bugün
- uludağ sözlüğün bitmiş olması12
- vahdettin'e hain diyenleri susturacak tarihi belge41
- cumaya gidenlerin çok azalması14
- kocamsunun hazırladığı sürpriz11
- karınıza kaşarlı poğaça yapar mısınız10
- güne bir şarkı bırak12
- tilki ailesi10
- bik bik'in balona binmesi36
- sözlükte ateist gibi takılan yahudiler11
- hamas bir terör örgütüdür24
- oksijensizsu13
- suriyeliler suriye'ye dönsün11
- sel felaketinin nedeni cehapedir10
- insana kendini kötü hissettiren şeyler16
- 170 boyunda olduğum için hep reddedildim24
- düşün ki o bunu okuyor14
- sözlük erkeğinden damat olmaz30
- temizlik hastası eşle sevişme öncesi diyaloglar14
- 30 nisan 2024 bayern münih real madrid maçı26
- çabuk vazgeçen insan10
- sırtınızı bir sözlük kızına dayar mısınız12
- fatih terim'in yuhalanması16
- ayça tilki10
- icardi190521
- memesi küçük olmak14
- diyanet işleri başkanına audi 6 tahsis edilmesi14
- adolf hitler9
- anın görüntüsü8
- ben bu davanın savcısıyım8
- ideal duş alma sıklığı8
- sözlük kızından gelin olmaz23
- sürekli milletin entrylerini eleştiren tip11
- crop giyen erkek11
- vatandaşlık farkı alan otel22
- nazar değdi sözlük12
- 1 m dolara bu bebeğe sertçe tokat atar mısınız23
- icardi1905 silik olsun kampanyası11
- kızımın kiminle yatıp kalktığıyla ilgilenmezdim14
- şehirler arası aşk yaşamak10
- true'nin porno arşivi kaç gb9
- bir kadının yemek ısmarlaması15
- erkeğe ne hediye alınır10
- bir sözlük yazarını kaşır mısınız11
- aleyna tilki10
- herkes güncel fiyatını yazabilir mi9
- arkadaşlar sizden bir şey rica edebilir miyim22
- ağaç gövdesi gibi bacakları olan kadın14
- sözlük yazarlarının tatlıları8
- sabah aç karnına içilen bira12
- alınan en güzel iltifat13
selam.
al mühürlü öfkelerimi birer birer dök sabahına,
çelişen umutlarımı izle; kendini satıyorlar adı konulmamış yarınlara
bir ayrılığın hilafına kurban ediyorum bu sevgiyi...
halvet kokuyor ruhu kaybolmuş her bir çiçeği
dokunma!..
dokunursan yeniden kanatırsın bu şiiri...
bu anımı sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
ah tatil gibisi var mıydı hiç...
ruhumdan icazet alıp benliğime işleyen eşsiz huzur, çam ağaçlarının toprağa mütenasip kokusu, yerinde durmaksızın hoplayıp zıplayan sincabın korkusu, hemen ilerideki koydan gelen fakir mangal kokusu... ne de güzel bir tatildi bu. huzur, pembe yüreğime yadsınamaz ömürler ekiyordu.
aylardır planladığım tatilime nihayet kavuşmuştum. bu tatile hiç olmadığım kadar ihtiyacım vardı.
öyle ki; son günlerde ruh halim pek iç açıcı görünmüyordu. ne eskisi kadar para harcıyordum, ne de gerçekleştirdiğim bir takım sevişmelerin akabinde göz yaşları döküyordum. biraz yalnızlığın iyi gelebileceğini düşünerek; aşk tüccarlarımı dahi yanımda getirmeden, apar topar tatile çıkmıştım.
tatilim sandığımdan da müthiş geçiyordu.
berrak bir ırmağın kenarında, elimdeki pembe misinalı oltamla, yüzüne 1.000 tl çarpmak suretiyle kiraladığım kemancının solo performansı eşliğinde, yarım tebessümüme vesile olan eşsiz kuş seslerinin kibri arasında, cennet bahçelerinden bile mübalağa duran bu eşsiz manzaranın karşısında; ırmaktan balık tutarak zaman geçiriyordum.
