bugün

katılımcı ekonomi:

Başka bir sosyal, siyasi ve ekonomik ilişki biçiminin olmayacağını uzun bir süredir savunanlar, bu duruma kendilerini bile inandırdılar. Kapitalizmin tarihin son aşaması olduğuna, insanlığın ulaştığı en uç nokta olduğuna, kapitalizm dışı bir toplumsal yapılanmanın hayal olduğuna inanılması beklendi. Aynı toplumsal devrimler öncesinde, iktidarların telkin ettiği gibi. ironik bir şekilde toplumun varlığını kapitalist amaçlarla açıklamaya çalışanlar, toplumsal uyumun paylaşma ve dayanışmaya dayandığı bir ilişki biçiminde asla var olamayacağı öngörülerinde bulundular. Her ekonomik, siyasi ya da sosyal krizde endişelendiler. Endişelendiler çünkü yıkılmaz denilen yapıları temellerinden sallandı. Dünya üzerinde deneyimlenmeye başlayan her anti-kapitalist işleyiş onları daha da endişelendirdi. Yok saymaya ve inkara devam ettiler. Üretim-tüketim ve dağıtım ilişkilerinin, kapitalist amaçlar dışında, toplumsal ve bireysel ihtiyaçlar doğrultusunda yapılandırıldığı, herhangi iktidar mekanizmasının bu yapılandırmayı planlamadığı, merkezi olmayan ve gönüllülük ilkesi doğrultusunda gerçekleşmiş deneyimler, tüm unutturma çabalarına rağmen, bugünkü anti-kapitalist yapılanmanın, bu yapılanma için mücadelenin en büyük cesaretlendiricisi konumunda. Son dönemde kapitalizm içi- kapitalizme yönelik eleştiriler de, başka kapitalist çıkışların aranmaya başladığının göstergesidir. Kapitalistler, krize uğramadan, zarar etmeden, daha fazla nasıl sömüreceğinin hesaplarını yapmaya başlamışken; anarşistlerin ekonomik modeller üzerine yeniden düşünmeye başlaması, tartışması ve somut pratikler deneyimliyor olması giderek önem kazanıyor. Dünyanın farklı coğrafyalarında şu an işler halde bulunan anti-kapitalist yapılanmaların daha görünür kılınması, bu deneyimlerin arttırılması, toplumsal devrim mücadelesini daha somut ayaklar üzerinde gerçekleşmesi için elzem. Tam da böyle bir çerçevede, Meydan Gazetesi’nin bu bölümünde farklı coğrafyalardan anarşist birey, kolektif ve örgütlerin ekonomi tartışmalarına yer vereceğiz. Bu ekonomi tartışmalarının büyük bir çoğunluğu 2008’de ortaya çıkan küresel kriz sonrası ya da hemen öncesi yaşanan tartışmalardır. Bu tartışmalar ekseninde, krize ilişkin (tanımlamalar, nedenler vb.) düşünceleri çok fazla ayrıntılandırmadan, somut pratik model önerileri ve bu önerilerin eleştirileri üzerinde durmaya çalışacağız. Mevzu bahis önerilerin bir kısmı pratiğe geçmemiş ve hala düşünce aşamasında olsa da; yoğunluklu olarak yer vereceğimiz tartışmalar hali hazırda deneyimlenen, kooperatiflerin, kolektiflerin ya da grupların tartışmalarıdır. Bu tartışmalardan bazıları, tam da birbirinin karşısında konumlansa da, herhangi tarafın önerisini diğerinden üstün tutmayarak, tartışmanın kendisini yansıtmaya çalışacağız. Çünkü 2008 krizinin hemen sonrasında girilen tartışmaları deneyimler açısından verimli kılan, tartışmalarda bir tarafın üstünlüğü değil; tartışmanın kendisidir. izlenmesi gereken anarşist yöntem de bu olmalıdır; bir düşüncenin doğruluğunu kesinlikle savunan ve karşı düşünceyi dışarıda bırakan bir yöntem yerine; iki düşüncenin eleştirilerinden verimli bir sonuç çıkaracak ya da bu sonucu kendi mekansal ve zamansal koşullarını da göz önünde bulundurup kendi modelini bulabilmesi. Bu tarz bir yöntemle, anarşistlerin ekonomi tartışmalarına değinirken gazete sınırları dâhilinde kapsamlı bir değerlendirmeden sonra, yaşadığımız coğrafyaya bu tartışmaların izdüşümünün ne olduğunu tartışmak da bu yazı dizisinin hedeflerinden biri olacak. Anarşizmin toplumsal üretim, tüketim ve dağıtım ilişkilerinin pratik yansımalarını bu coğrafyada tartışmak adına bir ön ayak olacağını düşündüğümüz yazı dizisinin, aynı zamanda anarşist hareketin pratiklerine de katkı yapması ümidiyle “Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları”nı yayımlıyoruz. Parecon, Katılımcı Ekonomi için Michael Albert’ın önerdiği ingilizce kısaltma. Yaşamın diğer alanlarında devrimci bir dönüşüm ve bu dönüşüm ile tutarlı bir adalet konusunda ısrarlı oldukları için bu ekonomik modeli öneriyorlar. Temel değerleri, adalet, dayanışma, çeşitlilik ve katılımcı öz-yönetim. Araçları ise, kendi kendine karar alan işçi ve tüketici konseyleri; dengelenmiş iş kompleksleri; topluma yararlı işlerin karşılığının zaman, yoğunluk ve külfete göre ödenmesi; ve katılımcı planlama. Devrimci Sınıf-Mücadelesi Anarşizmini savunan Wayne Price, örgütlü anarşist komünist geleneğe dayanarak tek bir model dayatmak yerine devrimci mücadelelerin zamana ve coğrafyaya göre kendi ekonomik modellerini yaratacağını savunuyor. Otorite, hiyerarşi ve sömürünün tüm biçimlerine karşı olan anarşizmin ekonomik değerleri, kolektif ve kooperatif üretim, ihtiyaca göre ve merkezsiz planlama ve öz-yönetim. Bölgelerin ve hatta komünitelerin (daha küçük toplulukların) mümkün olduğu kadar kendilerine yeterli olduğu merkezsiz bir federasyon sistemi öngörüyor. Michael Albert, 1991 yılında Robert Hahnel’le beraber yazdıkları Katılımcı Ekonominin Ekonomi Politiği kitabıyla, kapitalizm dışı bir ekonomik sistemin tanıtımını yaptı. Bu kitap sonrası (ve öncesi) benzeri ekonomik fikirlerinin büyük bir çoğunluğunu, 1986’da Lydia Sargent beraber kuruculuğunu yaptığı Z Communications medya grubuna bağlı Z Magazine ve özellikle Z Net’ten yayımladı. 1990 sonrasında küresel çapta yaygınlaşan kapitalizm karşıtı hareketlerden Katılımcı Ekonomi düşüncesini ayıran, kapitalizmin yerine ne koyulabileceğini somut olarak öneriler geliştiren bir düşünce olmasıydı. Alternatifin şimdi kurulmasına yönelik yöntemler ortaya koyabilmesi, 2008’de ortaya çıkan büyük ekonomik kriz döneminde, bu düşünceyi toplumsal muhalefetin gündemine tekrar soktu. Tabi ki, bu gündem sadece Katılımcı Ekonomi ile sınırlı değildi. Farklı coğrafyalardan birçok muhalif çevre, grup ve örgüt, yerel ve küresel bazda gündemdeki bu tartışmalara katkı sundu. Bu ekonomik model tartışmalarının, ekonomik krizle beraber hız kazanmasındaki en önemli nokta, kapitalist olmayan bir ekonomi biçimine ihtiyaçla alakalıydı. Kapitalistler ve devletler, krizden kendi avantajlı konumlarıyla çıkmanın peşindeyken, toplumsal muhalefetin bu tartışmalara yoğunlaşması aynı zamanda bir gereklilikti. Tekrar gündeme gelen Katılımcı Ekonomi, bu kez ilk ele alındığından farklı bir noktada da değerlendirildi. NEFAC’tan Wayne Price’ın öneriye ilişkin eleştirileriyle, Katılımcı Ekonomi Tartışmaları çok da verimli bir seyirde devam etti. Yapılan tartışmaların teorik soyutlamalarla dolu, yaşamdan uzak, entelektüellere hitap eden tartışmalar olmayışı; yapılan tartışmaların somut hedeflerine ve Albert ve Price’ın bu hedefler doğrultusundaki somut mücadele pratiklerine dayanıyor. Bu alanda ilgi çeken iki görüş olan Michael Albert ve Robin Hahnel’in Parecon modeli ve Wayne Price’ın Devrimci Sınıf-Mücadelesi Anarşizmi arasında yürütülen tartışmayı inceledik. Bu bağlamda, Michael Albert’in Parecon ve Hareketin inşası başlıklı makalesini, bu tartışmalara bir başlangıç olarak seçtik. Parecon ve Hareketin inşası – Michael Albert Ekonomide parecon istemek, hayatın diğer alanlarında devrimci bir dönüşüm istemek ve bununla tutarlı bir adalet konusunda ısrarlı olmak anlamına geliyor. Sinizmin üstesinden gelmek, pratiğe rehberlik etmek, desteği derinleştirmek, ikiyüzlülüğü önlemek ve yolda öğrenmek için, karşılıklı uyumlu, ilham veren, geniş kabul gören bir vizyona ihtiyacımız var. Bu vizyon politik, hısımlık, kültürel ve ekonomik ilişkileri kapsamalı. Dahası, bu ortak vizyondan türetilmiş, kolektif olarak uygulamak isteyeceğimiz ortak bir stratejik perspektife ihtiyacımız var. Fakat toplumsal strateji bir yana, kısmen kararsız öneriler, kısmen iyimser düşünceler olsa da, solun bağlanacağı, geniş kabul gören bir toplum vizyonu yok. Ekonomik Vizyon Burada parekon tarzı görüşleri (toplumsal hayatın diğer yönlerini vurgulayan aynı derecede önemli görüşleri dışarıda bırakarak) ekonomi merkezinde özetleyerek inceliyoruz. Bu yüzden bakacağımız işlevler üretim, tüketim ve paylaşım. Önemsediğim değerler, ihtiyaçların karşılanması ve imkanların geliştirilmesi artı dayanışma, çeşitlilik, adalet ve öz-yönetim ve bir yandan değerli varlıkların harcanmaması. Savunucuları gittikçe artan bu birleşime parecon deniyor ve kapitalizm sonrası ekonomi için ulaşılabilir bir vizyon ve yeni bir toplum için daha geniş bir vizyonun parçası iddiasında. Bir ekonomide değerli bir üretim yapılmalı ve bunlar uygun şekilde paylaşılmalıdır, ama aynı zamanda düşmanlık yerine empati, homojenlik yerine çeşitlilik, sömürü yerine adalet, elit