bugün

işine geldiğine yücelten işine gelmediğine deli diyen kemalist iftiraları..

------

Tarih boyunca insanlar, kendi putlarını red edenleri, eleştirenleri çeşitli iftiralarla sindirmeye çalışmışlar… Onlara “deli, mecnun” gibi ithamlarda bulunmuşlardır. Aslında bu, gerçek ve doğruların ortaya çıkmasını kabullenememekten kaynaklanan aciz bir yöntemdir. Maalesef Peygamberler de (selam olsun onlara) bu tür suçlamalara maruz kalmışlardır.[1]

Son dönemde bu suçlamalardan ve iftiralardan, Moskova ve Lozan antlaşmalarına delege olarak katılan, 14 ciltlik Türk Tarihi’ni yazan, ilk Milli Eğitim Bakanı ve aynı zamanda Sağlık Bakanlığı yapmış olan Dr. Rıza Nur da nasibini almıştır… Kendisi M. Kemal Atatürk’ün yaptıklarını, icraatlarını, karakterini eleştirmiş ve bazı gizli kalmış gerçekleri ortaya çıkarmıştır. Elbette bu, M. Kemal Atatürk’ü ilah mertebesine çıkaran ve doğrulara cevap veremeyenleri rahatsız etmiştir… Dolayısıyla karalama kampanyası başlatılmış ve çarşaf çarşaf iftiranameler basında yayınlanmıştır.

Bu çalışmamızda, Dr. Rıza Nur’un yazdıklarına cevap vermek yerine, ona “deli, mecnun” diyerek ve hatıratından bazı cümleleri cımbızlayarak manayı tahrif edenlere cevap verilecektir.

Aynı zamanda bu çalışmamızda, kemalistlerce ülkemizde 90 yılı aşkın bir süredir, yapılagelen suçlamaların, iftiraların, karalamaların, saptırmaların, sindirmelerin, belge tahrifinin, çamur atmaların, aşağılamaların hangi boyutlara vardığının adeta bir özetini bulacaksınız.

Bu iftiranameyi kaleme alan şahsın ismini bilmiyoruz, ancak kendisine Dr. Rıza Nur’un M. Kemal Atatürk’e taktığı “NERON” ismini takıyoruz.

NERON sözlerine şöyle başlıyor:

“Hayatım ve Hatıralarım” adlı 2005 sayfalık baştan sona iftira ve uydurma ile dolu kitabında…”

Kitabın baştan sona “iftira ve uydurma” olduğunu söyleyen Neron, her nedense bu iftiralara cevap ver(e)mez.

Neron, “Saldırganların pek çok kaynak dediği de bu kitaptır” diyerek M. Kemal Atatürk’e yönelik eleştirileri münferit bir vak’a gibi göstermeye gayret eder ve okuyucuya M. Kemal’in başka muhalifinin olmadığını telkin etmeye çalışır. Öyle anlaşılıyor ki, Rauf Orbay, Refet Bele, Kazım Karabekir, Cafer Tayyar, Mustafa Sabri vs. gibi muhalifleri okuyucudan gizlemek istemektedir. Halbuki M. Kemal Atatürk’e yakınlığı ile bilinen General Fahrettin Altay bile M. Kemal’in Türk kadınını çırıl çıplak soyarak Iran Şahı’na takdim ettiğini hatıralarında yazıyor. Ayrıntılı bilgi için şu konumuza bakılabilir:

http://www.belgelerlegerc...di-diyenere-ithaf-olunur/

Neyse…

Neron, Dr. Rıza Nur’un “Türk Tarihi” adlı kitabında “M. Kemal’in hakkını teslim ettiğini” söyler, ancak Rıza Nur’un hatıratında bunun gerekçesini açıkladığından hiç bahsetmez. Rıza Nur, “Türk Tarihi” isimli eserin basımının M. Kemal’i övmekten geçtiğinin altını çizer ve buna rağmen aynı eserde üstü kapalı olarak M. Kemal’i eleştirdiğine vurgu yapar.

Neron, Dr. Rıza Nur’un Paris’e yerleşmesini hastalığına bağlar, oysa hatıratında defaatle, M. Kemal’in diğer muhalifler gibi kendisini de yok edeceğinden endişelendiği için Paris’e yerleştiğini beyan eder. Ayrıca M. Kemal ve avenesinin gerçek yüzünü yazmanın ancak yurtdışında mümkün olduğuna değinir.

Neron, Rıza Nur’un hatıralarını çeşitli müzelere 1960 yılına kadar okuyuculara sunulmamak koşuluyla emanet etmesini; “olay tanıklarının ölmesini beklemek” şeklinde yorumlar… Halbuki herkesce malumdur ki, M. Kemal’in idaresi diktatörlüktür ve muhaliflerini en şiddetli biçimde susturmuştur.