kemancı bir yandan ruhuma notaların nazlı rüzgarlarını üflerken, ben de bir yandan tuttuğum balıkları elime alıp kahkahalar saçıyordum.
toplam üç balık tutmuştum. her birinin gözlerine uzun uzun baktıktan sonra ne kadar iyi bir hayvan sever olduğumu bir kez daha anımsadım. yakaladığım üç balığın da dudaklarına birer öpücük kondurup, yüzgeçlerinin arasına 20'şer tl harçlık sıkıştırıp ırmağa yeniden salıverdim. suda kayboluşlarını izlerken mutluluk göz yaşları döküyordum.
ne kadar da mutlu bir gündü bu... keyfimden ne yapsam, nereye koşsam bilemiyordum.
tüm profesyonelliği ile hemen çaprazımda, ormanın içinde takım elbisesiyle keman çalan kemancıyı da tuttuğum gibi hemen ırmağa yuvarladım. bir yandan kahkaha atıyor, diğer yandan da suda yüzen kemancıyı taşlayıp karaya yaklaşmasına izin vermiyordum.
suya 1000 tl daha atıp, kemanını suyun altında çalmasını istedim. nefes almak için kafasını her sudan çıkarışında kafasına ağaç dallarıyla acımasızca vuruyordum. yaklaşık 15 dakika sonra bitap düşen bu garip kemancıyı oracıkta bırakıp, 5 dakika uzaklıktaki pembe çadırıma ilerledim.
yolda yürürken bir anda kendimi sorguladığımı fark ettim. az önce ardımda bıraktığım takım elbiseli kemancının götüne bir kez olsun bile bakmamıştım. üstelik ormanın ortasında yapayalnızdık. nasıl olur da aklımdan bir an olsun bile becermek geçmemişti...
nasıl da onu öylece suda bırakıvermiştim. gerçekten de iyi değildim. mpt'den (minik pembe tolga'dan) da ses soluk çıkmıyordu. korku içinde çadırıma girip yorganın altına saklandım. tanrım bana neler oluyordu böyle...
aklımı kaçırdığımı hissediyordum. kafamda milyonlarca paranoya beliriyordu.
az önce huzuri ritüeli tamamlyan kuş sesleri bile titrememe yetiyordu. çadırımın yakınlarından yükselen ayak sesleri de cabasıydı.
korktukça ayak sesleri artıyor, ayak sesleri arttıkça titriyordum...
çadırımın üzerinde beliren siluetle artık birinin yaklaştığını anlamak zor değildi. bu yaklaşan gölgeyi takip ederek çadırımı açmasını bekledim. bu esrarengiz gölge çadırımın fermuarını aralarken korku içerisinde Mukadderatımı bekliyordum.
ve o gölge artık çadırı tamamıyla aralamıştı:
bu bir kadındı...
kısacık mini eteği, derin göğüs dekoltesi ile adeta çırılçıplak karşımda dikiliyordu. kusmamak için elimle ağzımı tıkayarak çadırdan fırladım. ciğerlerime derin derin nefes çekip, az önce burnuma sirayet eden hormonsu kadın kokusunun tesirinden kurtulmaya çabalıyordum. nihayet kendime gelebildiğim anda, son derece sinirli ve argo bir üslupla bağırdım:
- merhaba efendim, ben pembe tolga. eğer yanlış anlamazsanız; acaba çadırıma gelerek gerçekleştirdiğiniz bu nezih sürprizin sebebini öğrenebilmem mümkün müdür? zira, yalnız bir tatilin berdevam eden hüznünde size pek vakit ayırabileceğimi sanmıyorum.
+ ya rahatsız ettiğim için kusura bakmayın n'olur... (elindeki tabağı işaret ederek) bu kanatları size babam yolladı.