yönetim yerine öz-yönetim olmalıdır. Diğer bir deyişle sınıfsız olmak gerekir. Parecon özel mülkiyeti reddeder çünkü özel mülkiyet birkaç kişinin neredeyse tüm üretken varlıklara sahip olup kontrol etmesine, dolayısıyla aşırı güçlü olmasına neden olur. Parecon ayrıca çalışanların yaklaşık %20 sinin yetkili ve %80 inin yetkisiz olduğu şirket tarzı iş bölümünü de reddeder. Ve parecon ayrıca pazarı da reddeder çünkü pazarlar toplum vicdanını yok eder, anti-sosyalliği üretir, ekolojiye zarar verir, bireylerin diğerlerinin önüne geçme pahasına toplumsal kaygılardan bağımsız üretip ve tüketmesini sağlar. Dahası pazarlar inanılmaz sert eşitsizlikler yaratır, neredeyse evrensel yabancılaşmayı ve belki de en kötüsü, özel mülkiyetin yokluğunda bile sınıf ayrımını dayatır. Katılımcı ekonomide kimse varlıklara sahip olduğu için daha fazla gelir ya da söz sahibi olmaz. Bilakis parecon’da insanlar, sahip oldukları için kar ya da fahiş ücretler, hatta ürettiklerine denk ücret elde etmek yerine yararlı çalıştıkları süre, yoğunluk ve koşullara göre gelir elde ederler. Çalışamıyorsa ya da özel bakıma ihtiyacı varsa, geliri ve sağlık ihtiyaçları garantidir. Ama çalışabilenler için, tüketebileceği toplumsal ürün miktarı, toplumsal olarak değerli işlerde ne kadar süre, ne kadar yoğun ve ne kadar sert koşullarda çalıştığına bağlıdır. Böylece mülkiyet ve çalışmanın karşılığını özetlediğimize göre, parecon’da girdiler ve çıktılar nasıl eşleşir? insanlar, kendi yönettikleri konseylerde ekonomik etkinlikler için öneriler geliştirirler. işte ne yapmak istediğimizi ya da günlük hayatta ne tüketmek istediğimizi hem bireysel olarak hem de çalışma grupları ya da tüketicilerle birlikte belirleyip tercihlerimizi kaydederiz. Bu tercihleri, birkaç tur kooperatif pazarlık sonucunda netleştirip kapsamlı bir gündemde birleştiririz. Üzerinde anlaşılan paylaşım konusunda herkes söz konusu kararlardan etkilendiği oranda etki sahibi olur. Tabii ki bu paylaşım sisteminin, bilgi akışını, tercihlere ve düzenlemelere dayalı fiyatların hesaplanmasını ve duyurulmasını içeren birçok detayı var, ama esas olarak her bir işçi ve tüketici, hem bireysel, hem gruplar halinde – kendi isteklerini ve durumlarını değerlendirerek üretim ve tüketimi önerir. Tabii ki ayrı ayrı öneriler, diğerleriyle birleştirilmeden hayata geçirilemez ve bu da katılımcı planlama dediğimiz bir dizi netleştirme turunda yapılır. Bir üst ya da alt yoktur. Talimatlar, bazı insanların hazırladığı ve diğerlerinin itaat ettiği şeyler değildir. Süreci işleten şey rekabet değildir. insanların bütün istekleri, bütün teknik ve insani olanaklar artı bunları ekonomik planda birleştiren katılımcı bir süreç vardır. Sonuç olarak gidilerin ve çıktıların değerlendirildiği bir kümede bütün toplumsal ve ekolojik maliyetler ve faydalar dikkate alınır. Katılan herkes aynı zamanda dayanışma, çeşitlilik ve öz-yönetim oluştururken birlikte, üretim ve paylaşım için bir gündem belirler. Parecon’u tanımlayan özelliklerden biri de çalışma yerlerinin düzenidir. ilk olarak, öz-yönetim için çalışanların buluşacağı ve işlerini yürüteceği bir mekan gerekir. Burası işçi konseyidir ve öz-yönetimle çalışan karar verme yöntemleri kullanır. Ama bunun ötesinde, işin kendisini nasıl düzenleneceği sorunu var. Kapitalizmde iş sahipleri, her biri ya sadece yetkili görevleri içeren ya da sadece yetkisiz görevleri içeren iş tanımları yaparlar. Bir kişi hademelik yapar. Başkası sekreterlik işlerini yapar. Bir başkası çalışanları yönetir. Başka bir kişi finansal politikayı belirler. Her işin hiyerarşik şemada bir yeri vardır ve çalışanların tepedeki yaklaşık %20 si ekonominin yetkili görevlerini kendilerinde toplarken aşağıdaki %80 sadece ezbere yapılan ve tekrarlanan işleri yaparlar. Tepedekiler daha çok nüfuzlu, bilgili ve güvenli olmanın keyfini yaşarken, bunun sonucunda alttakilere hükmeder. Alttakiler yetkisiz işleri nedeniyle ezici şekilde hakları gasp edilir, yıpratılır ve aşağılanır. Buna tezat olarak, katılımcı yaklaşım ile işi düzenleyen işçiler konseyinde, her birimiz günlük iş hayatımızda toplamda yaklaşık eşit yetki sahibi olacak şekilde, her iş için birbirini tamamlayan, dengeli bir görev kümesi seçilir. Her bir kişi adil ve karşılaştırılabilir görevler alır — ya da dengeli iş kompleksi. Hepimiz aynı görevleri yapmayız, ya da uygun olmadığımız görevleri de yapmayız. Bunun yerine hepimiz yaptığı çeşitli görevler, bize toplamda eşit yetkiler sağlar. Amaç ve sonuçta olan şey, birkaç kişinin geri kalanlara hükmetmesi yerine herkesin öz-yönetimsel karar alma sürecine uygun katılımıdır. Özetle kapitalist ekonomi ve katılımcı ekonomi arasındaki bütünsel fark, bir yanda özel mülkiyet, şirket hiyerarşisi, gelirin mülkiyet ve güç karşılığında olması ve pazarlar, diğer yanda konseyin öz yönetimi, dengeli iş kompleksleri, karşılığın gayret, fedakarlık ve ihtiyaca göre belirlenmesi ve katılımcı planlamanın olmasıdır. ispat için tabii ki daha fazla araştırma gerekirse de, bu fark akıl dışı, adaletsiz ve hiyerarşik ekonomi ile akılcı, adil ve özgürlükçü ekonomi arasındaki farktır. Sınıf ayrımı ile sınıfsızlık arasındaki farktır. Fakat Parecon der ki, sosyalizm denilen şey tipik olarak özel mülkiyet dışında burada reddettiğimiz bütün özellikleri birleştirerek, işçileri değil koordinatör sınıf üyelerini yönetici statüsüne çıkartan bir sistem yaratır.. Kapitalizmi aşabilirsiniz ama sınıfsızlığı elde edemeyebilirsiniz. Ekonomik Strateji insanlar aktivistlere sadece ne istediklerini sormazlar. Peki bu yoldaki devasa engellere nasıl karşı koyacaksınız diye sorarlar. Bu haklı bir soru ve önümüzdeki stratejik yolu inandırıcı bir şekilde açıklamalıyız. Savunduğumuz vizyoner hedeflerin ve önerdiğimiz örgüt programlarının ve taktiklerinin nasıl birleştirilip ilerleyebileceğini, insanların bunları deneyimleriyle nasıl geliştirip genişletebileceğini göstermemiz gerekiyor. Fakat önümüzde sadece tek bir doğru yol yok ve en stratejik kararlar esnek olmalı, kesinlikle dışlayıcı ya da sekter olmamalı. Parecon vizyonuna sahip olmak, stratejik sezgilere bağlanmak demek değildir. Bazı örgütlenme düşüncelerini diğerlerinin üzerine çıkaracak olan sadece deneyimdir. Yine de bence sınıfsız bir vizyondan hareket ederken ilk olarak ne için mücadele ettiğimize ve nasıl mücadele ettiğimize bakmalıyız. Örneğin daha iyi ücretler, daha iyi çalışma koşulları, daha çok aşamalı vergi, ekoloji konusunda yasalar ya da daha yüksek asgari ücret konusunda kazanımlar için. Ayrıca hayatın diğer alanlarında aynı derecede önemli kazanımlar elde etmek tabii ki kapitalizmi (ataerkilliği, ırkçılığı ve otoriterciliği) aşmanın parçası olabilir. Ama böyle kazanımlar sadece kapitalizmin hastalıklarını kabul ederek onları iyileştirmeyi amaçlar. Reformist ve devrimci yaklaşım arasındaki fark budur. Reformist yaklaşımda kazanımlar elde edilir ve iş biter. iyi iş çıkardık diye kutlarız ve eve gideriz. Devrimci yaklaşımda ise, kazanımlar önemli ve değerlidir ama mücadele öyle yapılır ki, katılan herkes yeni bir ekonomi yolunda daha çok kazanım için hazırlanır. Fakat devrim, şiddet ya da ayaklanma ya da diğer başka basit bir şey değildir. Toplumsal hayatın merkezindeki bir ya da daha fazla alanda tanımlanan toplumsal ilişkilerin ve bunlara ilişkin insan davranışlarının ve inançların dönüşümüdür. Devrim, bu değişikliklerin nasıl oluştuğundan bağımsızdır. Daha yüksek ücret, daha iyi koşullar ya da diğer kazanımlar için mücadele edenler en azından kısmen, hak edenlerin yararlanması için yaparlar. Fakat bir devrimci aynı zamanda yeni bir toplumun değerlerini savunmak için ve o yeni toplum için arzu uyandıran ve imkan sağlayan bir zemin geliştirmek için mücadele eder. Devrimci reformları, reformist olmayan bir şekilde, altta yatan kurumları değiştirmek için ister. Parecon tarzı bir davanın ikinci stratejik gerekliliği şudur: Birisi içtenlikle kapitalizme karşı mücadele verebilir, hatta kişisel olarak sınıfsızlığı isteyebilir ama eski şirket tarzı iş bölümünü ve veya pazarları ya da merkezi planlamayı kullanırsa bu seçimiyle, umduğunun tersine, yetkili işlerin hepsini alan koordinatörlerle yetkisiz işlere katlanan işçiler arasındaki sınıf ayrımını korur ve hatta güçlendirir. Bu ekonomik sonuca ben koordinatörizm diyorum ama maalesef bu sonuç, sosyalizm ismini gasp etmiş. Böylece, değerli kazanımlar için mücadele bile, yeni kurumların inşası bile, koordinatörlere yol açacak şekilde yapılabilir, ya da katılıma yol açacak şekilde yapılabilir. Bu yaşamsal fark, zafer ya da yenilgiyi getiren farktır. Sınıfsız olmak