Buna dair birkaç misal vermekte fayda mülahaza etmekteyiz…

Zekeriya Sertel 5 yıl süren Takrir-i Sükun Kanunu dönemini şöyle anlatır;

“Basın sıkı bir baskı altında yaşıyordu. Telefonla gazete başyazarlarına verilen emirlerin dışına çıkılamazdı. En ufak bir hata yüzünden, gazete haftalarca kapatılır, sorumlular mahkemeye verilirdi. Yani tek kelimeyle halk nefes alamıyordu. Havasızlıktan ve hürriyetsizlikten boğuluyordu.”[2]

14 Ocak 1923 günü M. Kemal, Karabekir ve Fevzi Paşa ile trenle izmir’e gider. M. Kemal o gün çok öfkelidir. Öfkesinin nedeni de Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in çıkaracağı gazete için Ankara’ya matbaa makinası getirmesidir.

Karabekir o gezide yaşadıklarını şu sözlerle anlatır:

“Gazi M. Kemal pek asabi idi. Muhaliflerden Ali Şükrü Bey, (Ankara’ya matbaa makinası getirmiş.. Tan adında bir gazete çıkaracakmış, siz hâlâ uyuyorsunuz) diye yaveri Cevat Abbas Bey’e verdi; veriştirdi. Ve **(yakın, yıkın)** diye çıkıştı. Yalnız kalınca kendilerini teskin ettim. Bu tarzdaki beyanatının dışarıya aks edebileceğini ve pek de doğru olmadığını anlattım.”[3]

1931 Matbuat Kanunu’nun ilginç ve hukuka aykırı maddesi:

“Her gazete ya da derginin yayınından doğan sorumluluk genel yayını fiilen yöneten kişi ile bu gazete ya da dergi sahibine aittir.” (madde 27) [4]

Yani bir yazarın yazdığı yazıdan üç kişinin, yazı işleri müdürü, genel yayın yönetmeni ve gazete sahibinin de sorumlu tutulması, özellikle yalan haber yazan bir muhabirin cezasına diğer üç kişinin de ortak olması hem basın özgürlüğüne hem de hukuka aykırıdır.

8 Ağustos 1931’de yürürlüğe giren 25 Temmuz 1931 tarih ve 1881 sayılı bu yasanın 27. maddesinin basın özgürlüğü ve temel haklar açısından en çok eleştirilen madde olduğunu Çetin Özek [5] ve Remzi Balkanlı [6] kitaplarında yazmışlardır.

Son olarak Kazım Karabekir’in daha basılamadan toplatılıp yakılan[7] “istiklal Harbimiz” adlı eseri, o dönemin diktatörlük olduğunun en bariz delilidir. Bu durumda Dr. Rıza Nur’un isabetli bir karar verdiğini söyleyebiliriz.

Basın sansürü ile ilgili ayrıntılı bilgi için şu konumuza bakılabilir:

http://www.belgelerlegerc...-gazeteler-basin-sansuru/

Kaldı ki Rıza Nur’un hatıralarının yayınlandığı zaman Ismet Inönü hayatta idi ve bu kitapta yer alan iddialara cevap ver(e)medi.

Yazımızın başında, gerçekleri ortaya çıkaran insanların “deli, mecnun” diye yaftalandığına dikkat çekmiştik.

Işte Neron’ların, Dr. Rıza Nur’un hatıratından yola çıkarak, koyduğu teşhisler:

– izolasyon
– depresyon
– homoseksüel eğilimli
– Obsesif- kompülsiv sendrom
– depersonelizasyon (aşağılık duygusu)
– agresif ve hostil (saldırgan ve kızgın)
– psikopat
– mitomani (yalan söyleme)
– fabulasyon
– fanteziler
– megalomani
– narsisizm
– paranoid reaksiyon
– egosantirizm

***

Dr. Rıza Nur’a cevap vermek yerine, ona bütün bu teşhisleri koymak, bir nevi; “biz bu adama cevap veremiyoruz, en iyisi mi siz bu adamın dediklerini dinlemeyin, inanmayın çünkü bu adam delidir” demekten farksızdır. Akıl ve vicdan sahibi bir insan, buradaki kastı kolayca anlayabilir.

Islam tarihini okuyanlar, bunun Mekkeli müşriklerin metodu olduğunu teyit edeceklerdir.

Diğer taraftan Neron, şöyle der: “işte yeni Rıza Nurların peşinden gittiği, hep kaynak gösterdikleri kişi bu.”

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, okuyucular, M. Kemal Atatürk’ü bu hasta ruhlu (!) adamdan başka kimsenin eleştirmediğine ve bunun münferit bir vak’a olduğuna inandırılmak istenir, ancak nafile.

Telkinat devam ediyor. Rıza Nur’a bir koğuş hastaya yetecek kadar hastalık teşhisi koyan Neron, hıncını alamaz ve ilmen cevap veremeyenlerin belirgin özelliği olan “belden aşağı vurma” yöntemine başvurur… Rıza Nur’un cinsel yönden sağlıklı olmadğını, tecavüze uğradıgını vs. yazar. Ancak biz bu iddianın temelsiz olduğunu kanıtlayacağız.