"kokmuştur" dedi. ikram etmemizi istedi. (babası da ileriden el sallıyordu).
sırt üstü yere yatıp kahkahalar atmaya başladım. adeta içim gıdıklanıyordu. yüce tanrım yine bu pembe kuluna dayanamayıp hediye yollamıştı. ne de güzel bir tatildi bu... pembe tolga geri dönmüştü.
ayağa kalkar kalkmaz kızın elindeki tabağa elimin dışıyla vurup, ormana doğru ilerlemesini işaret ettim.
kız şehvetli bir gülücük atıp, dediğimi gerçekleştirdi. ormana yürürken babasına "güle güle" diye bağırması da dikkatimden kaçmamıştı. ormana yürürken bir yandan da kızın fizibilite çalışmasını yürütüyordum.
kız; 20'li yaşlarda, ayağındaki terliğe bakılacak olursa; orta gelirli bir ailenin kızı, kan toplamamış parmaklarına göre sevgilisi olmadığından uzun bir süredir mesajlaşmamış, babasına "güle güle" deyişine göre de birkaç kez sevişmiş bir kızdı.
üstelik de çok gevezeydi:
+ sizin gibi alımlı bir beyin bu ormanda yalnız başına ne işi var? bu arada pembe sandaletleriniz çok şirinmiş.
- çok teşekkür ederim. ne de hoş bir cins-i latifsiniz siz. lütfen cevap verin güzel bayan; en sevdiğiniz çiçek nedir?
+ ya ne çiçeği... çiçeği bilmem de; ben kalın mantarları çok ama çok severim. özellikle de yemeyi.
bu densiz cümlesinin ardından, son derece itici, zayıf yaratılmış korunmasız erkeklere karşı bir pençe gibi kullandığı istekli bakışlarını üzerime doğrulttu. parmaklarının ucuna basarak yaklaşışı iyiden iyiye midemi bulandırmıştı. apaçık benimle sevişmek istediğini beyan edemese de ima ediyordu. düşünmesi bile korkunçtu.
adımlarını özenle saymaya devam ettim. zaten onu yeterince kamp alanından uzaklaştırmıştım. son yarım adımı kaldığında;
arka cebimden çıkardığım yıldız uçlu tornavidayı sol gözüne yatay bir şekilde sokup geri çektim.
çığlıklar içinde yere kapaklanmasının ardından; yine sol arka cebimden çıkardığım neşterle dilinin yarısını kesip boğazına doğru içeriye teptim. sandığımdan güçlü bir kızdı... boğazını tam olarak tıkayamadım. acı dolu çığlıklarını azaltmak için başına sert bir şekilde tekme atıp sersemlettim. kendinde olup olmadığını anlamak adına burun deliklerine cam parçaları yerleştirip hafif bir yumruk attım.
kendindeydi...
yanıma adrenalin almayı unuttuğumu hatırlayıp; endişeyle işi hemen bitirmem gerektiğini hatırladım. bayılırsa hiçbir anlamı kalmayacaktı.
aceleyle kızı gölgelik alandan güneşli bir alana sürüdüm. yaklaşık 10 dakika güneşin altında ısındığına kanaat getirdiğimde, vücuda temiz kan pompalayan ana arter damarına, özenle enjektöre çektiğim protolin karışımını enjekte edip sigaramı yaktım.
olacakları keyifle bekliyordum. vücut ısısının biraz daha üstünde olan kan, -ki zaten güneşin altında- enjekte ettiğim protolinin daha çabuk donmasını kolaylaştıracak, sıvıyla temas eden protolin; donma esnasında tepkimeye girip sert bir madde halini alarak genleşecekti.
damarlarına protolin enjekte edişimin 8. dakikasında kahkaha atmaya başlamıştım bile. kızın derisinin altına toplanan kanlar mor bir görsel şöleni andırıyordu.
damarları çoktan patlamaya başlamıştı bile. protolinin patlatıp geçtiği damarlarına bir yandan da tekme atıp gülüyordum. her şey istediğim gibi gidiyordu.
burnundan süzülen kanlar ve uykuya eğilim gösterişi, sona yaklaştığımızın habercisiydi. beyin kanaması beklediğimden erken gerçekleşmişti. fakat tamamen tatmin olduğumu hissedebiliyordum.