için, hareketlerin kapitalizmi reddetmekle kalmayıp öz-yönetim yapılarına, adil paylaşıma, dengeli iş komplekslerine ve katılımcı planlamaya doğru yönelmeleri gerekir. Üçüncü bir parekoncu stratejik gereklilik hareketin yapısı ile ilgilidir. ilerici ve sol aktivistler haklı olarak, toplumdaki ırkçılığı ve cinsiyetçiliği yok etmek istiyorlar. Biz de kendi hareketimiz içindeki ırkçı ve cinsiyetçi hiyerarşiyi azaltmak ve yok etmek için direnmeliyiz. Çünkü aksi iki yüzlülük olur ve insanların ümitlerini kırar ve bu baskıların cürümünü yükleniriz ve dahası hareketimiz kadınları ve koyu tenli insanları bünyesinde tutamaz, kendine çekemez, ve ırkçılık karşıtı, cinsiyetçilik karşıtı öncelikleri takip edemez. Hareketlerimizde ırk ve cinsiyetle ilgili yapılması gereken çok iş var ama sezgilerimiz var ve etkinliklerimiz genelde doğru yönde. Bununla birlikte sol aktivistler toplumdaki ekonomik adaletsizlikleri ve sınıf hiyerarşisini bitirmekten yanadır. Ve bu amacın benzer bir ifadesinin daha olduğunu farketmeliyiz: Sabırla, sakince ve yapıcı bir şekilde hareketlerimizi yeniden yapılandırmalıyız ve böylece şirket tarzı iş bölümü ve karar alma ve pazar ücretlendirmesi kendini tekrarlamayacaktır. Eğer çalışan insanları etkileyebilmek onları hareketin içinde tutabilmek ve güçlendirebilmek ve sınıfsızlığa olan kararlığımızı devam ettirmek istiyorsak; eğer ikiyüzlü olmamak, ilham verici olmak ve sınıfsal yabancılaşmalardan kaçınmak istiyorsak önceliğimiz bu olmalı. Örneğin sol, birçok araştırma mekanizmasına, think tanklara (düşünce tankları), medya projelerine ve örgütlenme merkezlerine sahip. Prensip olarak bunların iç örgütlenmelerinde bizim değerlerimizi taşıması gerektiğini biliyoruz. Yine de su andaki yapılar bile ücretlendirmeyi sınıfçı normlara göre gerçekleştiriyor, mevki ve yetki üzerinden ödüllendiriyor. Bazılarımız ofislerde çalışıp karar alırken daha çok ücret alıp daha çok mevki sahibi oluyor. Başkaları ise daha vasıfsız işlerde çalışarak, itaatkar, daha az pozisyona sahip ya da hiç pozisyonu olmadan, daha az para alarak daha az yetkiye sahip bir şekilde çalışıyor. Kısacası bu örgütlenmelerimiz insanların tüm kapasitelerini kullanabileceği külfetli işleri adaletli bir şekilde paylaştığı işler sağlayarak sınıfsal bölünmeleri azaltmak yerine, çoğu kez şirket tipi ilişkilere sahip. Burada dikkate alınması, hatta kabul edilmesi gereken stratejik problem arzuladığımız normları ve sınıfa ilişkin değerlerli bu projelerin içine katmaktır. Hayatı tüm açılardan değiştirmenin asıl ihtiyaç olduğu belli -bu özette oldukça yüzeysel olarak değinilen bir öncelik. Buna bağlı olarak Parecon için bir başka stratejik gereklilik ise eylemliklerimizi her birinin otonom yapısını göz önünde bulundurarak dayanışma ile birleştirmeye yönelik bir yaklaşım geliştirmektir. Hareketler farklı önceliklere ağırlık verirler çünkü insanlar ırk, cinsiyet, sınıf, cinsellik gibi pek çok farklı faktöre bağlı olarak farklı koşullara katlanmak zorundalar. Bunun ardılı olarak yönelimlerdeki bu çeşitlilik, hayatın her alanınında sağladığı gemişlik ve derinlik açısından iyidir. Ancak gerçek şu ki hareketler birbirlerine yardım etmiyor hatta birbiriyle rekabet ediyor ve başarmak için hayati olan her bir hareketin diğerleriyle olan beraberliğinin önüne geçiyor. Farklı gündemler gelişmek, güven kazanmak, odaklanmak ve liderlik edebilmek için alana ihtiyaç duyar. Herkesin hissettiği öncelikleri unutmasını söyleyerek dar bir programın arkasına sıkıştırmaya çalışarak bir beraberlik yaratamazsınız. Ancak insanlar otonom hareketler içinde apayrı kişiliklere ve farklı önceliklere sahip olmakla birlikte kazanmak için bu farklı hareketler, her bir hareketin diğerlerinin gücünden ve karakterinden faydalanabilmesi anlamına gelen, geniş bir ortaklığa da ihtiyaç duyar. Dayanışma duygusunu büyüten yollar bulurken çeşitlilik ve otonomiye saygı duyarak bu problemi çözmeliyiz. Sonuçta herkes baskıların tümüne karşı, ama karşılıklı dayanışma ile mücadele ederken farklı deneyimlere sahip, farklı tabanlardan gelen insanlar şüphesiz baskının bir şekline daha çok odaklanacaktır. Çeşitliliği koruyan birlikteliğe yönelik bir diğer önemli adım da daha geniş hareketlerin küçük yapılara yardım etmesi, ekonomik olarak daha güçlü örgütlerin küçük yapılara yardım etmesi ile mümkündür- açıkça ve kaynaklarla olduğu gibi halk kitleleriyle, hareketlerden bir hareket geliştirerek, böyle bir dayanışmayı mümkün kılacak bir örgütlü ortaklığı geliştirmektir. Şu sürekli tekrarlanan bir nakarattır- “Siz solcular neden yandaşlarınıza konuşuyorsunuz?” Maalesef bunu yapan bazı kimseler, ne düşündüğünü bilmediğimiz, belki de bizim söylediklerimize katılmayacak olan, hatta saldırgan tavırlar gösterebilecek olan kimselere kendimizi anlatmak kolay olmadığı için böyle yapıyor. Ancak solcuların genelde solda olmak isteyen ya da solda olan insanlara konuşmalarının açıklaması çoğunlukla şöyle yapılır- solun sesinin, mesajlarına kulak vermeyen insanlar tarafından duyulabilecek kadar yüksek olmaması. Çünkü bizim medyamız hala çok zayıf, biz tüm gücümüzle bağırdığımızda dahi ancak zaten bizi dinleyen insanlara ulaşabiliyoruz. Oldukça bilgili katılımcılardan oluşan çoğunlukçu bir hareket yaratmak için pareconcu bir taahhütün bir başka gerekliliği ise, bizimle aynı tonda olmayan daha geniş bir kesimle iletişim kurabilmeyi, aynı zamanda zaten bizi destekleyenler arasında karşılıklı bir takas uygulamasını geliştirmektir. Şu anda var olan alternatif medyayı güçlendirip, destekleyip genişletirken, ana akım medyayı da baskılamalıyız- Ama bu iki görevin dışında solun, sol yorumlara, analizlere gündemlere ve vizyonlara bütün nüfusun önünde yer verecek ve insanların var olduğumuzu öğrenmek için bile köşe bucak aramalarının önüne geçmeli ve görünür olmak için kitle iletişim mekanizmalarını ele geçirmesi gerekmektedir. Hareketin ihtiyaçlarının başka bir ekseninde biliyoruz ki para toplumda oldukça önemli, ancak farkındaymış gibi görünmediğimiz başka bir husus ise para sol için de önemli. Nereden geliyor? Nasıl kazanılıyor? Bir kaç kişiye fayda sağlarken bir çoğunu zarara mı uğratıyor? Yeterince var mı? Bir çok solcu bu sorulara cevap veremez çünkü bu konu çok önemli bir tabudur. Etkinliklerin, projelerin, eylemlerin bütçelrinin nasıl oluşturulduğuna dair, ayrılan bütçenin nasıl dağıtılacağına dair makaleler arayın. Çoğunlukla bulamazsın. Çok büyük bir sessizlik vardır. Parayı nasıl elde ettiğimiz ve nasıl kullandığımızı görmezden gelmek, solun marjinal paralarının kontrolünü tekelleştirenlere fayda sağlayan çıkmaz bir yaklaşımdır. Pareconcu amaçların bir başka gerekliliği de değerlerimizle ve arzularımızla tutarlı olan bir finansal işleyiş geliştirmemiz gerektiğidir. Elbette gelecekteki hareketler ilham verecek, güçlendirecek, ihtiyaçları karşılayacak, arzularımızı canlandıracak… hayatlarımızı zenginleştirecek. Elbette insanlar yerlerini bulduktan sonra, bu yola baş koyacaklar. Yine de geçtiğimiz bir kaç on yılda milyonlarca insan sola yaklaşmış birçok etkinlikte ve projede yer almış ve sonrasında çekilmiştir. Gelecekteki hareketler daha farklı olmak zorunda. insanların neden politik muhalefete ve aktivizme tutunmadığının bir çok sebebi var. Özellikle, hareketin uzun vadede süreklilik ve adanmışlığını koruyarak devam etmesi için katılanları yormak yerine canlandırmalı, onların hayatlarını zayıflatmak yerine güçlendirmeli, üyelerini inkar etmek ve hatta onlarla dalga geçmek yerine onların ihtiyaçlarını karşılamalı. Bir harekete katılıp yalnızlaşmak hareketin büyümesine yardımcı olmaz. Bir harekete katılmak ve daha az gülmek daha geniş çapta ve daha güçlü hareketleri getirmez. Bu yüzden geleceğe giden yolda, hareketlerimizi her türden zemine uygun hale getirmeliyiz. Bir hareket inşa etmek elbette bir çok zorluğu barındırmakta ama bir hareketi mümkün olduğu kadar zengin, çeşitli ve tatmin edici hale getirmeye çalışmak yerine sağırlaştırmak pek mantıklı değil. Hareketimizin hiç bir üyesini kaybetmemeliyiz – daha basit stratejik bir gözleme sahip miyiz? Bu demek oluyor ki, herkesi ötelerken yalnızca çok az birkaçını kendine katan toplumsal ilişkilerden kopuk, örtük hayat tarzları ve sadece uzun toplantılar yapmak yerine, harekete katılımı farklı hayatların bütünlüklü katılımını sağlayarak yapmalıyız. Bizler dünyayı daha az baskıcı ve daha özgürlükçü hale getirmek için mücadele ediyoruz. Kazanmak istiyorsak bunu öncelikle kendi hareketlerimiz için yapmalıyız. Çeviri: Özgür Oktay ozoktay@meydangazetesi.org Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır.