Şimdi Rıza Nur’un hatıratından cımbızlamak suretiyle kasten manası tahrif edilmek istenen cümlelere gelelim:

Neron’un cımbızlaması:

“Yataktan fırladım. Adam da derhal kaçtı. Baktım ki donum kesilmiş. Artık uyuyamadım.”

Cevabımız:

Burada okuyucuları aldatma amacı güdülmüştür. Okuyucusuna saygısı olmayan, onu kandırmaya çalışmaktan utanmayan birisine cevap verdiğim için kendimden utanıyorum desem yalan olmaz. Lakin herşeyi bir yana bırakıp cevabımızı vereceğiz.

Rıza Nur bu vak’ayı hatıratında şöyle anlatır:

“Son sınıfa geldik. Sınıfta Anadolulu bir çocuk vardı; fakirdi. Babası pansiyona koymuş, gitmiş. Buna acıdım. Çok iyi ahbap olmuştuk. Harçlığımdan buna da verirdim. Bir aralık çamaşırı da kalmamıştı. Çamaşırlarımdan da bir kısmını getirip verdim. Bu çocuğu hakiki ve saf bir sevgi ile severdim. Benden bir-iki yaş büyüktü. Bir gün beni evine çağırdı. Gece kalmağa da zorladı. Halamdan korktuğum halde nasılda uydum, kaldım. ‘Rakı içelim’ dedi, içtim. Bana bir yatak yaptılar, yattım. Uyumuşum. Bir aralık birden uyandım. Anladım ki; karanlıkta biri yatağımdan donumu çekiyor ve kesiyor. Yataktan fırladım. Adam da derhal kaçtı. Baktım ki; donum kesilmiş. Artık uyuyamadım. Giyindim. Bu işi yapan o çocuktu. Bereket versin ki, uyandım. Bu hakarete uğrayışım aklımı başımdan aldı. Şunu bulayım, boğayım dedim. Evindeyim, korktum. Pencereyi de açtım. Bir şey olsa bağıracağım. Hem de düşündüm, aklım başıma geldi: ‘Bu adi çocuk bana istediğini yapamamıştır. Bunu dallandırmaktansa kapatmak evladır’ dedim.” (cild 1, sayfa 78, 79.)

Başka söze ne hacet?

***

Neron’un cımbızlaması:

“Ne hayvan, ne de insan sevmem. Hele insanlar, iğrendiğim şeylerdir. (s.1531)”.

Cevabımız:

Ne hayvan, ne de insan sevmem. Hele insanlar iğrendiğim şeylerdir… Derken ne anlamda söylediği önemlidir. O dönemde M. Kemal Atatürk ve Ismet Inönü gibi yalancıların-dolancıların çevresinde olmasından dolayı, o tip insanları sevmiyorum şeklinde anlamak lazım. Zira bu sözlerin ardından; “manevi bir insaniyete meftunum (gönül vermişim)” der.

Öte yandan; “zalime, müstebide, haksıza, namussuza karşı sertimdir. Fakat mazlumlara karşı gönlüm pek yufkadır. Ağlarım. Hele üç şey bana pek dokunur, mutlaka gözlerimden yaş getirir: Perişan dilenci, bir ağızdan şarkı söyleyen mektep çocukları, talimle yürüyen asker alayı”

şeklindeki açıklaması, anlamak isteyenlere çok şey anlatır.

Kaldı ki, kendisine hediye edilen bir attan bahsederken atı sevdiğini, mahallenin köpekleriyle oynadıklarını ve köpeklere sevgi beslediğini, kuşlar ile meşgul olduğunu, kafes yaptığını ve onları çok sevdiğini ifade eder. Binaenaleyh, zararlı hayvan ve insanları kastettiği ortadadır. (cild 4, sayfa 1532.)

***

Neron’un cımbızlaması:

“Kadın, erkekten aşağı bir mahluktur. (s.1530)”

Cevabımız:

Rıza Nur bu konuda “aşağı” gibi bir kelime kullanmaz. Altta da görüleceği üzere “zayıf” kelimesini kullanır. Söz konusu bölümü aynen alıntılıyoruz:

“Şimdi kadınların mebus, vekil gibi yüksek mevkilere çıkması moda. Akıllarına şaşarım, sökmez bir iştir. Yine eski hale geleceksin. Eğer onlar bu kabiliyette olsalardı, asırlardan beri sosyetede erkeklerle beraber yürürlerdi. Vakıa erkekler kanunları kendi lehlerine yapmışlardır. Fakat bu onların kusuru değil, kadınların aczidir. Mani olamamışlar, kadın zayıf bir mahluktur. Tabiat böyle yapmış. Sinirleri zayıf, aybaşları gelir, hastadırlar. Gebe kalırlar, bir yıl karınlarında yük taşır, kımıldayamazlar.” (cild 4, sayfa 1530.)