çadırıma geri döndüğümde kızın babası tedirgin bir şekilde, kendi çadırının başında, elini güneşe siper ederek kızının ormandan gelişini bekliyordu. göbekli ve bakımsız bir adamdı. bu adamdan nefret etmiştim.
yağlı popo lobları ayaklarının her hareket edişinde adeta omuz silkiyordu. bu tedirgin babanın endişesine bir son vermek adına, usulca yaklaşıp seslendim:
- merhaba bayım, ben pembe tolga. kızınız mangal için mantar toplayacağını söyledi. ne yalan söyleyeyim kokusunu burnumda hissetmedim desem yalan söylemiş olurum. umarım akşam mangal için bir tabak daha ayırabilirsiniz.
+ ben de başınıza bir şey geldi sandım. ne demek dostum, seve seve ayırırız.
ensesinden tuttuğum gibi yüzünü kızgın mangalın ızgarasına bastırdım. acıyla beni iteceği sırada omurlarına sapladığım mini pembe rambo bıçağımla, hareketsiz bir şekilde iradesini çaresizce bana teslim etmek durumunda kaldı. adeta yanık şişman fakir kokusu burnuma ziyafet çektiriyordu. yanaklarını yeteri kadar yaktıktan sonra;
acıdan kıvranan bu göbekli babişkonun şortunu indirdiğim gibi sevgi yolunu ve loblarını incelemeye koyuldum.
sıradan bir göttü. sevgi yolu pek ayrılmamış, poposunun sağ ve sol lobları hiç uvb ışınlarına maruz kalmamış, geniş omuzları dışında emprovizasyon sadeliği olan çirkin bir erkekti. ondan nefret ediyordum.
mpt'yi çıkardığım gibi bu çaresiz adamın içine empoze ettim. onu becerirken bir yandan da kahkahalar atıyordum.
ormanda yankılanan şen kahkahalarımı engelleyemiyordum. içten içe, katıla katıla gülüyor, diğer yandan da adamın yaralı suratına yumruklar saçıyordum. işimin bitmesinin akabinde adamın sol yumurtalığını kesip karınca yuvasının içine teptim.
ve ardından ayaklarımı uzatıp, gündüz vakti kendini gösteren ayı izlemeye koyuldum.
ne de güzel parlıyordu... yoksa gözlerimden süzülen uhrevi yaşlar mıydı ayı bu kadar parlak gösteren?
bilmiyordum...
ama ağlıyordum... ve nihayet ermiştim yine bu yaşlara.
durduramıyordum, ağlıyordum yine.
süzülüyordu her biri, çaresizliğin en büyük fiyaskosuna dokunuyordu.
ve ben; ağlıyordum işte. ağlıyordum gafleti tükenmiş pembeliğime.
al mühürlü öfkelerimi birer birer dök sabahına,
çelişen umutlarımı izle; kendini satıyorlar adı konulmamış yarınlara
bir ayrılığın hilafına kurban ediyorum bu sevgiyi...
halvet kokuyor ruhu kaybolmuş her bir çiçeği
dokunma!..
dokunursan yeniden kanatırsın bu şiiri...
al mühürlü öfkelerimi birer birer dök sabahına,
çelişen umutlarımı izle; kendini satıyorlar adı konulmamış yarınlara
bir ayrılığın hilafına kurban ediyorum bu sevgiyi...
halvet kokuyor ruhu kaybolmuş her bir çiçeği
dokunma!..
dokunursan yeniden kanatırsın bu şiiri...
bu anımı sizlere bu liriklerimle tasvir etmek istedim.
merhaba,
ben pembe tolga
ah tatil gibisi var mıydı hiç...
ruhumdan icazet alıp benliğime işleyen eşsiz huzur, çam ağaçlarının toprağa mütenasip kokusu, yerinde durmaksızın hoplayıp zıplayan sincabın korkusu, hemen ilerideki koydan gelen fakir mangal kokusu... ne de güzel bir tatildi bu. huzur, pembe yüreğime yadsınamaz ömürler ekiyordu.
aylardır planladığım tatilime nihayet kavuşmuştum. bu tatile hiç olmadığım kadar ihtiyacım vardı.