"Devrimci Sınıf-Mücadeleci Anarşizm Wayne Price Aşağıdaki yazı, devrimci sınıf-mücadeleci anarşizm hakkındaki kendi yorumumdur. Bu yazı, Katılımcı Ekonomi’yi savunan Michael Albert ile birlikte internet üzerinde yaptığımız tartışma/araştırma için temel olmak üzere yazılmıştır. Kimsenin resmi sözcüsü olmasam da, bu yorumun örgütümün, yani Kuzeydoğu Anarşist-Komünist Federasyonunun (NEFAC) görüşleri ile geniş ölçüde tutarlı olduğuna inanıyorum. Bu yorum ayrıca http://www.anarkismo.net sitesinde vurguladığım enternasyonal eğilimim; örgütlenmeci anarşist-komünizmin tarihsel eğilimi (Platformculuk ve especifismo) ve devlet-karşıtı Marksizm ile örtüşüyor. Düşüncelerimin daha geniş ifadesini şu kitapta bulabilirsiniz: Devletin Ortadan Kaldırılması: Anarşist and Marksist Perspektifler (2007; Bloomington IN: AuthorHouse) Kaba hatlarıyla, kendi anladığım şekliyle anarşizmin ne olduğunu ve ona ulaşmak için gerekli stratejileri çizeceğim. ideal Vizyon Anarşizm demek, otorite, hiyerarşi ve baskının tüm biçimlerinin sonu demektir. Kapitalizm, beyaz egemenliği, erkek egemenliği, homofobi, emperyalizm, militarizm, doğanın tahribatı, vb. ye karşı çıkar. Anarşizm, demokrasi, özgürlük ve öz-yönetimin toplumun tümünde uygulandığı en uç biçimidir. Devrimler her seferinde halk meclisleri, yerel toplaşmalar, işyeri komiteleri, vb. oluşturdu. Taban meclisleri, ilgili konseylere seçilmiş kişiler gönderdiler ama meclisler istediklerinde bu kişileri anında geri çağırabiliyor ve kontrol edebiliyordu. Bu merkezsiz meclisler insanların yüz yüze konuşma ihtiyacını ifade ediyordu. Tıpkı insanlığın varoluşundan beri en çok yaşadığı biçim olan ufak “kabile” ve köy yaşamında olduğu gibi. Bunlar, antik Atina kentindeki doğrudan demokrasi meclisi Eklesia’da, New England’ın şehir konseyinde, 1871 Paris Komünü’nde, Rus Devriminin ilk sovyetlerinde, 1956 Macaristan işçi konseylerinde, Arjantin’deki yataylaştırılmış mahalle toplantılarında, işyeri işgallerinde ve diğer birçok devrimci durumda görülürler. Anarşizm, kapitalist ekonominin pazarları ve merkeziyetçi, sınıflı planlaması yerine sınıfsız sosyalizmi kuracaktır. Üretim, özelleşmiş ve rekabetçi değil, kolektif ve kooperatif olacaktır. Üretim kar için değil, ihtiyaç için olacaktır. Demokratik tabandan-planlama ile koordine edilecektir. “Ekonomi”, üreticilerin kooperatifleri, tüketicilerin kooperatifleri ve kolektif komünlerin bir federasyonu olarak düşünülebilir. işyerleri ve mahalli örgütler, kendi meclislerini yönetip merkezsiz federalizm ile koordine edilirler. Bölgeler ve hatta mahalleler, kendi ihtiyaçlarının mümkün olduğu kadar çoğunu yerel seviyede üretirler ama tümüyle kendine-yeterlik imkânsızdır ve istenmez. Merkezsizleşme, yüz-yüze demokrasiyi sağlar, ekolojik dengeye yararlı olur ve tabandan-yukarı, demokratik, ekonomik planlamayı kolaylaştırır. NEFAC: 2000’de ABD’nin kuzeydoğu bölgesinde kurulan platformist anarşist komünist örgüt. Bu bölgede ve Kanada’nın Quebec ve Güney Ontario bölgelerindeki iki dilli (ingilizce-Fransızca) üyelerin federasyonu olarak kuruldu. Örgüt 2008’de bölündü ve Quebekli üyeler “Özgürlükçü Kominist Birlik (UCL)”i kurdu. 2011′de adını “Ortak Mücadele” olarak değiştirdi. Örgüt, uluslararası platformist internet sitesi olan Anarkismo üyesidir. Devrimden sonra işçilerin yapacağı ilk işlerden biri, kapitalizmden miras kalan teknolojiyi dönüştürmeye başlamaktır. Ekolojik olarak sürdürülebilir bir toplum yaratmak için teknoloji yenilenecektir. Teknoloji ve genel olarak üretim, emir-veren ve emir-alan ya da kafa işi ve akıl işi ayrımını kaldıracak şekilde yeniden düzenlenecektir. Yeni bir devlet kapitalisti sınıfın ya da yönetici sınıfının yaratılmasını önlemek için bu zorunludur. Devlet ortadan kaldırılacaktır. Burada “devlet” derken, uzmanlaşmış, bürokratikleşmiş, topluma yabancılaşmış, toplumun geri kalanının üzerinde duran bir kurumdan bahsediyoruz. Onun yerine bir meclisler ve konseyler birliği gelecektir. Herkes yönetime katıldığı için belirli bir yönetici olmaz. Uzman polis ve ordu katmanları yerine silahlı halk ve hala ihtiyaç kaldıysa sivil konseylerin yönetimindeki bir halk ordusu gelir. Anarşist Yöntem Şimdilik mümkün olan sadece genel prensipleri çizmek ve gelecek nesillerin bunları nasıl uygulayabileceğini kestirmektir. Varsayabileceğimiz şeylerden biri, devrim-sonrası toplumun esnek, yerel, çoğulcu ve hepsinin ötesinde deneysel olacağıdır. (Errico Malatesta ve Paul Goodman’ın “anarşist yöntem” olarak adlandırdığı şey) Dünya, hatta Kuzey Amerika bölgelerinin bile tarih, coğrafya ve kültür açısından belirgin farkları vardır. Bu yüzden, kapitalist sömürü yeniden canlanmadığı sürece çoğulcu deneysellik beklenmelidir. Kapitalizm sonrası toplumun nasıl işleyeceği konusunda kimse bütün cevapları bilmiyor. Farklı bölgeler, farklı demokratik ekonomik planlamaları deneyebilirler, örneğin Parecon ya da Pat Devine’ın düşünceleri, ya da Takis Fotopoulos’un “Kapsayıcı Demokrasi”si gibi. Dahası bir bölge hemen, insanların ihtiyaçlarının sağlandığı ve sadece toplumsal güdülerle çalıştığı tam komünizmi denemek isteyebilir. Başka bir bölge çalışanların emeğinin (diyelim makbuz ile) ödendiği teşvikler konusunda ısrar edebilir. Bununla birlikte toplumun komünist parçaları (ücretsiz sağlık hizmeti, asgari yemek, giyim ve barınak) olabilir ya da olmayabilir. Bazı bölgeler (Marks’ın yaklaşımına benzer şekilde) bu parçaları zamanla ya da nesiller boyunca genişletip tam komünizme varmayı seçebilirler. Bazı bölgeler toplumu işçi konseylerinin federasyonu üzerinden koordine etmeyi denerken, diğerleri halk meclislerinin federasyonunu deneyebilirler. Demokratik federalizm sınırları içinde, bazı bölgeler göreceli olarak daha merkeziyetçi, diğerleri daha merkezsiz olabilir. Anlaşmazlıkları çözmek için ya da insanları (varsa) anti sosyal kişilerden korumak için değişik yerel yöntemler denenebilir. Bölgeler başarısızlıkları reddedip, başarıları kopyalayarak birbirlerinden öğrenecektir. Pratikte mümkün ve yararlı olduğu kadar çok merkezsizleşme olurken, ticaret ve diğer pratik konularla ilgilenmek için kıtasal ve uluslararası federasyonlar da gerekecektir. Örneğin, emperyalist devletler olduğu sürece özgür toplumlar, silahlı milislerin karşılıklı koordinasyonu ile kendilerini korumaya hazır olmalıdırlar. Cinsiyet, ırk, cinsel yönelim, köken gibi sınıfsal olmayan sorunlar da aynı “anarşist yöntemle”, yani merkezsizleştirme, öz-örgütlenme ve deneyle çözülecektir. Kadınlar erkeklere ekonomik ya da başka şekilde, çocuk bakımı için bile bağımlı olmayacaklar, çünkü bu iş toplumun sorumluluğunda olacaktır. Kadınlar, erkek egemenliği ile mücadele edip tüm potansiyellerini geliştirmek için, kendi başlarına ya da erkeklerle birlikte örgütlenmekte özgür olacaklardır. insanlar romantik ve cinsel ilişkileri nasıl kuracaklar? Cinsel ve diğer kimliklerini nasıl oluşturacaklar? Toplum çocukları nasıl yetiştirecek? Böyle şeyler öngörülemez, sadece ilgili kişiler tarafından geliştirilirler. Beyaz olmayanlar da çeşitli birliklerde kendileri ya da beyazlarla birlikte örgütlenebilecekler. Irkçılıktan yarar sağlayan bir kapitalist sistem olmayacak ama bu ırkçılığın tamamen yok olacağı anlamına gelmiyor. Beyaz olmayanlar örgütlenip kendi hakları için mücadele edebilecekler. Ayrılmaya ya da birlikte hareket etmeye, ya da öz-örgütlenme ve deney yoluyla ırklar arasında tercih ettikleri herhangi bir ilişkiye karar verebilirler. Devrimci Strateji Devrimci anarşizmin amaçları ve araçları tutarlıdır. Öz-örgütlenme ve otonomiye dayalı toplumu oluşturmak için öz-örgütlenme ve otonomi üzerine kurulan bir hareketi destekler. Reform için, halkın yaşam şartlarının iyileştirilmesi için yapılan mücadeleleri destekler: Sendikaların kurulması, daha yüksek ücret, daha