Bu sözlerde ne gibi bir yanlışlık var? Bu görüşün birçok delili mevcut. Özellikle kadınlara Peygamberlik vazifesi verilmemiş olması; insanları sevk ve idarede kadınların yeterli olmadığının delili değil midir? Aynı zamanda dindar olmadığını hatıratında söyleyen Dr. Rıza Nur’un yapmış olduğu tespitlerin Adetullah’a uygun düşmesi, “aklın yolu birdir” atasözünü hatırlatmaktadır. Kaldı ki, Türkiye’de ilk modern ruh sağlığı hastanesini kuran ruh ve sinir hastalıkları uzmanı Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman’da farklı şeyler söylemez:

“Kadınla erkeğin tabiat farklılığı daha küçük yaşta başlar ve gittikçe artar. Evvelâ, kadının esas mizacı heyecanlılık (emotivite)dir. Bütün kadın psikozlarında bunun izlerine tesadüf olunur. Heyecanın hakim olduğu psikozlar, meselâ, cinnet-i mania-i inhitabiye kadınlarda daha çoktur. Vahşi kavimlerden en yüksek medeni milletlerin kadınlarına, pek asrî terbiye görmüş bir mini mini hanımla, köyde doğup büyümüş bir köy kızına varıncaya kadar kadınların müşterek hisleri, birbirinden farklı olmayan jestleri vardır. Her kadın, ayının yarısını hazırlanma, âdet, âdetten sonra gayri tabilikle, adeta hasta olarak geçirir. Tenasülde erkeğin rolü beş dakikalık bir birleşmeden ibaret ve ondan sonra aşka kayıtsız ve hatta müteneffirken, kadın, aşkın mahsulünü dokuz ay karnında, iki sene göğsünde taşır; hamilelik, doğum ve nifas hallerine ait bir çok ruhi değişiklikler, tabii ve mutad sayılan asabiyetler gösterir. Erkekle kadın nasıl birbirine müsavi olur.? Ruh tıbbında tetkikler ilerledikçe, ruhiyet ve zihniyetler arasındaki farkı daha açık göreceğiz. Kadın heyecanıyla yaşar, erkek muhakeme ile temayüz eder.”[8]

Bugün, kadının erkeğe nazaran, ruhen daha heyecanlı olduğu, hadiseler karşısında daha çok heyecanlandığı psikolojik bir gerçektir. Gutteyman da bu konuda şöyle der:

“Kadında idrak, tahayyül, düşünce, isteyiş ve hareket gibi cihetlerin hep umumiyetle heyecanlılığa uygun düşen ve sadece bu zaviyeden anlaşılması mümkün olabilen, karakteristik hususiyetler vardır. Nitekim bu âmil gözetilmeden yapılacak etüdlerde, kadın ruhu, mühim bir kısmı itibarıyla muamma kalır.”[9]

Neron’un bu mevzuyu kasten saptırması, “zayıf” kelimesi kullanıldığı halde “aşağılık” kelimesini yazması, kadınların bu konudaki hassasiyetini istismar etmek istemesinden olsa gerek. Halbuki kadınlara değer vermeyen birisi varsa, o da M. Kemal Atatürk’tür. Bunun en açık delili ise zevcesi Latife hanımla boşanma şeklidir. M. Kemal Atatürk, “Biz Latife Hanım ile boşanmaya karar verdik.” der, ancak yazının altında tek imza var. Ifade çoğul; ama imza tek. M. Kemal Atatürk, zevcesi adına kararı daha doğrusu kendi kararını deklare eder. Oysa boşanmak, iki tarafın rızasıyla, veya onun mucip sebebi mahkeme hükmü ile olmalıydı.

***

Neron’un cımbızlaması:

“Yaşlı adam tabancasını çekti ve bana, ‘Çöz! Yoksa öldürürüm!’ dedi… Boğuşma başladı… Nihayet bayılıp kalmışım… Gözümü açtığım vakit yanımda kimse yoktu (s.84).”

Cevabımız:

Bu iddianın da aslı yoktur, yani kurgulamaya çalıştığı gibi değildir. Neron, hatıratta yer alan cümleleri işine geldiği gibi kesip-biçmekte ve bu suretle sanki Rıza Nur’a tecavüz edildiği intibaını uyandırmak istemektedir. Lakin olayın aslı şöyle… Rıza Nur avcılığa merak sarar ve bazı kimselerle ava gider. Gerisini kendisinden dinleyelim:

