem kitabını bir kenara bıraktı. Bu konuyu bekliyordu. Ama beklediği her şeye hazır olamazdı. Önce itiraz etse de ufak bir ısrar üzerine zaten dilinin ucunda olan dertlerini anlatıverdi.

Bölüm 6: -sınıf-

Ders zili çaldıktan birkaç dakika sonra Ekrem sınıfa girdi. Koşuşturan talebelerin sınıfta kaldırdığı tozun dışarı çıkması için camları açtı. Masaya bıraktığı kitaplarının arasından bir tanesini eline aldı.

“evet çocuklar! Bu elimdeki kitabı okumuş olanınız var mı?”

Arka sıralardan pelin el kaldırdı.

“başka okuyan yok mu? Çocuklar… ?”

Daha fazla ısrar etmedi. Kitabın sayfalarını karıştırdıktan sonra aradığı sayfayı buldu. Yüksek sesle okumaya başladı.

“sevgilim! Şu meyve ağaçlarının üzerine gümüşleyen kutsal ay üzerine yemin ederim ki-“

Okumaya devam edecekti ki, açık penceren bir ses sınıfın içine doldu. Giriş kattaki sınıfın önünde duran parkın içinden geliyordu bu ses.

“ah, yemin etme tutarsız ay üstüne, her ay değirmi yörüngesinde değişen o kararsız ay, üstüne; aşkın da onun gibi değişken olur sonra!”

Ekrem şaşırmıştı. Sınıftaki öğrenciler ve Ekrem camdan dışarı baktıklarında bankta oturan bir kadın görmüşlerdi. Kadın eliyle devam et işareti yaptı erkem’e.

“peki neyin üzerine yemin edeyim?”

“Hiç yemin etme; yok, ille de edeceksen, o tanrı bilip tapındığım cana yakın varlığın üstüne et yeminini.”

Kadın banktan kalkıp sınıfın penceresine doğru ilerlemeye başladı. bu bağırışmaya üst sınıftaki öğrenciler de tanıklık ediyordu. Ama bu performansı bölmeye niyeti yoktu ekrem’in.

“eğer bu sevgi dolu kalbim - “

“Hayır, yemin etme. Varlığın sevinç yeriyorsa da, sevinç duymuyorum bu geceki sözleşmeden; pek acele, düşünüp taşınmadan, pek birden oldu, daha ‘çaktı’ demeye vakit kalmadan yanıp sönen şimşeğe pek benziyor.
Tatlım, iyi geceler!
Bu sevgi tomurcuğu, yazın olgunlaştıran nefesiyle güzel bir çiçeğe dönebilir öbür görüşmemizde. iyi geceler! iyi geceler! içimdeki bu tatlı rahatlık ve huzur dolsun senin gönlüne de!”

Ekrem alkışlamaya başlayınca sınıftaki öğrenciler ve cama çıkmış olan bazı öğretmenler alkışa eşlik ettiler. Kadın tüm alkışları topladıktan sonra gülümseyip tekrar banka oturdu.

Ders bitene kadar Ekrem aklı dışarıda bir şekilde sınıftaki öğrencilerine Shakspeare’den bahsetti. Ders zilinin çalmasıyla soluğu okulun önündeki parkta aldı. Kadın hala oradaydı.

“tebrik ederim. Harika bir performans. Öğrencilerim artık shakspeare’i çok seviyorlar sayende.”
Kadın gülümsedi.

“bundan çok memnun oldum hocam. Tesadüfen dersinize kulak misafiri oldum. Umarım size eşlik etmem sizi rahatsız etmemiştir.”

“katiyen. Aksine okul olarak sizi bu iş için kadromuza dahil etmeyi planlıyoruz. Hatta müdür Rüstem bey şu anda sözleşmeleri hazırlıyor. gerçi juliet’in metinlerini benim okumam gerekirdi. Balkonda ben vardım ama olsun…”

Uzun uzun gülüştükten sonra Ekrem kadının adını öğrendi. ipek. Adı da kendi gibi narindi. Tiyatro öğrencisiydi ipek. Son senesiydi konservatuarda. Ve bu tanışma ipek ve ekrem’in yaşadığı muhteşem anlardan sadece birisiydi.

tanıştıktan çok uzun bir zaman sonra ipek birden ortadan kaybolmuştu. bekledi. sınıfın penceresinden o banka bakarak anlatıyordu derslerini artık. günler geçti, haftalar geçti, aylar geçti. ta ki bir gün dersin ortasında kapı çalıp rüstem bey gelene kadar.