öyle ki; son günlerde ruh halim pek iç açıcı görünmüyordu. ne eskisi kadar para harcıyordum, ne de gerçekleştirdiğim bir takım sevişmelerin akabinde göz yaşları döküyordum. biraz yalnızlığın iyi gelebileceğini düşünerek; aşk tüccarlarımı dahi yanımda getirmeden, apar topar tatile çıkmıştım.
tatilim sandığımdan da müthiş geçiyordu.
berrak bir ırmağın kenarında, elimdeki pembe misinalı oltamla, yüzüne 1.000 tl çarpmak suretiyle kiraladığım kemancının solo performansı eşliğinde, yarım tebessümüme vesile olan eşsiz kuş seslerinin kibri arasında, cennet bahçelerinden bile mübalağa duran bu eşsiz manzaranın karşısında; ırmaktan balık tutarak zaman geçiriyordum.
kemancı bir yandan ruhuma notaların nazlı rüzgarlarını üflerken, ben de bir yandan tuttuğum balıkları elime alıp kahkahalar saçıyordum.
toplam üç balık tutmuştum. her birinin gözlerine uzun uzun baktıktan sonra ne kadar iyi bir hayvan sever olduğumu bir kez daha anımsadım. yakaladığım üç balığın da dudaklarına birer öpücük kondurup, yüzgeçlerinin arasına 20'şer tl harçlık sıkıştırıp ırmağa yeniden salıverdim. suda kayboluşlarını izlerken mutluluk göz yaşları döküyordum.
ne kadar da mutlu bir gündü bu... keyfimden ne yapsam, nereye koşsam bilemiyordum.
tüm profesyonelliği ile hemen çaprazımda, ormanın içinde takım elbisesiyle keman çalan kemancıyı da tuttuğum gibi hemen ırmağa yuvarladım. bir yandan kahkaha atıyor, diğer yandan da suda yüzen kemancıyı taşlayıp karaya yaklaşmasına izin vermiyordum.
suya 1000 tl daha atıp, kemanını suyun altında çalmasını istedim. nefes almak için kafasını her sudan çıkarışında kafasına ağaç dallarıyla acımasızca vuruyordum. yaklaşık 15 dakika sonra bitap düşen bu garip kemancıyı oracıkta bırakıp, 5 dakika uzaklıktaki pembe çadırıma ilerledim.
yolda yürürken bir anda kendimi sorguladığımı fark ettim. az önce ardımda bıraktığım takım elbiseli kemancının götüne bir kez olsun bile bakmamıştım. üstelik ormanın ortasında yapayalnızdık. nasıl olur da aklımdan bir an olsun bile becermek geçmemişti...
nasıl da onu öylece suda bırakıvermiştim. gerçekten de iyi değildim. mpt'den (minik pembe tolga'dan) da ses soluk çıkmıyordu. korku içinde çadırıma girip yorganın altına saklandım. tanrım bana neler oluyordu böyle...
aklımı kaçırdığımı hissediyordum. kafamda milyonlarca paranoya beliriyordu.
az önce huzuri ritüeli tamamlyan kuş sesleri bile titrememe yetiyordu. çadırımın yakınlarından yükselen ayak sesleri de cabasıydı.
korktukça ayak sesleri artıyor, ayak sesleri arttıkça titriyordum...
çadırımın üzerinde beliren siluetle artık birinin yaklaştığını anlamak zor değildi. bu yaklaşan gölgeyi takip ederek çadırımı açmasını bekledim. bu esrarengiz gölge çadırımın fermuarını aralarken korku içerisinde Mukadderatımı bekliyordum.
ve o gölge artık çadırı tamamıyla aralamıştı:
bu bir kadındı...
kısacık mini eteği, derin göğüs dekoltesi ile adeta çırılçıplak karşımda dikiliyordu. kusmamak için elimle ağzımı tıkayarak çadırdan fırladım. ciğerlerime derin derin nefes çekip, az önce burnuma sirayet eden hormonsu kadın kokusunun tesirinden kurtulmaya çabalıyordum. nihayet kendime gelebildiğim anda, son derece sinirli ve argo bir üslupla bağırdım:
- merhaba efendim, ben pembe tolga. eğer yanlış anlamazsanız; acaba çadırıma gelerek gerçekleştirdiğiniz bu nezih sürprizin sebebini öğrenebilmem mümkün müdür? zira, yalnız bir tatilin berdevam eden hüznünde size pek vakit ayırabileceğimi sanmıyorum.