“Varınca yanlarına oturduk. Tüfenk’i yanıma koydum. Çırak tüfenki birden kaptı. Hepsi birden üşüşüp kamalarımı aldılar. Ben böyle şeylerden korkar, ihtiyat olmak üzere belimde büyük bir kama ile kaputumun sol kolunun yeninin içinde küçük bir kama taşırdım. Bunu komşumuz olan çocuk bilirdi. Bunları aldılar. Demek bu iş tertipti ve o çocuk benim nerelerimde kama saklı olduğunu da onlara söylemişti. Sonra yaşlı adam tabancasını çekti ve bana: ‘Çöz! yoksa öldürürüm!’ dedi. Ve küçük çırakla hısmımız çekilip gittiler. Ben derhal yerimden fırladım. Tabancaya bakmayıp herifin üstüne atıldım. Herif bana müthiş bir tokat attı. Gözlerimden şimşek çaktı. hala aklımdan gitmez. Ben üstüne atıldım. Herif tabancası ile ateş edemedi. Tokat, boğuşma başladı. Yaşlı çırak da onlarla beraber. Bu iki kişi ile bilmem ne kadar uğraştım. Herhalde uzun bir savaş oldu. Nihayet bayılıp yere yıkılmışım, ağzımdan köpükler fışkırmış, cansız kalmışım. Öldü zannedip bunlar da kaçmışlar. Gözümü actığım vakit yanımda kimse yoktu. Kendime baktım. Bende de hiç bir şey, hiç bir fena alamet yoktu. Ne yara, ne bir şey. Kalktım. Etrafa baktım, kimse yok. Allah’a bin şükür edip Sinop’a geldim.” (cild 1, sayfa 83, 84.)

Rıza Nur’un bunları anlatması, onun kompleksiz, samimi ve dürüst bir kişiliğe sahip olduğunu gösterir.

***

Neron’un cımbızlaması:

“Ahlak ve temiz adetler ve faziletlerin bir kısmı kendiliğinden gitti, bir kısmını da bilerek ben terke mecbur oldum. Yalanda söyledim (s.105).”

Cevabımız:

Bu nokta tamamen saptırılmıştır. Aslında tam tersi anlatılmak istenir. Neron, Rıza Nur’un yalancı olduğunu, dolayısıyla M. Kemal Atatürk hakkında söylediklerinin “uydurma olduğu” tezini temellendirme maksadıyla açıkça tahrifat yapmaktadır. Hatırattan ilgili bölümü “aynen” iktibas etmeyi ödev biliyorum:

“Mektep hayatı insanın en saf ve pak zamanıdır. Hak için kükredim, haksızlıklara hücum ederdim. Biri haksızlık ettimi ona diri ve ağır sözler söylerdim. Bunu mukaddes bir vazife bilirdim. Ve: ‘Hak mevzuubahis olunca akan sular durur ve de durmalı zannederdim’. Fakat maatteessüf iş hiç te öyle değilmiş… Mektepten çıkınca, hayata girince sosyal ve pratik hayatın ne çirkinlikler ile meşbu olduğunu gördüm. Bu nice emekle hasıl ettiğim ahlak ve pürüzsüz temiz adetler ve faziletlerin bir kısmı kendiliğinden gitti, bir kısmını da bilerek ben terk etmeğe mecbur oldum”

der ve gerekçesini de şöyle ifade eder:

“Mesela ilk doktorluğum zamanımda kimseye ‘bendeniz’ ve ‘zatıaliniz’ demiyordum. Karşımdakiler irkilir gibi oluyor, suratını değiştiriyordu. Anlıyordum ki; beni terbiyesiz buluyorlardı. Nihayet onlar gibi demeye mecbur ve terbiyeli oldum. Işte muhite (çevreye) uymak kanunu, zaruri ve kat’idir.” (cild 1, sayfa 105.)

Şimdi anlaşılmıştır umarım. Yani karşısındakilerin yanlış anlamasını ve incinmesini önlemek gayesiyle, içinden gelmeyerek de olsa, mübalağalı saygı ifadeleriyle hitap ettiğini yazar. Yani bir nevi diplomatik dil kullanmış diyebilirz buna. Yoksa milleti kendi menfaati doğrultusunda kandırmak, dolandırmak veya çıkar sağlamak kastedilmiş değildir.

***

Neron’un cımbızlaması:

“Bu çocuğu (Harbiyeli) herkesten ziyade sevmeye başladım… Görmesem aklımdan hiç çıkmıyor, görsem yüzüne bakamıyor, içimde heyecan duyuyordum… Anladım ki bu çocuğa aşık olmuştum… Böyle bir aşkın sonu livata (sapık cinsel ilişki) demektir. (s.22)”

Cevabımız:

Rıza Nur bu konuda, “Ben sonra anladım ki, bu çocuğa aşık olmuştum; fakat bir gün dahi bir kötü şey hatırıma gelmemiş, ona bir kötü söz söylememişimdir. Bu, tabii, saf ve pak bir sevgi idi. Ancak bu bir kız değildi. Kız olsaydı kim bilir nasıl severdim veya yine bu kadar severdim” (cild 1, sayfa 93.)

der ve bunun “anormal” bir durum olduğunu şöyle dile getirir:

“Işte bu ‘gayri tabii’ hal Türk sosyetesinin bir yarasıdır. Böyle bir aşkın sonu livata demektir. Bu sebeple elbet mezmumdur (ayıplanmıştır).”