“ekrem hocam size önemli bir haberim var. iki dakika sizi dışarı alabilir miyim?”

koşarak sınıftan dışarı çıktı. anlamıştı sanki. müdür odasına girdiklerinde açık telefonun ahizesini kulağına dayadı.

“romeo?” bu ipek’in sesiydi.

“ipek! nerdesin? sesin... sesin hiç iyi gelmiyor...”

kanserim dedi ipek. yani kanserdim. buna benzer şeyler söylemişti. sen üzülmeyesin diye demişti. ikimizin de canı yanmasın diye demişti. dayanamadım sensizliğe demişti. son bir kes sesini duymak için demişti. son bir kez elini tutmak isterdim demişti.

ekrem telefonu kapatır kapatmaz arabaya binmiş, son sürat ipek’e yetişmişti.

bölüm 7: -deri-

“sonra?” dedi sude. ekremin gözlerindeki belli belirsiz bir damla yaşı fark etmemişti.

“sonrası... uyandığımda akıl hastanesindeydim. iki sene orada kaldım... o iki sene benim için bir ömür gibiydi...”

sude akıl hastanesi kelimesinden pek hoşlanmamıştı anlaşılan. insanları, akılları farklı işliyor diye bir yere kapatma fikri hapishanelerden daha eski bir adet olsa gerekti.

“daha fazla konuşma istersen ekrem. yorma kendini. tenin... bembeyaz oldu...”

insana kendi derisi bile ihanet edebiliyor şu hayatta. utanınca kızarıyor, daralınca terliyor, şinirlenince morarıyor ve korkunca beyazlıyor...

“öyle deme sude. konuşmazsam kim anlar beni...”

“kim anlamıyorsa seni, ahmaklık ediyor ekrem.”

“ekrem oturduğu koltuktan kalktı ve bir pipo aldı. çekmecenin içinden biraz tütün çıkartıp usulünce doldurdu. biraz uğraşın ardından yakmayı başardı.

“beni anlasınlar istiyorum sude. beni anlamalılar. anlasınlar ki, pişmanlıklarımı bilsinler. bu sayede kendimi azad edebilirim.”

sude anlam veremedi. “neden pişmansın ekrem?”

“hayatımdan. hayatıma katamadığım her şeyden. yapmak isteyip de yapamadığım her şeyden.

insanlar yaptıklarından çok, yapamadıkları şeyler için pişmanlık duyarlar. o kadar acınası bir durumdur ki bu, pişman olduklarını itiraf etmek istemezler. ruhlarını serbest bırakmazlar...

ipek’le evlenmek isterdim sude, çocuklarım olsun isterdim. kanepenin altına çoraplarımı attığım için paylanmak isterdim. belki o zaman sırf kumanda kavgası yapabilmek için bir televizyon alırdım. belki o zaman sırf faturalarından şikayet etmek için bir telefon alabilirdim. belki o zaman mutlu olabilirdim sude...”

sude karşısındaki adama baktı. ağzından dökülen her cümlede daha da derinine işleyen adama.

“meczup” dedi. “sana bundan sonra meczup diyeceğim...”

ekrem güldü. “bana seslendiğin sürece, ne diye hitap ettiğin önemli değil benim için... yeter ki bana seslen...”
***

sude ile mükemmel bir çift olmuşlardı. beraber yürüyorlardı artık. parklarda gazete okuyorlardı. arada rüstem bey ziyarete geliyordu, sude’yi alıp bir iki avukat arkadaşına götürüyordu. sen merak etme ekrem. ben bu işi çözerim diyordu. çözüyordu da. bir dedektif bile tutmuşlardı. sude’nin zaferi yakındı. bu da ekrem’i endişelendiriyordu. ya bırakıp giderse onu?