+ ya rahatsız ettiğim için kusura bakmayın n'olur... (elindeki tabağı işaret ederek) bu kanatları size babam yolladı.
"kokmuştur" dedi. ikram etmemizi istedi. (babası da ileriden el sallıyordu).
sırt üstü yere yatıp kahkahalar atmaya başladım. adeta içim gıdıklanıyordu. yüce tanrım yine bu pembe kuluna dayanamayıp hediye yollamıştı. ne de güzel bir tatildi bu... pembe tolga geri dönmüştü.
ayağa kalkar kalkmaz kızın elindeki tabağa elimin dışıyla vurup, ormana doğru ilerlemesini işaret ettim.
kız şehvetli bir gülücük atıp, dediğimi gerçekleştirdi. ormana yürürken babasına "güle güle" diye bağırması da dikkatimden kaçmamıştı. ormana yürürken bir yandan da kızın fizibilite çalışmasını yürütüyordum.
kız; 20'li yaşlarda, ayağındaki terliğe bakılacak olursa; orta gelirli bir ailenin kızı, kan toplamamış parmaklarına göre sevgilisi olmadığından uzun bir süredir mesajlaşmamış, babasına "güle güle" deyişine göre de birkaç kez sevişmiş bir kızdı.
üstelik de çok gevezeydi:
+ sizin gibi alımlı bir beyin bu ormanda yalnız başına ne işi var? bu arada pembe sandaletleriniz çok şirinmiş.
- çok teşekkür ederim. ne de hoş bir cins-i latifsiniz siz. lütfen cevap verin güzel bayan; en sevdiğiniz çiçek nedir?
+ ya ne çiçeği... çiçeği bilmem de; ben kalın mantarları çok ama çok severim. özellikle de yemeyi.
bu densiz cümlesinin ardından, son derece itici, zayıf yaratılmış korunmasız erkeklere karşı bir pençe gibi kullandığı istekli bakışlarını üzerime doğrulttu. parmaklarının ucuna basarak yaklaşışı iyiden iyiye midemi bulandırmıştı. apaçık benimle sevişmek istediğini beyan edemese de ima ediyordu. düşünmesi bile korkunçtu.
adımlarını özenle saymaya devam ettim. zaten onu yeterince kamp alanından uzaklaştırmıştım. son yarım adımı kaldığında;
arka cebimden çıkardığım yıldız uçlu tornavidayı sol gözüne yatay bir şekilde sokup geri çektim.
çığlıklar içinde yere kapaklanmasının ardından; yine sol arka cebimden çıkardığım neşterle dilinin yarısını kesip boğazına doğru içeriye teptim. sandığımdan güçlü bir kızdı... boğazını tam olarak tıkayamadım. acı dolu çığlıklarını azaltmak için başına sert bir şekilde tekme atıp sersemlettim. kendinde olup olmadığını anlamak adına burun deliklerine cam parçaları yerleştirip hafif bir yumruk attım.
kendindeydi...
yanıma adrenalin almayı unuttuğumu hatırlayıp; endişeyle işi hemen bitirmem gerektiğini hatırladım. bayılırsa hiçbir anlamı kalmayacaktı.
aceleyle kızı gölgelik alandan güneşli bir alana sürüdüm. yaklaşık 10 dakika güneşin altında ısındığına kanaat getirdiğimde, vücuda temiz kan pompalayan ana arter damarına, özenle enjektöre çektiğim protolin karışımını enjekte edip sigaramı yaktım.