Neron, cımbızladığı bu bölüm ile Rıza Nur’u eşcinsel imiş gibi sunma gayreti içerisindedir. Ancak Rıza Nur’un bu durumu “gayri tabii” yani “anormal” olarak tanımlaması ve ilaveten ayıplaması, kendisinin eşcinsel olmadığının göstergesidir.

Anladığımız kadarıyla kalbine vesvese gelmiş ve bunun “yanlış” birşey olduğunu anlamıştır. Insan, kuvveden fiile çıkarmadıkça kalbine gelenden mesul tutulmaz. Insanın kalbine derece bakımından bundan daha kötüsü, yani (haşa) “Allah yok” şeklinde vesvese de gelir… Ancak bu insanı kafir etmez. Kalpler, Rahmân’ın iki (kudret) parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir.”[10] Önemli olan yanlış olduğunu bilmektir.

Nitekim Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) şöyle demiş: Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in ashabından bazı kimseler gelerek ona şunu sordular:

“Gönüllerimizden öyle şeyler geçiyor ki, her hangi birimiz onları söylemeyi bile büyük (bir suç) sayıyor.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Gerçekten böyle bir korku duyuyor musunuz?” diye sordu. Oradakiler Evet! deyince: “işte bu (korku) imandan gelir (vesvese zarar vermez) dedi.[11]

Eğer Rıza Nur buna “meşru” deseydi, işte o zaman kınanabilirdi. Ayrıca bunu hatıratında anlatması, iddia edilenin aksine aşağılık duygusuna sahip olmadığı, bilakis gayet cesur olduğu açıkça görülür. Hakikaten şöyle baktığımızda, kendine son derece güven duyan biri var karşımızda. Bununla birlikte, aklı başında olanlar takdir eder ki, bir insanın eşcinsel olması, onun yalancı olduğu anlamına gelmez. Aksini iddia edenlerin sağlıklı bir düşünce yapısına sahip olmadıklarını düşünüyorum.

***

Neron’un cımbızlaması:

“Karımdan şu mektubu aldım: ‘Ben burada kendime bir hayat arkadaşı buldum. Bunu başkasından duyarak üzülmene imkan bırakmıyorum.’ Namussuz karı! Sonunda bana boynuz da taktı (s.1785). Galiba bu işte (M. Kemal’in) ve ismet’in (inönü) de parmağı var (s.1786).”

“(Karımın) ahlakı da bozuldu. Evdeki kızları benden gizli çırılçıplak soyuyor, dans ettiriyor (s.1346)”

“Bir Rus doktor, zampara mı zampara. Karının sözüne göre de bizim karıya da sataşmış (s.1410).”

Cevabımız:

Bu sözler Rıza Nur’un ne gibi bir yanlış yaptığını gösterir? Morfin bağımlısı zevcesinin yaptıkları, Rıza Nur’u nasıl bağlar? Hatıratı okuyanlar, Rıza Nur’un zevcesini defalarca hastaneye yatırdığını ve tedavisi için elinden gelen gayreti sarf ettiğini görürler. Hanımı ile ilgili meselelerin zikredilmesi, Rıza Nur’un yanlışlarının bulunamadığının itirafıdır… Başka bir ifadeyle; “çaresizliğin dışa vurumudur.”

Rıza Nur’un M. Kemal’i eleştirdiği noktalara itiraz var mı? Ondan bahsedin siz. Öyle ya, M. Kemal’i eleştiren bir adamın eleştirilerine cevap verilmesi gerekirken; “deli, sapık” demek, aynı zamanda morfin bağımlısı hanımıyla ilgili konulara girmek; “Rıza Nur’un M. Kemal’i eleştirdiği noktalara dair bir cevabımız yok” demekten başka bir şey ifade etmez. Demem o ki, sadede gelin sadede… 90 yıldır milleti kandırıyorsunuz, artık bitmiştir. Bu rejim yok olmaya mahkumdur ve bunu asla aklınızdan çıkarmayın.

***

Neron’un cımbızlaması:

“Arnavutları isyana teşvik ettiğimi ben kendi elimle yazdım. Bu kusur değil, iftiharım sebebidir (s.37. Bugün de bununla iftihar ederim. Bana büyük şereftir. (s.1305)”.