bırakıp gitmek insan hayvanının en sevdiği aktivitelerden biriydi. yüzüstü bırakıp gitmek listenin en başında geliyordu. koyverip bırakıp gitmek bunu takip ediyordu. çekip gitmek de bırakıp gitmek sayılıyordu bazı ilçelerde ama belediye buna karşı bir yönetmelik çıkartacaktı yakın zamanda. çıkartmalıydı da. kim ne yaptığını bilmezse nasıl bırakıp gidilecekti?

sonraki günler ve aylar su gibi akıp geçti. artık sude ekrem’de, ekrem sude’de büyük yer kaplıyordu.

buna da bir sınır getirmeliydi devlet. mesela bir insan diğer bir insanın sadece acımayacak yerlerini kaplamalıydı. kalbini değil de bademciklerini kaplamalıydı mesela. böylece ileride aldırılarak kurtulma imkanı vardı.

sonra bir gün ekrem, ipek’e mektup yazmayı unuttuğunu hatırladı. o gün aynı zamanda sude’nin davasının sonuçlandığı gündü.

bölüm 8 -ateş-

ekrem eve geldiğinde kapıyı kimse açmadı. kilitliydi. sude! diye seslendi. kilitli kapının arkasında belki biri vardır diye bir an ümit etmişti. içeri girdi. salona, mutfağa, banyoya ve hatta balkona baktı. yoktu. gitmişti. tek bir eşyası bile kalmamıştı. gromofonuna gitti. bir plak seçip yerleştirdi. sonra odasına geçti. bir kadeh. hayır hayır. bir şişe. votka? hayır viski.

daktilosunu başına oturdu. gözüne komodinin altında kımıldayan kavgalı olduğu fare ilişti.

“şimdi olmaz sayın fare... şimdi olmaz...”

neden gitmişti. bir not bırakamaz mıydı en azından... belediye neden bu muhitte yüzüstü bırakıp gitmeyi yasaklamamıştı. ayıp değil miydi bu yaptığı. yazık değil miydi onca biriken duygularına.

içerinden gelen müziğin eşliğinde içmeye devam ediyordu. ışıkları söndürmüş bir kaç mum yakmıştı. kim inanırdı ki şu mumun tepesinde yanan ateşin aynısı kalbinde yanıyor. yoksa kadınlara bir bildiri mi dağıtılmıştı?

“sevgili kadınlar!

bu mühim bilgiyi sizlere ulaştırmayı bir borç biliriz! bahsi geçen ekrem adındaki şahıs (meczup olarakta bilinir.) kadınlarla ilişkilerinde pek bir pısırıktır. cesareti yoktur. o kadar ki; bir kadına nasılsınız derken bile tek nefeste söyleyemez.

olur ha gönlünüzü kaptırırsanız;

ilk yapmanız gereken sakin olmak! bunu ona belli etmeyin! gülüşlerinizle ona ümit verin. her şey yolunda mesajı verin. ona ilgi duyuyormuş gibi yapın. sonra ufak ufak siz onda yer edin.

sayın bayan baktınız olmuyor, yüzüstü bırakın gidin yahu!

saygılarımızla

başbakanlık ekrem koruma bölümü.”

yok canım. başbakanın daha mühim işleri vardı. memleketi muhasır medeniyetler zirvesine çıkartacaktı. çok yüksekte olmalıydı bu zirve, zira henüz çıkabilen yoktu. nasuh mahluki başbakan olsa çıkarırdı memleketi oysa...

ekrem. yine girdin dipsiz kuyulara.

peki ipek, sen söyle. neden gitti? gitmedi. sadece bir süre ayrıldı. bu acı tanıdık geliyor ipek. tadı aynı. hissi aynı. tenimi değil benliğimi yakıyor bu acı. ateş...

daktilosuna bir kağıt daha yerleştirdi.

“sevgilim,

eriyip gidiyorum. her saniye bir nefesim eksiliyor. sana uzun uzadıya yazacak bir şeyim kalmadı artık. yanına al beni. bırakıp gitmek bir kerede bana nasip olsun şu hayatta. götür beni buradan.

yalvarıyorum.”

yanmak lazım dedi. aşkından yanmayana aşık denir mi hiç?

mumları devirdi. mumlar perdeleri oradan yatağı tutuşturdu. ekrem, daktilosunun başından kalkıp komodinden mektuplarını aldı. odanın ortasına oturup mektuplara sarıldı. viski şişesinin son yudumlarını dikledi. ve bağıra bağıra aklına gelen ilk soneyi seslendirdi

“Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Degil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmis başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmus Yemen'e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama...”

bölüm 9: -ayna-

sude sokağa girdiğinde itfaiyenin yangınla boğuştuğunu gördü. elindeki poşetleri fırlatarak binaya doğru koştu.