düşük çalışma saatleri, kadınlar ve beyaz olmayanlar için ayrımcılık karşıtı yasalar, evrensel sağlık hizmeti, süren emperyalist savaşların sona ermesi, sosyal hakların devlete ve faşistlere karşı savunulması, ekolojinin savunulması, vb. Bu talepleri destekliyoruz çünkü bunlar adaletli, çünkü insanların ne için mücadele edeceklerini seçmeye hakları var ve çünkü insanları otoriteye karşı harekete geçiren her şeyi destekliyoruz. Mümkün olan her yerde bu mücadeleyi, başka sorunlar ile ilişkilendirerek, onları tüm kapitalist sınıftan ve devletten talepler olarak genelleyerek ve harekete geçirecek en militan yöntemleri önererek genişletmeliyiz. Fakat işçilere her zaman gerçeği söylemeliyiz: Bu sistem istikrarlı şekilde iyi yaşam şartları ya da demokratik hakları sunamaz. Bilakis şu anda bu standartlara saldırıyor, çünkü sistemin temel ekonomik krizi yüzünden böyle yapmak zorunda. Uyarıda bulunmalıyız: Yöneticiler, işçi sınıfının ve ezilenlerin zamanla örgütlenip toplumda söz sahibi olmalarına izin vermeyecekler. Bir noktada sertçe üzerimize gelecekler. Gerekli gördüklerinde seçimleri ve sosyal hakları kaldırıp, orduyu, polisi ve faşist çeteleri harekete geçirip, ırkçı ve cinsiyetçi histeriyi kamçılayıp totaliter yapıyı kuracaklar. Yapabilirlerse tabi. işçilerin ordunun safları karşısında zafer kazanıp devleti parçalayarak, kapitalizm ve baskının her türlüsünü söküp atarak ve halk meclislerinin bir federasyonunu kurarak bunun önüne geçmesi gerekecek—yani iktidarı alması (ama “devlet iktidarı” değil, yeni devlet yaratmak değil) Diğer bir deyişle, devrim yapacak. Bugün devrim ve karşıdevrim çarpışmasından uzaktayız ama yine de uzun vadede yol gösteren strateji bu olmalıdır. Şimdi bile reformları kazanmanın en iyi yolu insanların militanca, kendine yeterli ve yönetici sınıfa tehdit oluşturacak şekilde, yani devrimciliğe yakın davranmasıdır. Ve şimdi bile devrimcilerin genel grevleri destekleyerek işçileri hazırlaması ve işçilerin grev kırıcılara, yetkisiz zor kullananlara, kanun dışı polis müdahalelerine karşı kendilerini korumaya hazır olması gerekir. Halkı çevredeki faşist saldırılara karşı koymak için örgütlemeliyiz. “Silah kontrolü” yasalarına karşı çıkmalıyız. Platformculuk: Adını, 1926′da yayımlanan “Anarşistlerin Genel Birliği Örgütsel Platformu”ndan alan platformculuk, işçi sınıfı ve köylü hareketlerini etkileyebilecek, sıkı bir örgütlenmeyi savunur. Dört ana prensibi vardır: ideolojik birlik, taktik birlik, kolektif sorumluluk ve federalizm. Devrimci Güçler Devrimi kim yapacak? Tabii ki halk adına devrimi sürükleyip devletin iktidarını eline almayı uman bir öncü elit parti değil, ya da iktidara seçimle gelmeyi planlayan elit bir parti değil. Halkın büyük çoğunluğu yapacak, ezilen ve sömürülenlerin tümü. Kadınların, queerlerin, beyaz olmayanların, engellilerin ezilmeleri vb. dâhil ezilmenin her biçimi birbiriyle örtüşür, iç içe geçmiştir ve bu şekilde ezilmeler karşılıklı olarak birbirlerinin devamını sağlarlar. Şimdi bile mücadele eden, ayaklanacak olan ve devrimi yapacak olanlar bunlardır. Sınıf mücadeleci anarşistler halkın çoğunluğu olan işçi sınıfının merkezi rolünü görüyor, mavi yakalı, beyaz yakalı ve “pembe yakalı”*, diğer tüm ezilen gruplar ve bu sınıfın ücretsiz üyeleri (yani işsizler, işçi çocukları ve ev işçileri) dâhil. işçiler ahlaki olarak diğerlerinden (örneğin duyma engellilerden) daha çok ezilmiyorlar. Fakat stratejik olarak, işçilerin devasa bir potansiyel gücü var. Üretim araçları, ulaşım, iletişim ve sosyal servisleri elinde tutan bu sınıf, toplumsal hayatı durdurabilir. Ve yeni, daha iyi temeller ile tekrar başlatabilir. Devrimcilerin en çok bulunduğu yerler hem ezilen, hem sömürülen kesimlerdir. Siyah işçiler, kadın işçiler (ya da siyah kadın işçiler), ve böyle diğer gruplar işçilerin en çok ezilenleridir. Onları çürüten ayrıcalıkları, “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri” yoktur. Azınlık da olsalar, böyle gruplar genellikle mücadelenin ön saflarında yer alırlar. Ayaklandıklarında tüm toplum sarsılır ve tüm sorunlar açık hale gelir. Especifismo: FARJ ve benzer Güney Amerikalı anarşist örgütlerin benimsediği especifismo, platformculuğa çok benzer. Errico Malatesta’nın anarşist örgüt düşüncesine dayanır. Otonom, toplumcu sosyal hareketlere katılmayı ve bunları yaratmayı içerir. Anarşist Devrimci Örgütlenme Anarşistler birçok devrimde önemli rol oynasalar da başarısızlığa uğradıkları deneyimler oldu. Bu başarısız deneyimlerin bir nedeni de anarşist devrimci azınlığın ayrı bir politik örgütünün olmamasıdır. Demokratik bir federasyon tutarlı bir analiz ve program geliştirebilir, üyelerin eylemlerini koordine edebilir ve yayınları ile düşüncelerini yayabilir. Bu federasyon bütün anarşistleri değil, sadece programını kabul edenleri kapsayacaktır. Bir “parti” olmayacaktır çünkü devlet yönetme amacı yoktur. Bu yaklaşıma platformculuk ya da especificismo deniyor. Bu anarşist örgüt daha geniş kitle örgütlerinde, örneğin sendikalar, mahalli gruplar ve ezilen grupların birliklerinde çalışacaktır. Bunların patronlara değil, kendilerine güvenmeleri için mücadele edecektir ve her zaman taban demokrasisi ve militanlığı destekleyecektir. Elitist örgütlere karşı savaşacaktır. Fakat diğer gruplarla her fırsatta dayanışma gösterecektir çünkü hiçbir örgüt tek başına en iyi fikirlere ve en iyi militanlara sahip değildir. Fırsatçıların yaptığı gibi kendini daha geniş popüler örgütler içinde eritmeyecektir ya da sekterlerin yaptığı gibi kendine kapanıp mükemmel teoriyi aramayacaktır. Bunun yerine en radikal katman ile şimdilik daha muhafazakâr olan çoğunluk arasındaki herkesin birbirinden öğrendiği sürekli diyaloğun parçası olacaktır. Devrimci örgütlenme, işçi sınıfının ve ezilenlerin öz-örgütlenmesinin karşısında değildir. Bilakis öz-örgütlenmelerin bütünleyici bir parçasıdır. Bütün ezilenler ışığı görüp bir anda toplumcu anarşist olmayacaklar. Gerçekte insanlar politik farkındalığa seviye seviye ulaşırlar. Muhafazakâr dönemlerde birer ikişer gelirler. Radikalleştiren dönemlerde kümeler halinde radikal olurlar. Bunlar diğer insanları kazanmak için birleşirler. Büyük çoğunluk sadece devrimin hemen öncesinde demokratik bir ayaklanmaya hazırdır (ki bu da devrimci dönemi tanımlar). Krize Verdiğimiz Yanıt Bir kriz dönemindeyiz. II. Dünya Savaşı sonrası yükseliş 60’larda sona erdiğinden beri ekonomi inişli çıkışlı da olsa genel bir iniş yönünde ilerliyor. Bizim sendikaları ufalmış, endüstrisi azalan ekonomimizde işçilerin gelirleri hızla düşüyor. Ekonomi kötüleşirken büyük işletmeler karlarını artırmak için işçilerin yaşam standartlarını düşürmeye, yoksuların sosyal hizmetlerini kesmeye ve zenginlerden alınan vergileri azaltmaya çalıştılar. Bir yandan insanlar küresel ekolojik felaket tehdidinin ve (nükleer silahların yaygınlaşması dahil) uluslararası savaşların kötülüklerinin farkına vardılar. Resmi politika aşırı sağa kaydı. Cumhuriyetçiler aşırı gericilerin eline geçerken demokratlar onların sadece biraz solunda kaldı. işçiler ve ezilenler artık bıktılar. (Kapitalistler için) bir patlama “tehlikesi” var. Böylece ABD’nin en uzak görüşlü kapitalistleri bir kez daha, daha önce birçok kereler yaptıkları gibi, memnuniyetsizliği daha güvenli yönlere yönlendirmek için (ılımlı) ilerici demokrat bir aday hazırladılar. Demokrat Parti, 19.yy’ın halkçıları, 30’ların sendikaları, 60’ların sosyal hak ve savaş karşıtı hareketleri için bir ölüm tuzağı işlevi görmüştü. Şimdi ise karizmatik siyah politikacı liderliğinde, alçak George W. Bush’un beceriksizliklerinden ve felaketlerinden kurtulmaya çalışanların desteğini alıyor. Barak Obama seçilirse, çalışan nüfusa dayatılacak olan tasarruf tedbirlerine ve ABD’nin emperyalist savaşlarının yeniden düzenlenmesine