Cevabımız:

Bu mevzuda Rıza Nur’a vatan haini denmek istenir. M. Kemal Atatürk Nutku’nda, Rıza Nur’un Arnavutları ayaklandırdığına değinir ve böylece onu kötülemek ister. Halbuki sadece Ittihadcılara karşı ayaklandırmıştır. Hem bu zaten bilinen bir şeydi. Madem vatan hainiydi, o halde neden Vekillik ve Bakanlık verdi? Bunları da geçtik… Bir vatan haini, vatanın menfaatleri riske atılarak Moskova ve Lozan antlaşmalarına gönderilir mi? Bu durumda gönderenin vatan haini olması gerekmez mi? Demek ki amaç farklı… Kurtuluş Savaşı’nda payı olanları gözden düşürmek… Başka açıklaması yok. Ancak biz Rıza Nur’un bu konuda yazdıklarına da yer verelim:

“Devletin mühim işlerinde bulundum, devletin muahedeler (anlaşmalar) gibi en mühim işleri bana havale edildi. Niye edildi? Buna bir de Sıhhiye Vekaletini (Sağlık Bakanlığını) kabul etmeyince, M. Kemal’in bana Sinop’a çektiği telgrafa bakan şaşar kalır. Ben Türk aleyhinde hareket edeyim?!.. Bu mümkün mü? Bunu yanındaki bir Arnavut bile sarahaten söyleyemiyor da, Selanik’li biri, Arnavudun sözünden bir ‘Türk aleyhine’ sözü ilave ederek söylüyor. Felek ne tersine dönmüş!.. Ben ki, ikiyüz yıldır Sinop’lu, ailesi malum, ne anadan, ne babadan kanına hiç bir damla başka unsur kanı karışmamış bir Türk’üm… M. Kemal’in babası malum değil… Hem Arnavutluk isyanının Rumeli’nin elimizden gitmesiyle hiç bir alakası yok. bu ne muğalata?!.

Işte bu adam her şeyde böyledir. Esasen Rumelini elimizden gideren Balkan Harbidir. Balkan Harbi Arnavutluk isyanının bitip, her şeyin hal-i tabiisine avdetinden nice zaman sonra olmuştur. Bu isyan Ittihadcı Hükümetin yolsuzluğuna karşı olmuş, asla Türklüğe karşı yapılmamıştır. Nitekim Meşruiyetten beri Arnavutlar Ittihadcılara birçok isyanlar yaptılar. Ittihadcıların Dahiliye Nazırı Hacı Adil’in yaptığı teskin seyahatinde az kaldı öldürülüyorlardı. Arnavut’ların isyanı bu Hükümete karşı, bir değil, bir çok ve çok zamandan beri geliyordu. O vakit ve sonra kimse de bunları Türklük aleyhine dememişti. Şimdi bunu M. Kemal uyduruyor. Dahası var, ben bu isyanı körükledim, Istanbul’da da halaskarları yaptık. Selanik’te de Galip Paşa ile M. Kemal Halaskarlara dahil oldular. Umumi ve aleni ve askeri bir içtima yaptılar. Hükümet aleyhinde, asiler lehinde bulundular. Demek M. Kemal de Arnavutlarla teşriki mesai etti.

Neticeten o da benim gibi Türklük aleyhine hareket etmiştir ve Rumelinin elimizden gitmesine sebep olmuştur. Bu içtimada M. Kemal bizzat ispatı vücut etmişti. Zaten her böyle vak’ada o, külah kapmak için, Enver Paşa’nın dediği gibi hazırdır. Sonra yine Enver’in Moskova’da bana dediği ve benim de Ankara’ya avdetimde aynen M. Kemal’e tebliğ ettigim ve alemin de bildiği gibi M. Kemal daima orduyu siyasete sokmağa, isyan ettirmeğe çalışmıştır. Hem bunu o vakit yaptığı gibi, daha vahim Harb-i Umumi gibi bir tehlike zamanında da yapmıştır. Asıl hiyanet budur. Hem de sonunda komployu arkadaşlarını yakmak için Enver’e haber vermiştir. Adi casusluk etmiştir.

Ben birçok mücadelata iştirak etmiştim. Buna rağmen bana milli hizmet verilmiş… Demek ki, itiraf ediyorsun ki, mazimde leke ve hizmete mani’ bir şey yoktur… Bu halde bunları nasıl söylüyorsun?!. Belki de bu sözleri ile siyasi mazimi, hayatımı lekeli göstermek istiyor… Öyle ise, hizmet vermek haltını nasıl yaptın, hem ben Arnavutları, Rumeli’ni düşmanlar alsın diye isyan ettirmedim ki. Zalim bir hükümeti devirmek için yaptım ve muvaffak oldum. Bugün de bununla iftihar ederim. Bana büyük şereftir. Demek Türk Milleti için çalışmışım… Hem de canımı dişime alarak. Harb-i Umumi akıbeti Ittihadcıları izale için benim gayretlerimin ne kadar yolunda olduğunu ve benim ne kadar Türkçü ve vatanperver bulunduğumu göstermiştir. Keşki o vakit ki gibi, genç olsaydım da, şimdi de eskilerden daha kanlı zalim ve pek namussuz olan M. Kemal aleyhine milleti isyan ettirseydim, muvaffak olup onu devirseydim. Milleti kurtarsaydım. (…) o vakit Arnavut’lar ecnebi (yabancı) değildi ki, bu devletin teb’ası idi. Alem bilir ki, Arnavut’lar Türk aleyhine kıyam etmediler, istiklal istemediler. “Zalim hükümet istemeyiz. Ittihadcılar çekilsin” dediler. Ve Ittihadcılar devrilince dağılıp evlerine gittiler. (…)