“bayan durun geçemezsiniz!” yüzü simsiyah olmuş bir itfaiye eri onu uzaklaştırmaya çalışıyordu.
“ben orada kalıyorum!”
“içeride kimse var mı!?”
“evet...! eşim var!”

birden çıkmıştı ağzından işte... birden çıksaydı ekrem de keşke...

itfaiye saatlerce yangını söndürmeye çalıştı. bahçe katı olduğu için müdahale zor oldu dediler. önce bahçeyi söndürmek bizi oyaladı dediler. camlardaki parmaklıklardan giremedik kapı zaten çelik kapıydı dediler.

çok bahane ürettiler. hiç bir bahane ölüme karşı dik duramazdı oysa.

oysa koşarak gitmişti o akşam. “ekrem” diyecekti “kazandım! aklandım!” diyecekti. gidelim buralardan diyecekti. belki biraz cesaretini toplarsa seni seviyorum ekrem diyecekti.

tüm hayalleri bahçe katı daireyle birlikte kül olmuştu.

***

kimse yoktu ekrem’in cenazesinde. rüstem bey yanında bir hemşireyle gelmişti. kalbi zor dayanıyordu ihtiyar adamın. ipek’in yanına gömdüler ekrem’den geriye kalanları. hemen ipek’in yanı başında bir mezar almıştı zamanında zaten ekrem. kimse bilmiyordu. bir gün olur da kalbim sensiz atmamaya karar verirse ipek, en azından toprağımız bir olsun demişti mezarı alırken. bunu da kimse bilmemişti.

***

evin tadilatı yaklaşık üç ay sürmüştü. sude eline geçen paranın bir kısmıyla bu evi hatırladığı gibi yeniden yaptırmıştı. elli sene öncesinin şartlarında. son düzenlemeleri yaparken polisin teslim ettiği ekrem’e ait eşyaların arasında kısmen yanmış ve ıslanmış mektupları buldu. çoğu okunamaz halde olsa da bir kısmı okunabiliyordu.

aradan rastgele bir mektup seçti.

“sevgilim,

kızmıyorsun bana değil mi? o kadar şirin ve korunmaya muhtaç ki. içim ona akmıyor desem yalan olur. çaresiz kaldığında veya utandığında senin gibi boynunu öne büküyor. öksürürken dudakları incecik oluyor senin gibi. o kadar senin gibi ki; yüz yüze baksanız aynaya baktığınızı zannedersiniz.

- bu kısımdaki yazılar okunmuyor-

…...........ama ipek, ben sana bunu yapamam! juliet romeo için intihar ettiğinde romeo da zehiri içmemiş miydi! ben içemedim ipek! ölmekten korktum. ölüp de bu dünya da seni kimsenin hatırlamamasından korktum. senin için yaşadım ipek. kötü mü yaptım?”

bir diğer mektup üzerinde beş ay öncesinin tarihi var.

“sevgilim,

derin bir yara daha açıldı yüreğimde. senin bıraktığın izin tam üstünde bir çizik daha var artık. duygularımı sana anlatmak isterdim ama, hissettiklerimin seni üzmesinden korkuyorum. kaybolmaktan korkuyorum. kaybetmekten korkuyorum....

korkuyorum ipek

-bundan sonrası okunamıyor-”

gözleri dolu bir halde mektupların okunabilen her cümlesini okudu. “ah be meczup” dedi “neden anlatmadın bunları bana...”

sude, ekrem’in kendisini ipek’e benzettiği için sevmeye başladığını anladı. aynanın yanlış tarafındaydı sude. bu tarafta sesler yoktu. duygular vardı. seslerin olmadığı bir yerde sözlerin de anlamı olmazdı. *
http://www.youtube.com/watch?v=4dWYR0ZNnlk

edit: bişeyler bişeyler...