önderlik edecek. Irak vurgusunu azaltıp Afganistan işgalini artıracak. Kaybederse bu yenilgi, takipçilerinin cesaretini kırmak için kullanılacak. Bu bağlamda, devrimci azınlığın akıntıya karşı gitmesi, demokratlara karşı çıkması, bu parti ve adayları hakkında gerçeği söylemesi zorlaşıyor. Ezilenlerin birliklerinin ve topluluklarının Demokrat Parti’den ayrılması gerektiğini ve seçimciliğin edilgenliğinden kurtulmaları gerektiğini saygıyla ve sabırla anlatmalıyız. Bunun yerine bağımsız kitle hareketlerini desteklemeliyiz: gösteriler, sivil itaatsizlik, grev ve özellikle genel grev. Çoğu sendika ve ezilen yanlısı aktivist, liberal ya da reform sosyalisti, kapitalizmi destekliyorlar ya da en azından devrime inanmıyorlar. Bu yüzden onların kapitalist bir partiyi desteklemeleri anlaşılabilir. Kendilerine devrimci, sosyalist ya da anarşist diyenler için durum farklı. Onların daha iyi bilmesi gerekir. Çoğunluğun bugünkü liberal anlayışına teslim olmaktansa, halk hem cumhuriyetçilerden, hem de demokratlardan bıktığı zaman radikalleşecek olan kitleler için hazırlanmalıyız. Radikaller, bir ideal vizyon ve bir bilimsel analiz-strateji arasında çoğu zaman yapılan ayrımı reddetmelidir. ikisi de birlikte gereklidir. insanlık ekonomik çöküş, faşizm, savaşlar ve nükleer savaş ya da çevresel felaket ile yok olma tehditleri ile karşı karşıya. Toplumcu anarşist bir devrim sadece iyi olacak bir şey değildir. insanlığın hayatta kalması için gereklidir. *pembe yakalı (işçi): Tipik olarak hizmet sektöründe, bakıcılık, resepsiyon gibi geleneksel olarak kadınların çalıştığı işleri yapanlar. "
Yazının sıkılmadan okunabilmesi için arada bir enter tuşunun kullanılması gereken yazıdır. Aşırı konsantrasyondan dolayı yazının aralarında birkaç boşluk bırakmayı unutmuş olabilecek yazardır.
Kapsayıcı Demokrasi Hareketi, siyaset felsefecisi ve ekonomist Takis Fotopoulos’un 90’ların sonuna doğru geliştirmeye başladığı bir fikirdi. Klasik demokrasiyi, liberter sosyalizm ve yeni toplumsal hareketlerdeki radikal akımları sentezleyerek oluşturduğu model, Fotopoulos’un önemle üzerinde durduğu bir durumdan yola çıkılarak oluşturulmuş; çok boyutlu kriz. Fotopoulos’un modeli, sadece ekonomik değil, aynı zamanda ekolojik, sosyal, kültürel ve siyasi krizlere de bir yanıt olabilme özelliği taşıyor. Fotopoulos’un modeli, devletsiz, piyasasız ve parasız bir ekonomi modeli. Kapsayıcı Demokrasi’nin yapılanmasında bu tarz bir ekonomik model elzem olsa da, ekolojik ve toplumsal alana ilişkin demokrasi yansımaları olmadan modelin işlemesinin olanaksızlığı Fotopoulos tarafından özellikle üzerinde durulan bir konu. Anarşist Ekonomi Tartışmaları’nda yayınlayacağımız bu yazı, Fotopoulos’un Market Ekonomisi ve Devletçi Planlama Üzerine: Konfederal Kapsayıcı Demokrasinin Bir Parçası Olarak Demokratik Planlamaya Doğru makalesinden çevrilmiş bölümlerden oluşmaktadır. Yazının tamamını okumak Fotopoulos’un modelini iyi kavramak açısından önem taşısa da, en başta gazetede bu tartışmalara ayırdığımız yerin sınırlı olması nedeniyle Kapsayıcı Demokrasi modelinin detaylarını çeviri yazısına dahil etmedik. Öte yandan, çevirilen bölümlerin seçiminde daha önceki yazılar göz önünde bulundurularak, aynı kaygıları karşılayacak metinlerin çevrilmesi üzerinde hem fikir olduk. Tekrar belirtmek de yarar var, Fotopoulos’un modelini iyi kavramak adına makalenin tamamını okumak önemlidir. Hatta 90′ların sonlarından itibaren yayınlanmaya başlayan yazıların tamamını okumak, Kapsayıcı Demokrasi’nin detaylı bir değerlendirmesini yapabilmek için önemlidir. Bu tarz bir değerlendirmeyi yapacağımız başka bir mecrada, burada giriş mahiyetinde bulunan ve verimli tartışmalara yol açacak tüm modellerin daha detaylı bir irdelemesi zaten yapılacaktır. Aşağıda okuyacağınız metin Das Argument dergisinin isteği üzerine kaleme alınmışsa da derginin politik sansür girişimi karşısında yazar tarafından geri çevrilmiştir. Orijinal metinin girişinde bu sansür girişimi de anlatılmaktadır. Kapsayıcı Demokrasinin bir parçası olarak Ekonomik Demokrasi Kapsayıcı demokrasiyi tanımlamanın verimli bir yolu, topluma ilişkin iki ana alanın, kamusal ve özel alanların farklarını göstermektir.Bunlara, doğa ile toplumsal alanların ilişkilerini içeren “ekolojik alanı” da ekleyebiliriz. Bu anlayışa göre kamusal alan, cumhuriyetçi ya da demokratik projenin birçok destekçisinin (Hannah Arendt, Cornelius Castoriadisxe “Castoriadis”, Murray Bookchin, “Bookchin” ciler ve diğerleri) aksine sadece politik alanı değil, ekonomik alanı ve ‘toplumsal’ alanı da kapsar; diğer bir deyişle kamusal alan, insanların kararları kolektif ve demokratik alabilecekleri tüm faaliyet alanlarını kapsar. Politik alan, politik karar alma alanı olarak, yani politik gücün uygulandığı alan olarak tanımlanır. Ekonomik alan, ekonomik karar alma alanı olarak, yani herhangi bir kıtlık toplumunun yapmak zorunda olduğu bir çok ekonomik seçim karşısında ekonomik gücün uygulandığı alan olarak tanımlanır. Son olarak, toplumsal alan, iş yerinde, eğitimde ve demokratik toplumun diğer tüm ekonomik ya da kültürel kurumlarının içinde, kararların alındığı alan olarak tanımlanır. Takis Fotopoulos: Kapsayıcı Demokrasi hareketini başlatan siyaset felsefecisi ve ekonomist. “Democracy&Nature” yi takiben “The International Journal of Inclusive Democracy” nin editörlüğünü yapmaktadır. Kapsayıcı demokrasi projesinin temellerini attığı “Towards An Inclusive Democracy” kitabının yazarıdır. 1968’ de Londra’da öğrenci isyanında aktif rol almış, cunta döneminde yunan devrimci sol harekette yer almıştır. Buradaki gibi geleneksel kamu alanını ekonomik, ekolojik ve “toplumsal” alanları içine alacak şekilde genişletmek, Kapsayıcı Demokrasi’nin vazgeçilmez bir öğesidir. Buna bağlı olarak, Kapsayıcı Demokrasi’yi oluşturan dört ana öğeyi ayırabiliriz: Politik, ekonomik, “toplumsal alanda demokrasi” ve ekolojik demokrasi. ilk üç öğe sırasıyla politik, ekonomik ve toplumsal gücün eşit dağılımına yönelik kurumsal çerçeveyi; diğer bir deyişle insanın insan üzerindeki tahakkümünü etkili bir şekilde ortadan kaldırmaya yönelik sistemi oluşturur. Benzer şekilde, ekolojik demokrasi doğal dünyayı tahakküm altına alacak herhangi bir girişimi saf dışı bırakmaya yönelik kurumsal yapı olarak, diğer bir deyişle amacı insanları ve doğayı bütünleştirmek olan sistem olarak tanımlanır. Kapsayıcı Demokrasi: Doğrudan demokrasiyi, devletsiz, parasız ve pazarsız bir ekonomi olan ekonomik demokrasiyi, öz-yönetimi (toplumsal alanda demokrasi) ve ekolojik demokrasiyi amaçlayan politik teori ve politik proje. Açıkça anarşist bir proje olmasa da, savunduğu kavramlar nedeniyle kimi yorumcuların anarşist olarak sınıfladığı bir harekettir. Kısacası Kapsayıcı Demokrasi, toplumu ekonomi, politika ve doğa ile bütünleştiren bir toplumsal örgütlenme biçimidir. Kapsayıcı Demokrasi kavramı iki ana tarihi geleneğin, klasik demokratik ve sosyalist geleneklerin sentezinden türetilmiştir ancak radikal yeşil, feminist ve Güneydeki liberter hareketleri de kapsar. KD projesinin sorunsalı dahilinde, yeni binyıla girerken dünyanın çok boyutlu bir kriz (ekonomik, ekolojik, toplumsal, kültürel ve politik) ile karşı karşıya olduğu ve krize neden olan şeyin son birkaç yüzyılda pazar ekonomisi, temsili “demokrasi” ve bunlara bağlı hiyerarşik yapıların yerleşmesi sonucunda gücün çeşitli elitlerin elinde yoğunlaşması olduğu varsayılır. Bu bağlamda gücün her seviyede eşit dağılımını gerektiren kapsayıcı demokrasi bir ütopya(olumsuz anlamıyla) değil, bilakis belki de mevcut krizden çıkışın tek yoludur. Şimdi Kapsayıcı Demokrasi’nin parçası olan ekonomik demokrasiye gelelim. Politik demokrasiyi halkın (demos*) politik alandaki hakimiyeti olarak tanımlarsak, ki bu politik gücün eşit dağılımı