olacakları keyifle bekliyordum. vücut ısısının biraz daha üstünde olan kan, -ki zaten güneşin altında- enjekte ettiğim protolinin daha çabuk donmasını kolaylaştıracak, sıvıyla temas eden protolin; donma esnasında tepkimeye girip sert bir madde halini alarak genleşecekti.
damarlarına protolin enjekte edişimin 8. dakikasında kahkaha atmaya başlamıştım bile. kızın derisinin altına toplanan kanlar mor bir görsel şöleni andırıyordu.
damarları çoktan patlamaya başlamıştı bile. protolinin patlatıp geçtiği damarlarına bir yandan da tekme atıp gülüyordum. her şey istediğim gibi gidiyordu.
burnundan süzülen kanlar ve uykuya eğilim gösterişi, sona yaklaştığımızın habercisiydi. beyin kanaması beklediğimden erken gerçekleşmişti. fakat tamamen tatmin olduğumu hissedebiliyordum.
çadırıma geri döndüğümde kızın babası tedirgin bir şekilde, kendi çadırının başında, elini güneşe siper ederek kızının ormandan gelişini bekliyordu. göbekli ve bakımsız bir adamdı. bu adamdan nefret etmiştim.
yağlı popo lobları ayaklarının her hareket edişinde adeta omuz silkiyordu. bu tedirgin babanın endişesine bir son vermek adına, usulca yaklaşıp seslendim:
- merhaba bayım, ben pembe tolga. kızınız mangal için mantar toplayacağını söyledi. ne yalan söyleyeyim kokusunu burnumda hissetmedim desem yalan söylemiş olurum. umarım akşam mangal için bir tabak daha ayırabilirsiniz.
+ ben de başınıza bir şey geldi sandım. ne demek dostum, seve seve ayırırız.
ensesinden tuttuğum gibi yüzünü kızgın mangalın ızgarasına bastırdım. acıyla beni iteceği sırada omurlarına sapladığım mini pembe rambo bıçağımla, hareketsiz bir şekilde iradesini çaresizce bana teslim etmek durumunda kaldı. adeta yanık şişman fakir kokusu burnuma ziyafet çektiriyordu. yanaklarını yeteri kadar yaktıktan sonra;
acıdan kıvranan bu göbekli babişkonun şortunu indirdiğim gibi sevgi yolunu ve loblarını incelemeye koyuldum.
sıradan bir göttü. sevgi yolu pek ayrılmamış, poposunun sağ ve sol lobları hiç uvb ışınlarına maruz kalmamış, geniş omuzları dışında emprovizasyon sadeliği olan çirkin bir erkekti. ondan nefret ediyordum.
mpt'yi çıkardığım gibi bu çaresiz adamın içine empoze ettim. onu becerirken bir yandan da kahkahalar atıyordum.
ormanda yankılanan şen kahkahalarımı engelleyemiyordum. içten içe, katıla katıla gülüyor, diğer yandan da adamın yaralı suratına yumruklar saçıyordum. işimin bitmesinin akabinde adamın sol yumurtalığını kesip karınca yuvasının içine teptim.
ve ardından ayaklarımı uzatıp, gündüz vakti kendini gösteren ayı izlemeye koyuldum.
ne de güzel parlıyordu... yoksa gözlerimden süzülen uhrevi yaşlar mıydı ayı bu kadar parlak gösteren?
bilmiyordum...
ama ağlıyordum... ve nihayet ermiştim yine bu yaşlara.
durduramıyordum, ağlıyordum yine.
süzülüyordu her biri, çaresizliğin en büyük fiyaskosuna dokunuyordu.
ve ben; ağlıyordum işte. ağlıyordum gafleti tükenmiş pembeliğime.
al mühürlü öfkelerimi birer birer dök sabahına,
çelişen umutlarımı izle; kendini satıyorlar adı konulmamış yarınlara
bir ayrılığın hilafına kurban ediyorum bu sevgiyi...
halvet kokuyor ruhu kaybolmuş her bir çiçeği
dokunma!..
dokunursan yeniden kanatırsın bu şiiri...
okumak için gözlerim çıksa da merhaba ben pembe tolga'yı okumak ibadettir.
güncel Önemli Başlıklar