Teşekkür ederim ki, bana müfrit milliyetperver diyor. Iftihar ederim. Kendisi Türk aleyhindedir. Milli Hareket zamanında benim Türkçülük icraatımdan pek sıkılıyordu. Bir şey de demiyordu. Bugün kendisi Türk’ün dinini, dilini, yazısını, adetini, milli müesseselerini, an’anesini her şeyini yıkmakla meşguldür. Bunlar harstır, bir milletin hayatıdır. Bu mu onun milliyetperverliği?!. Hani Türk’ün dinine, edebiyatına, folkloruna, mimari abideleri olan camilerinin ihya ve muhafazasına dair henüz ne yaptı? Soruyorum. Sade hüneri, gayreti, milleti baştan aşağı, fahişe, meful, sarhoş ve mürtekip soyguncu yapmak…

Bu satırları (M. Kemal’in Nutuk’ta yazdıklarını) okuduğum vakit önce kızdım, sonra güldüm. Birgün Paris’te (dönemin Paris Büyükelçisi) Fethi (Okyar) ile konuşuyorduk. Bundan bahsettim. Dedi ki: “Sevinsene… Demek aleyhine ithamlar yapmak istemiş, aramış, taramış, bunu bulabilmiş… Bu nedir ki…” Düşündüm, doğrudur.” (cild 4, sayfa 1303-1306.)

***

Eğer bir hain aranıyorsa, M. Kemal Atatürk’ün komünist Ruslara yazdığı şu mektuba bakmamız yeterli olacaktır:

“Bolşevik kuvvetleri Gürcistan üzerine askeri harekat yapar veyahut takip edeceği siyaset ve göstereceği tesir ve nüfusla Gürcistan’ın da Bolşevik ittifakına dahil olmasını ve içlerindeki ingiliz kuvvetlerini çıkarmak üzere, bunlar aleyhine harekata başlamasını temin ederse Türkiye Hükümeti de emperyalist Ermeni Hükümeti üzerine askeri harekat icrasını ve **Azerbaycan Hükümetini de Bolşevik (Komünist) devletler zümresine ithal etmeyi taahhüt eyler (garanti eder).**”[12]

Sadece Azeri kardeşlerimize mi ihanet edildi?

Batı Trakya’da ezici çoğunluğun Türk olmasına rağmen,

“Bana göre Batı Trakya’nın bize geçmesi zaaftır. Orasını elde tutmak için sarf olunacak kuvvet oradan elde edilecek istifadeye tekabül etmez. Anavatanın selameti için Batı Trakya’dan vazgeçmemiz gerekir. Sorunun gerçek hal çaresi, burasını Yunanistan’a bırakmaktır”[13]

diyen M. Kemal Atatürk’ün, vatan toprağını peşkeş çekmesi bir yana, müslüman kardeşlerimizi Yunanlıların kucağına atması, kimin hain olup olmadığı hususunda bize bir fikir verecektir.

Umarız bu cevap size yeterlidir.

**********

KAYNAKLAR:

[1] Örneğin; Zariyat Suresi 51/52, Saffat Suresi 37/36.

[2] Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, 3. Baskı, ist. 1977, sayfa 191-192.

[3] Kazım Karabekir Anlatıyor, Yayına Hazırlayan: Uğur Mumcu, Tekin Yayınevi, Ankara 1993, sayfa 68.

[4] TBMM ZC, C:3, D:4, 25 Temmuz 1931 (Meclis Tutanakları).

[5] Çetin Özek, Basın Suçlarında Ceza Sorumluluğu, i.Ü. Yayınları: 1795, Hukuk Fakültesi yayınları: 397, Istanbul 1972, sayfa 128-131.

[6] Remzi Balkanlı, Matbuat Hürriyeti, Yeni Mat. Ankara 1951, sayfa 57-62.

[7] Kazım Karabekir Anlatıyor, Yayına Hazırlayan: Uğur Mumcu, Tekin Yayınevi, Ankara 1993, sayfa 134.

[8] Bekir Topaloğlu, islâm da Kadın, sayfa 241.

[9] Mehmet Dikmen, islâmda Kadın Hakları, sayfa 204.

[10] Tirmizî, Kader 7, (2141).

[11] Müslim, iman 209 (132); Ebu Dâvud, Edeb 118 (5110).

[12] Türk Inkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivi: 132/19543, sayfa 13.

Ayrıca bakınız; Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1991, sayfa 318.

[13] M. Kemal, Eskişehir-Izmit konuşmaları (1923), Kaynak yayınları, 1993, sayfa 90

-----
(bkz: manas destanı)