biçiminde politik eşitliğin varlığı anlamına gelir, ekonomik demokrasi de aynı şekilde halkın ekonomik alandaki hakimiyeti olarak tanımlanabilir, ve bu da ekonomik gücün eşit dağılımı biçiminde ekonomik eşitliğin varlığı anlamına gelir. Burada demostan bahsediyoruz; devletten değil, çünkü devletin varlığı halkın politik ve ekonomik sürecin dışında olması demektir. Dolayısıyla ekonomik demokrasi toplumla ekonominin bütünleşmesini kurumsallaştıran tüm toplumsal sistemlerle ilgilidir. Bu demektir ki en nihayetinde demos, ekonomik süreci üretim araçlarına “halkça sahip” olduğu kurumsal çerçeve içerisinde yönetir. Daha dar bir anlayışta ise, ekonomik demokrasi sosyo ekonomik farklılıkların en aza indirilmesini kurumsallaştıran tüm toplumsal sistemlerle de ilgilidir. Bu sistemler bilhassa özel mülkiyetin ve dolayısıyla gelirin ve zenginliğin dağılımındaki eşitsizliklerle ilgilenir. Tarihsel olarak sosyalistlerin ekonomik demokrasiyi kurma çabaları bu dar anlayış ile yapılmıştır. Bu yüzden, politik demokrasinin kurumsallaşmasından farklı olarak, yukarıda tanımlanan geniş anlayışla kurumsallaşan bir ekonomik demokrasi örneği hiçbir zaman olmamıştır. Başka bir deyişle, gelir ve zenginliğin dağılımındaki eşitsizliğin derecesini azaltmaya dönük sosyalist girişimler başarılı olduğunda bile, ekonomik gücün eşit dağıldığı bir sistemi kurmaya yönelik anlamlı girişimlerle hiç ilgilenmediler. Pazar ekonomisinin yükselişinden sonra oluşan toplum tipinde ekonomi ciddi biçimde özel alandan Hannah Arendt’in “toplumsal alan” dediği, ulus devletin de ait olduğu alana kaydığı halde durum böyledir. Fakat tam da bu kayma nedeniyle, ekonomik güç sorusuna değinmeden demokrasiden bahsetmek abestir. Diğer bir deyişle bugün ekonomik gücün eşit paylaşımına dayanmadan politik gücün eşit paylaşımından bahsetmek anlamsızdır. Bu yüzden daha önce verilen politik demokrasi tanımına dayanarak bir toplumun ekonomik demokrasiye sahip olması için aşağıdaki koşulların sağlanması gerekir: A) Oligarşik yapıya sahip kurumsallaşmış hiçbir ekonomik süreç yoktur. Bu demektir ki, işyeri ve ev seviyesindeki “mikro” ekonomik kararlar ilgili üretim ve tüketim birimlerinde alınmasına karşın bütün “makro” ekonomik kararlar, yani ekonominin bir bütün olarak çalıştırılması ile ilgili kararlar (toplam üretim, tüketim ve yatırım seviyeleri, ilgili iş ve serbest zaman miktarları, kullanılacak teknolojiler, vb.) halk tarafından kolektif ve doğrudan(vekilsiz) alınır ve bu kararlar demokratik bir planlama süreci aracılığıyla uygulanır. B) Eşit olmayan ekonomik güç ilişkileri içeren kurumsallaşmış hiçbir ekonomik yapı yoktur. Dolayısıyla herhangi bir gelir eşitsizliği, bireysel düzeyde fazladan gönüllü çalışmanın sonucudur. Temel ihtiyaçların karşılanması için toplumun gücü yeten her bireyinden beklenen işin ötesinde yapılan bu fazladan çalışma sadece fazladan tüketime izin verir çünkü bireysel kapital birikimi mümkün değildir ve fazladan çalışma ile elde edilen herhangi bir zenginlik miras alınamaz. Böylelikle ekonominin halkça sahipliği demokratik mülkiyet için gerekli ekonomik yapıyı oluştururken bireylerin ekonomik kararlara doğrudan katılımı ekonomik süreçlerin kapsamlı demokratik yönetimi için gerekli çerçeveyi sağlar. Böylelikle demos, ekonomik hayatın sahici bir birimi olur çünkü bugün üretken kaynakların hem mülkiyeti hem de yönetimi yerel seviyede düzenlenmeden ekonomik demokrasi elde edilemez. Böylelikle diğer ekonomik demokrasi tanımlarının aksine burada verilen tanım ekonomik gücün açıkça reddedilmesini içerir ve ekonomik alanda halkın hakimiyetini gerektirir. Bu anlayışta ekonomik demokrasi, doğrudan demokrasinin ve genelde Kapsayıcı Demokrasinin hem temeli hem de tamamlayıcısıdır. Demokratik Planlama ve Ekonomik Demokrasi Ekonomik demokrasi için gerekli koşulları incelediğimizde bunların demokratik planlama ile birbirine bağlı olduğunu açıkça görebiliriz. Buna bağlı olarak ekonomik demokrasinin uygulanabilmesi için üç ana ön koşulun sağlanması gerekir: Halkça kendine dayanma, yani demos merkezli kendine dayanma, Üretken kaynakların halkça sahipliği (ki bu da demosun üretim ve paylaşım araçlarına kolektif olarak, yani doğrudan sahip olması ve yönetmesi demektir) Kaynakların konfederal paylaşımı. Kendine dayanma burada kendine yeterlilikten çok otonomi anlamındadır. Kendine yeterlik bugünün koşullarında ne mümkün, ne de istenen bir şeydir. Bu yüzden kendine dayanma yerel zenginliklerin ve enerji kaynaklarının en üst düzeyde kullanılmasını gerektirse de, mutlak özerklik ile karıştırılmaması ve her zaman konfederalizm bağlamında görülmesi gerekir. Bugün ekonominin ve toplumun doğrudan demokratik yönetimi sadece yüksek oranda merkezsizleşmiş bir toplumda mümkündür. Bu yüzden açıktır ki politik ve ekonomik otonomi için gerek koşul kendine dayanmadır. Fakat kendine dayanmayı gerekli kılan tek şey kendi meselelerimize tekrardan hakim olabilmek için istenen otonomi değildir. Kendine dayanma aynı zamanda günümüz küreselleşme çağında zirvesine ulaşan karşıt yöndeki tarihsel eğilimin makro ekonomik, kültürel, çevresel ve toplumsal seviyelerdeki önemli olumsuz etkileri nedeniyle gerekli hale gelir. Makro ekonomik seviyede, tüm dünyada milyarlarca insan (kendine dayanmaktan uzaklaştıkları anda kaderlerini mutlak olarak kontrol eden) pazar güçleri tarafından işsizlik, yoksulluk ve hatta açlığa mahkum edildi. Kendine dayanmaktan uzaklaşmak kültürel seviyede, toplumsal bağların kopmasına ve halkları hatta bütün halde kültürleri birleştiren değerlerin yok olmasına yol açtı. Kendine dayanmadan uzaklaşmak çevresel düzeyde, günlük işleyişi malların ve insanların uzak mesafelere taşınmasına dayalı bir sistemin saçmalığına ve bu devasa hareketin yarattığı çevresel etkiye yol açtı. Bu yüzden aşırı üretim ve aşırı tüketim süreci günümüzde hem ekolojik tehdidin ana sebebi hem de “büyüme ekonomisi”nin ana etkisidir. Bu süreci tersine çevirmenin tek yolu toplulukların kendine dayalı olmasıdır. Pazarın değerleri, rekabetçilik ve bireycilik, toplumun dayanışma ve elbirliği değerlerinin yerini alarak insanları pasif yurttaşlara, aslında daha çok tüketicilere dönüştürdü. Bu süreçte gereken radikal merkezsizleşme (ilk başta sadece kurumsal olabilir, fiziksel olmayabilir) aslında tarihsel olarak ilerlemeyi ekonomik büyüme ve verimlilik ile tanımlayan gelişme tarzının tersine çevirilmesini gerektirir. Aslında bugün pazar ekonomisinin uluslararası niteliğinin bir parçası olarak bir çeşit merkezsizleşme zaten gerçekleşiyor ama bu ekonomik değil sadece fiziksel merkezsizleşme çünkü ekonomik güç hala metropol merkezlerinde. Neo liberal aşamanın bizzat kendi dinamiği, ki pazarları devletçi parlatma aşamasında devletin koyduğu “engeller” den kurtarma sürecidir, ekonomik gücün metropol merkezlerinde daha da yoğunlaşmasına yol açtı. Bu da basitçe üretim sürecinin bir kısmını Doğunun düşük maliyetli ‘cennet’lerine (Çin,[1] Hindistan, vb.) aktardı. Diğer yandan kendine dayanan merkezsizleşme yalnızca ekonomik olarak kendine dayalı halkların (demos) yatay birbirine bağımlılığı üzerine kurulabilir. Bu yüzden konfedere demoslar arasındaki ekonomik ilişkiler bugünkü hakimiyet ve bağımlılık ilişkileri yerine kolektif dayanışma bağlamında ve karşılıklı kendine dayanmayı genişletecek şekilde yapılanmalıdır. Bu da sadece konfederal demokratik planlama süreci ile elde edilebilir. Aynı şekilde üretken kaynakların halkça sahipliğini demokratik planlamanın tamamlaması gerektiği gösterilebilir. Kapsayıcı Demokrasi, demokrasinin klasik tanımını başlangıç noktası olarak alıp onu doğrudan politik demokrasi ve (pazar ekonomisi ve devlet planlamasının sınırlarının ötesinde) ekonomik demokrasi ile olduğu kadar toplumsal alandaki demokrasi ve ekolojik demokrasiye dayanarak ifade eden yeni bir demokrasi kavrayışıdır. Üretken kaynakların özel mülkiyeti, bir pazar sistemi ile birlikte olup olmamasından bağımsız olarak kaynakların genel çıkarlar yerine belirli çıkarlara (kapitalistlerin, hissedarların, yöneticilerin ve/veya çalışanların çıkarlarına) hizmet edecek şekilde yönetilmesi demektir. Sosyalist mülkiyet sistemi ise üretim araçlarının “toplumsal mülkiyeti” demektir ve bir pazar ya da planlama sistemi ile birlikte var olabilir. Tarihsel olarak iki ana biçim almıştır, ulusallaştırılmış işletmeler ve kolektifleştirilmiş özyönetimli işletmeler. Ulusallaştırılmış işletmelerde mülkiyet ile yönetim arasında gerçek bir ayrılık vardır. Biçimsel olarak mülkiyet toplumun tamamına ait olsa da, pratikte üretimin yönetimi ya teknokrat elitlere (pazar ekonomisi sisteminde) ya da bürokrat elitlere (planlama sisteminde) bırakılır ve tüm önemli ekonomik kararları bunlar alır. Kolektifleştirilmiş özyönetimli işletmelerde mülkiyet tamamen ya da kısmen işletmenin işçilerine/çalışanlarına aittir. Böyle özyönetimli işletmeler ile ilgili ana sorun, bunların birbirinden ve toplumun tamamından bağımsızlaştıkça demostaki bireylerin genel çıkarlarından ziyade çalışanların çıkarlarını sağlamaya eğilimli olmalarıdır. Ayrıca, rekabetçi bir dünyada ayakta kalabilmek için çoğu zaman kapitalist şirketlerin (yabancılaştıran, çevreye zararlı ve emek arttıran, vb.) üretim yöntemlerini kullanmak zorundadırlar. Dahası, kolektifleştirilmiş özyönetimli şirketler çoğu zaman, tıpkı kapitalist şirketlerin kendi aralarında yaptığı gibi üretken kaynaklar (doğal, emek, vb.) için birbirleriyle rekabet ederler. Son olarak böyle özyönetim biçimleri birey olarak işçinin otonomisini güvenceye alamaz. Dolayısıyla sendikalistler ve yeşil hareketin bir kısmı tarafından desteklenen bazı biçimleri, işletme dahilinde demokratik yöntemleri geliştirse de, genel olarak ya da toplumun tamamı için demokrasiyi geliştirecek hiçbir katkı sağlamazlar. Sonuçta bu özyönetim biçimleri, Bookchin’in gözlemlediği gibi, çoğunlukla “işçilerin rızasıyla sömürgeci üretimi”[2] temsil eder çünkü fabrikanın despotluğundan ve rasyonel emekten bağımsızlığı garanti etmezler. Bu yüzden ekonomik demokrasinin, demokratik mülkiyeti ve üretken kaynakların demokratik yönetimini güvence altına alan, başka tipte bir toplumsal mülkiyet gerektirdiği ve bunu sağlayabilecek tek mülkiyet biçiminin halkça sahiplik olduğu açıktır. Daha başlarken açıkça, ekonomik demokrasi için üretken kaynakların demokratik mülkiyetini ve yönetimini güvence altına alan, daha farklı tipte bir toplumsal mülkiyet gerektiğini ve bu ikisini ne özel mülkiyetin ne de sosyalist mülkiyet sisteminin güvenceye alamadığını görebiliriz. Bu mülkiyet tipi ekonominin politizasyonuna ―ekonomi ve politikanın gerçek sentezine―yol açar. Dahası bu çerçeve tanım gereği mülkiyetin yönetimden herhangi bir şekilde ayrılmasını reddeder ve genel çıkarların gözetilmesini güvence altına alır. Bunun nedeni ekonomik karar oluşturma sürecini halk meclisleri ile halkın tamamının yürütmesidir. Burada insanlar tüm halkı etkileyen temel makro ekonomik kararları, uğraşlara yönelik gruplar (işçiler, teknisyenler, mühendisler, çiftçiler, vb.) olarak değil, birey olarak alırlar. Aynı zamanda iş yerindeki insanlar, halk kararlarına birey olarak katılıp genel planlama hedeflerini belirlemenin dışında işçiler olarak (yukarıda bahsedilen genel anlamda uğraşlara yönelik gruplar içinde) ilgili iş yeri meclislerine de katılarak Demokratik Planı değiştirme/uygulama sürecine ve kendi iş yerlerinin yönetimine dahil olurlar. Bu yüzden demokratik planlama süreci demos meclisleri ve iş yeri meclisleri arasındaki sürekli bir bilgi akışı sürecidir. Demokratik Planlama Nasıl çalışır Ekonomik demokrasinin ön koşullarından sonuncusu ile ilgili olarak, yani kaynakların konfederal paylaşımında, temel alınan ana varsayımlar şöyledir: Her bir kendine dayanan demosun nihai politika yapan karar organı demos meclisidir, yani halkın meclisi. Demoslar görevlendirilmiş, geri çağırabilen ve (muhtemelen) dönüşümlü vekillerden oluşan bölgesel ve konfederal meclisler ile koordine edilirler. Bunların işlevi demos meclislerinde oluşturulan politikaları uygulamak ve koordine etmektir ve bu yüzden temsili “demokrasi” sistemindeki temsilciler gibi politika yapıcı değil uygulayıcıdır. Üretken kaynaklar her bir demosa aittir ve her bir üretim ünitesi (demos işletmesi) çalışanlara bir anlaşma yapılarak devredilir. Kapsayıcı Demokrasideki bütün üretim demos işletmelerinde yapılır, yani demosun sahip olduğu ve bireylere anlaşma ile devredilen işletmelerde. Demos işletmelerinin genel yönetimi iş yeri meclislerinde yapılır. Bu meclisler hem ‘toplumsal alandaki demokrasi’yi işleten hem de demokratik planlama sürecindeki rolleri düşünüldüğünde, ekonomik demokrasinin temel bileşeni olan kurumlardır. Bu yüzden iş yeri meclisleri, demos meclisleri ile birlikte Kapsayıcı Demokrasinin çekirdeğini oluştururlar. Demos işletmelerinin günlük çalışması iş yeri meclisinin atadığı bir denetleyici kurul tarafından yapılabilir. Bu kurul uzmanlığı olan personeli içerebilir ve dolaylı olarak demos meclisi tarafından yönetilmesinin yanı sıra, üyeleri iş yeri meclisi tarafından her an geri çekilebilir. Son olarak, üretimin amacı kendi başına büyüme değil, demosun temel ihtiyaçlarını ve demos üyelerinin talep ettikleri ve uğruna daha fazla çalışmayı kabul ettikleri temel olmayan ihtiyaçları karşılamaktır. Sonuç Yukarıdaki analizde açıkça görülüyor ki, temel ihtiyaçları karşılamak ve seçme özgürlüğünü güvenceye almak şeklindeki ikili amaç, burada önerilen demokratik planlama ve yapay “pazar” birleşimi* gibi kolektif ve bireysel karar oluşturmanın bir sentezini gerektiriyor. Bu önemli çünkü önerilen sistem, üreten ve tüketen bireylerin gerçek özyönetimini ve seçme özgürlüğünü güvence altına alabildiği için Parecon gibi geniş çapta desteklenen modellerin aksine toplumu ekonomi ile tekrardan bütünleştirebilir. Kıt kaynakların paylaşılması için sadece planlamaya dayanan o tip alternatif modellerin bürokratik tarzı buna izin vermez. Daha da önemlisi öyle modeller ―rasyonel bir ekonominin başarısı için temel kriter olan― tüm bireyler için temel ihtiyaçları bile güvenceye alamaz çünkü emeğin karşılığı sadece emek gücüne bağlıdır, KD projesindeki gibi aynı zamanda ihtiyaca bağlı değildir. Son olarak KD modeli şu önemli noktayı vurgular: kaynakların kıt olmadığı efsanevi aşamaya bir gün ulaşsak bile doyum sağlayıcılar, ekolojik uyumluluk vb. konularda tercih soruları ortaya çıkacaktır. Bu açıdan anarko komünistlerin bahsettiği intifa ve armağan ekonomileri de “nesnel” malzeme bolluğunu varsaydıkları ölçüde komünist nirvana efsanesine aittirler. Diğer nedenlere ek olarak bu da gösterir ki, önerilen sistem şu anda özgürlük dünyasına nasıl girebileceğimiz konusunda gerçekçi bir model sunar, efsanevi kıtlık sonrası toplumda değil. * Orijinal metnin yapay pazarlar ile ilgili bölümü çeviri yazısına dahil edilmemiştir. [1] T. Fotopoulos, “Is sustainable development compatible with present globalisation? The Chinese Case”. T. Fotopoulos, “Sürdürülebilir gelişme mevcut küreselleşme ile uyumlu mu? Çin Örneği”. [2] Murray Bookchinxe “Bookchin”, “Municipalization: Community Ownership of the Economy,” Green Perspectives(Feb. 1986). Murray Bookchinxe “Bookchin”, “Yerelleştirme: Toplumun Ekonomiye Sahip Olması,” Yeşil Perspektifler (Şubat 1986). Beyond the Market Economy and Statist Planning:Towards Democratic Planning as part of a Confederal Inclusive Democracy http://www.inclusivedemoc..._and_statist_planning.htm Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 10. sayısında yayımlanmıştır.
son zamanlarda bitcoin üzerinden yürüyen tartışmalardır.